A. Halûk Ünal
Kemal Kılıçdaroğlu’nun mealen “Kürt sorunu çözümünde HDP meşru muhatap, TBMM de meşru zemindir” açıklamasının ardından son derece geniş bir tartışma sürüyor.
Burada önemli olan diğer muhalif parlemento partilerinin de bu görüşe çok hızlı destek vermesi. Tartışmanın önemli bir boyutunu bu “armoni” oluşturuyor.
Diğer boyutu ise Sevgili Sezai Temelli’nin açıklamasıyla başlayan tepkiler “kakafonisi.”
İnsanın bütün bunların arkasında bir üst akıl mı var, diyebileceği kadar seri ve uyumlu iki parelel fikri eksen, ortak tek bir bileşke ortaya çıkıverdi; “Tek meşru zemin TBMM, tek meşru muhatap HDP.”
Ben bu yazıda, bu iki ekseni ayrı ayrı ele alarak, yukarıda özetlediğim bileşkeye ilişkin görüşlerimi özetlemeye çalışacağım.
İlk olarak, Cumhuriyetin kurucu partisi ve Kemalizm bayrağının taşıyıcısı CHP’nin böyle bir görüş ortaya koyması, arkasından da milliyetçi ve muhafazakar saray muhalefetinin tamamının bu öneriye süratle olumlu yanıt vermesi, benim nezdimde bir çokları gibi aşırı sevinilecek bir gelişme değil. Hatta doğru bir tarzda, gerekli temkinle yaklaşılmazsa “Kürt meselesinin” çözümünde ülkeye ciddi zaman kaybettirecek ve zarar verecek bir yaklaşıma da dönüşebilir. Neden?
Bu görüşün sahipleri için bu mesele, “İmralı ve Kandil dışında çözülebilir; çözülse çok daha iyi olur.” Başka bir ifadeyle TBMM dışındaki bütün odaklar gayrı meşru.
Bu bir bakış açısı; bana göre de çok çok yanlış bir bakış açısı.
Bir sorun varsa, ve tedavide samimiysek, önce sorunu doğru teşhis etmek gerekmez mi?
Bu durumda temel soruyu şöyle sormalıyız; “Kürt meselesi” bir kimlik meselesi mi; bir sömürge meselesi mi?
Kürt meselesi, sermaye düzeninin sürmesinden yana olan bütün partiler için bir kimlik meselesi olarak algılanmak ve algılatılmak isteniyor.
Bu partiler elbette Cumhuriyet’in kuruluşundan son Kürt isyanının başladığı 1978 yılına kadar meseleyi inkar ettikten sonra, isyan, meselenin adının kısmen doğru konmasına neden oldu; “Kürt gerçeği/sorunu.”
Demirel ve Özal gibi iki önemli sermaye misyonerinin, “Kürt Gerçeği” terimini tercih etmeleri de tesadüf değildi. Siyasi kurnazlık seviyesi çok yüksek bu iki sermaye politikacısı, en tehlikesiz terimi bulmuştu. “Bu ülkede bir Kürt gerçeği vardı.”
İsyan, bu gerçeği bütün toplumun suratına şamar gibi çarpmıştı ve bu “yeni durumda” ne yapacaklarını, bu kez meseleden nasıl kurtulacaklarını bilmiyorlardı.
Bu konuda devlet ve sermaye sınıfı içinde iki ana eğilim yeniden sahnenin önüne geldi.
Biri meseleyi kimlik meselesine indirgeyerek, kapitalist “demokrasinin” standartlarıyla tasfiye etmek istiyordu; diğeri ise ataları gibi soykırım ve savaşla tasfiye etmek istiyordu.
Son kırk yıl içinde kah birinin sesi gür çıktı, kah diğerinin.
Peki hakikat, güvenilir tarihçilerce nasıl kaydedilmişti?
Birinci paylaşım savaşı sonrasında, emperyal güçlerce kurulan barış (paylaşım) masalarında belirlenen önemli konulardan biri de Kürtlerin binlerce yıldır yaşadığı kadim vatan topraklarının, dört parçaya bölünüp, dört vekil ve işbirlikçi devlete emanet edilmesi, hakikatin ta kendisiydi.
Ki, bu isyan aynı zamanda “Kürt meselesinin” tanımlanmasında, uluslararasılaşmasında da belirleyici bir role sahip olacaktı.
PKK ve Öcalan da, son kırk yıl içinde öncülük ettikleri isyanın bütün parçalarda vücut bulmasını sağlamış olan parti ve partinin kurucu başkanı. Yani Ahmet Altan’ın veciz yazısından mülhem, Suriye, Türkiye, Irak ve İran’da yaşayan milyonlarca Kürt için “AtaKürt.” Hakikat bu…
Bu gün bir yandan Kılıçdaroğlu’nun açıklamasını alkışlayan, diğer yandan Sezai’yi taşlayanlar, bu hakikati, bizden farklı algılayan ve tanımlayanlar.
Elbette benim sözüm bu kesim içindeki hısımlarıma.
Mesele gerçekten kimlik meselesiyse (folklorik, dilsel, yöresel vb.) siz, haklısınız.
ama eğer hakikat bizim anladığımız gibiyse “tedavi” için farklı bir yol ve yöntem gerekir.
Tamam, bunu bir kez daha tartışalım. Ama önce samimiyet testi şart.
