Ahmet Güneştekin “vakası”

790 views
108 mins read
790 views
108 mins read

A. Halûk Ünal

Ahmet Güneştekin’in Amed Keçi Burcu’nda açtığı “Hafıza Odası” sergisi üzerine sosyal medyada patlayan kaotik, şiddet dolu tartışma, toplumun ruh halini de ortaya koyuyor.

Blogumu izleyenler bilir orada blog açmamın nedenini şöyle açıklamıştım;

“Peru’lu büyük romancı Mario Vargas Llosa’nın dediği gibi:

“Yazarın içinde bulunduğu durum her zaman başkaldırıdır. Şeytanın avukatlığını yapmaktır. Toplumda hayır diyerek  yaşamaktır. Başkaldırmaktır. Farklı düşünme hakkını tanınmasını talep ederek yaşamaktır. Dogmanın, sansürün ve keyfiliğin, ilerleme ve insan onurunun ölümcül düşmanları olduklarını göstererek yaşamaktır.”

Bunun için salt sanatsal yaratılarımız yetmez. Somut tarihsel, politik gelişmeler karşısındaki düşünce ve tutumlarımızı eserlerimize takdir gösteren insanlara açıklamak ahlaki bir sorumluluktur.

Bu söylediklerimi soylulaştırmak, ulviyet katmak kesinlikle yanlış olacaktır.

Söz ettiğim sorumluluk, bir işyerinde grev öncesi, şahsi fikrimizi yoldaşlarımızdan saklamak ya da açıklamak gibi basit, insani bir ahlak sorunudur.”

Bu tartışmada da aynı ilkeye bağlı kalmayı sürdüreceğim.

İlk olarak Güneştekin’in adını bu tartışmadan önce duymadığımı belirtmeliyim. Ne “iş”lerini bilirim, ne yaklaşımını. 

Tartışma başlayınca sanatçı bir dostumun yönlendirmesiyle Bianet’deki söyleşiyi ve söyleşinin sonuna eklenmiş tanıtım broşürünü okuyabildim. Bu nedenle, görüşlerimi yazmadan önce adetten olmayan  bir yol izlemek istiyorum.

Günümüzde büyük çoğunluğun – bu kez de olduğu gibi- tartışmalara ilk intiba üzerinden duygu püskürtmek ve Hz. Google’a danışmaya üşenmek huyunu bildiğimiz için; bence referans değer taşıyan, sevgili İrfan Aktan’ın sergi öncesi Güneştekin ile yaptığı söyleşiyi (bianet) buraya ekleyeceğim. Sonra da yine sanatçının sergisini gezecek olanlar için sunduğu tanıtım metnini paylaşacağım.

Çünkü, kanaatim o ki, SM’da tartışmaya katılanların kahir ekseriyeti, sergiyi gezmemişti, tanıtımı bile okumamıştı, Güneştekin’in niyetini, beyanını esas almıyordu. Sonuçta sergi bütünlüğü üzerinden değil, yalnızca burcun üzerindeki “çürüme enstelasyonu” üzerinden taşa tutuldu.

İrfan’ın söyleşisi ve Güneştekinin sergi kataloğunu her şeye rağmen incelemek istemeyen de bu kısımları atlayıp, benim görüşlerimi okuyabilir.


İrfan Aktan – Bianet

İktidarın, Kürt meselesinin varlığını bile inkâr ettiği son günlerde Diyarbakır’da çok önemli bir sanatsal etkinlik başlıyor. Batmanlı ressam Ahmet Güneştekin’in Diyarbakır’ın tarihi Keçi Burcu’nda 16 Ekim’de açacağı “Hafıza Odası” başta faili meçhuller, anadili yasağı, katliamlar olmak üzere Kürt meselesinin yakın ve uzak tarihine göndermelerle dolu işlerden oluşuyor.

Açılışına Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eş Genel Başkanı Mithat Sancar ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun da katılacağı sergi öncesinde Güneştekin’le konuştuk.

Ahmet Güneştekin

Toplumsal hafızayı tazelemesi umuduyla açmaya hazırlandığınız Hafıza Odası serginizde “Kayıp Alfabe”, “Analar Duvarı”, “Yoktunuz”, “Hafıza Tepesi” ve “Çürüme” gibi uluslararası tanınırlığa sahip eserlerinin yanı sıra; Diyarbakır Cezaevi için yaptığınız “5 Nolu” ses ve ışık enstalasyonu yer alacak. Başka bir enstalasyonun ismi de “Nasılsın?” Bu soru kime yönelik?

Diyarbakır Cezaevi aslında ülke hafızasının en önemli bellek odalarından bir tanesi. Oraya evlatlarını ziyarete giden aileler, öncelikle “Türkçe konuş çok konuş” yazısıyla karşılaşırdı. 5 No’lu Cezaevi’nin koridorlarında buna benzer birçok yazı vardı.

“Türkiye Türklerindir”, “Ne mutlu Türküm diyene” gibi yazıları da tutsaklara yazdırıyorlardı. Türkçenin dayatıldığı en önemli yer Diyarbakır Cezaevi’ydi. Aileler çocuklarıyla Türkçe konuşmazsa tutsaklar eziyet görürdü.

“Nasılsın?” sorusu akla, Mamak Cezaevi’nde yatan oğlu Kamber Ateş’i ziyarete giden ve Türkçe bilmeyen annesinin, yolda öğrendiği üç kelimelik “Kamber Ateş nasılsın?”ı görüş boyunca oğluna tekrarlamasını getiriyor.

Tabii, sadece Diyarbakır Cezaevi değil; İstanbul, Ankara gibi pek çok yerde siyasi tutsakların olduğu cezaevlerine bir göndermedir bu çalışma. Sergi salonunun üst katında 5 No’lu ismini verdiğim bir koridor var. O koridor “Nasılsın?”ı sembolleştiriyor.

Çünkü koridorlar ve koridorda yaşanan zorluklar bütün cezaevlerinde aynıdır. Bu yalnızca bir ses enstalasyonu değil, aynı zamanda video ve yazılar var, koridorun en büyük özelliği de eziyet çekerek ilerleniyor oluşu. Klostrofobik bir koridor.

Zulme bina edilen kutsallıklar
sanatçı için sorgulama konusudur

Hafızaya, belleğe neden bu kadar odaklanıyorsunuz?

Zulme bina edilen kutsallıklar, sanatçı için sorgulama konusudur. Çünkü biz sadece kendi çağımızın tanığı değil, aynı zamanda geçmişin de bilgisinin aktarıcısıyız. Sanatçı bununla mükelleftir.

Sergide, video enstalasyonlarının olduğu iki tane zindan var. Birinin ismi “Çürüme”, diğerininki “Bellek”. Bellek, Türkiye’nin 100 yıllık hafızasını sorgulayan bir eser, sadece bir ses.

1909’da Adana’daki Ermeni katliamlarıyla başlıyor, 1915’lere uzanıyor ve günümüze kadar geliyor. Bu videonun en büyük özelliği benim tanıklık ettiğim, belleğimde yer edinen olayları sanat yoluyla belgeleştirmek. Bu nedenle her yıl güncellenen bir video.

Çözüm sürecinde 1980 ve 90’ların işkenceleri ve faili meçhulleri çok konuşuldu, tartışıldı. İktidar cephesi de bu konuyu masaya yatırdı. Fakat 2015’ten sonra başka bir büyük felaket yaşandı ve bu felaket görünmez kılınarak devam ettiriliyor. Sergi için bu süreçte Diyarbakır’a gidip gelirken, muhakkak siz de Diyarbakırlılara “Nasılsın” diye sormuşsunuzdur. Aldığınız yanıt nedir?

Ben Batmanlıyım ama Diyarbakır memleketim sayılır. Burada bir sergi fikri aslında çok eskiye, belediyeye kayyum atanmasının öncesine dayanıyor.

HDP’li Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanları Fırat Anlı ve Gültan Kışanak hendek olaylarının henüz bitmediği bir dönemde beni davet ederek, o dönem yaşananlarla ilgili bir sergi, ya da anıtsal bir çalışma yapmamı istediler. Bu benim için bir sürpriz oldu.

Neden?

Çünkü o zamana kadar bu siyasi gelenek tarafından bölgeye hiç davet edilmemiştim. Sayın Kışanak ve Anlı’yla görüşmemiz neticesinde ortaya çıkan ilk fikir, hendeklerden çıkan enkazlardan bir anıtsal eser yapmaktı. Hatta alan bile belliydi, mimarî tasarımını Emre Arolat yapacaktı.

Almanya başta olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde, önemli kentlerde, geçmişin acı olaylarını hatırlatan, onlarla yüzleşmeye davet eden anıtsal çalışmalar var. Diyarbakır’da da böyle bir çalışma neden olmasındı? Fakat olamadı. Çünkü biz hazırlık yaparken belediyelere kayyumlar atandı ve başka bir yönetim geldi.