Bu tartışmanın benim gibi düşünen taraflarının Türkiye’de nasıl bir can güvenliği sorunuyla karşı karşıya olduğunu – yıllardır anlamadıysak bile- Tahir Elçi örneğiyle -çok ağır bir bedel ödeyerek- anladık.
Bizler ne KK’na ne de sizlere hasmane, düşmanca davranmayız; ama tartışmanın adil ve eşit bir biçimde yapılması için sizlerin Sezai’ye yapılanı yapmak yerine çubuğu başka tarafa bükmeniz şart.
Kendi payıma hakikati farklı algıladığım için, “Kürt meselesinin” bir sömürge sorunu olduğunu 1974’den beri savunan, azınlık “Türk” sosyalistlerinden biri olarak; İmralı ve Kandil’in rolünü tanımlarken, sizlerden farklı düşünüyorum. Sizin yöneliminizin de sorunu çözemeyeceğine inanıyorum.
Buraya geçerken bir de not düşeyim, yarın -eğer sağlanabilirse- eşit ve adil bir ortamda tartışırken, bu gün meşruiyetini savunduğum kişi ve kurumlarla aynı düşüncede olacağımın hiç bir garantisi de yok; o gün bakacağız.
Ama bu gün; sermaye ve devletin “restorasyoncu” kanadına karşı, Tahir elçi hakikatini unutmadan davranırsanız; yarın, çözüm zannettiğiniz bir süreçte, bizim gibi düşünenlerin ödeyeceği bedellere seyirci kalmak zorunda olmazsınız.
Bu nedenle bu konuda ilk samimiyet testi, çözüm sürecinin her bakımdan güvenliğini sağlayacak yasa paketinin ortaya konmasıdır.
Önümüzdeki süreçte Parlemento partilerinden asıl talep edilmesi gereken, samimiyet testi olarak, tüm bu tartışmaların bütün taraflarına barışçıl gösteri ve ifade özgürlüğü kapsamında kesin, açık bir dokunulmazlığın sağlanacağı, yasal düzenlemeyi vaat etmeleridir.
Bu tartışmada bazı anahtar deyim ve kavramlar olduğunu da ayrıca hatırlatmak isterim.
Benim en çok kulağımı tırmalayan “tek meşru zemin TBMM, tek meşru muhatap HDP” cümlesi.
Bence meşruiyet ile yasallığı fena halde karıştırıyorsunuz.
Meşruiyet tarihen oluşur, gücünü kitlelerden alır; yasallık ise bu tarihin belirli bir evresinde bir toprağı çitle çeviren (sınır/devlet/ulus) egemen gücün belirlediği çerçevedir.
PKK de Öcalan da HDP de küresel olarak meşrudur.
Meşruiyetlerini milyonlardan ve tarihten alırlar.
TBMM ye gelince; tersine, meşruiyeti tartışmalı bir kurumdur.
Bunun için yüzlerce sebeb sayabilirim ama andaki tartışma bakımından, sömürgecilerin meclisi olarak kurulduğunu ve hala onların egemenliğinde olduğunu hatırlatmak yeterlidir.
Son olarak kimlik sorunu ile sömürge sorunu arasındaki fark üzerine bir kaç şey daha yazmak iyi olabilir.
Yanlış teşhis, hastayı öldürür. Teşhislerimizin farklı olduğu da aşikar.
Benim gibi meseleyi bir sömürge gerçekliği olarak algılayanlar için, klasik yol, hepinizin iyi bildiği “bağımsız devlet kurmak ve kendi vatan toprağını, kendi adını taşıyan devletle yeniden çitlemektir.” PKK’nin artık bu yolu benimsemediğini biliyoruz. Bilmeyenler de Hz. Google’a sorarsa kabaca öğrenebilir.
Bu noktada Kandil’in ve İmralı’nın “kollektif haklar” adı altında ortaya koydukları program, Türk devlet ve sermayesinin sömürge “haklarından” ve gasplarından vazgeçmesini şart koşar. Geri alınacak kayıpları da öz savunmayla koruma hakkını temel alır.
Bu gün yaygın bir “Kürt düşmanlığına” dönüştürülen “ihtiyaç,” Türk sermayesinin ve devletinin vazgeçmeyi “beka sorunu” olarak gördüğü, 2016 darbe sonrası diğer Kürdistan topraklarını da içerecek bir kapsama dönüştürmek istediği, sömürge “hakları” ve gasplarıdır.
Nasıl ki, 2014’den beri, Kuzey ve Doğu Suriye özerk bölgesinde, Kürt, Arap, Süryani, Türkmen vb. bütün halklar, düne kadar Baas diktatörlüğünün elinde tuttuğu sömürge “haklarını” büyük ölçüde geri aldıysa; Türkiye’de de sömürgeleştirilen bütün halklar (Ermeni, Süryani, Rum, Kürt, Laz, Çerkes vb.) tarihi haklarını geri almadan, toplumsal zenginliğin paylaşımında söz ve karar sahibi olmadan, barış da demokrasi de imkȃnsızdır.
Öcalan’ın “demokratik ulus, demokratik konfederalizm” anahtar kavramları, tam da bu ihtiyaçtan türettiği önerilerdir ve son 7 yıldır kuzey ve doğu Suriye’de toplumsal barış noktasında önemli başarılar sağlamış bir modeldir.
Zaten bu meselede yanlış hesap da Kobane’den döner.