“Nasılsın” sorusuna aldığınız yanıta geri dönelim…

Yanıt gizemli değil. Bu dönemde bırakın şehri, şehirde yaşayan insanlar da çok ağır bir hasar aldı. Baskılar karşısında yalnızlık duygusu baskınlaştı. Hiçbir sanat etkinliği yapılmadı. Neticede Diyarbakırlı STK’lardan, meslek örgütlerinden, bir şeyler yapmamı istediklerine dair talep geldi.

Muhtemelen İstanbul’da açtığım Hafıza Odası sergisinin etkisiyle bu davet oldu. Çünkü kayyum öncesinde Kışanak ve Anlı’yla görüştüğüme dair bu insanların malumatı yoktu. Daveti memnuniyetle karşıladım. Benim için çok heyecanlı bir süreçti ve araya salgın girse de, defalarca Diyarbakır’a gidip geldim.

İstanbul’dan sonra bir Kürt şehrinde sergi açacak olmak benim için büyük anlamlar içeriyordu. Ayrıca çocukluğumun bir bölümü Diyarbakır’da geçti.

Sergi hazırlık aşamasında buluştuğum, karşılaştığım insanların “nasılsın” sorusuna giderek daha fazla “iyiyim” cevabı vermeye başladığını da söylemeliyim. Bu serginin de sadece Diyarbakır’da değil, tüm bölgede etkisi olacağına inanıyorum. O yüzden çok heyecanlıyım.

Kendi çağıma
bigâne kalamam 

Batman’da kayyum tarafından açılan kültür merkezine isminizin verilmesi nedeniyle Kürt kamuoyundan eleştiriler alıyorsunuz. Hakikaten kayyumla çalıştınız mı?

Tek kelimeyle hayır! Batman belediyesine kayyum atanmadan önce başlayan bir kültür merkezi inşası vardı ve açılmak üzereydi. Kayyum olarak atanan vali yardımcısı bu merkeze birilerinin ismini vermek için sanırım yerel halka danışarak bir araştırma yapmış.

Beni zaten tanıma ihtimali yok. Mülki amirlerin sanatçıları tanıdığına da pek şahit olmadım. Fakat yerel basın ve STK’larda benim ismim öne çıkınca, telefon etti. Kendisine, meşru olmayan bir yapının içinde hareket etmeyeceğimi söyledim.

Aradan birkaç ay geçince, bu sefer Batman’ın ileri gelenleri, aralarında HDP’lilerin de olduğu şahsiyetler, kurum temsilcileri devreye girdiler. “Bu merkezde senin ismin verilmezse, kimsenin hoşuna gitmeyecek birinin ismi verilir” dediler. Ben de kendi aralarında bir tür referandum yapmalarını ve eğer benim ismim öne çıkarsa, yazılı olarak bana bildirmelerini istedim.

Böyle oldu ve kayyumun açılışını yaptığı bir törenle merkeze benim ismim verildi. Konuşmamda da bunun meşru bir yapı tarafından yapılmış olmasını temenni ettiğimi söyleyerek Batman halkına teşekkür ettim. Uzun lafın kısası, kayyum hikâyesi bundan ibaret.

Peki sizin iktidarla bir ilişkiniz var mı?

Yine tek kelimeyle hayır! Batman’da geniş bir ailem var ve yedi kardeşiz. On bin kişilik bir Güneştekin ailesi var ve başta abilerim olmak üzere büyük bir bölümü de Adalet ve Kalkınma Partili (AKP). Bunu hiçbir zaman saklamadım. Ama bu beni AKP’li yapmaz. Bu beni bir siyasi partinin arkasında yürüyen, güce tapan bir sanatçı kırıntısı haline de getirmez, getirmedi de.

Benim duruşum her zaman belliydi ve Kürt meselesi başta olmak üzere memleket meselelerine her zaman duyarlı oldum. Ailemin veya dostlarımın fikirleri benim fikirlerim değil ama önemli olan farklı fikirlerin bir arada olabilmesi. Biliyorum, bu yüzden çok eleştirildim de.

Ama ben 1990’larda Batman’dan çıkmış biriyim. Kendi çağıma bigâne kalamam. Kimileri benim için “AKP döneminde ünlü oldu” diyor. Dünyanın en önemli galerisinin sanatçısıyım şu an ve bunun AKP’yle hiçbir ilgisi yok, olamaz da. Sürekli bir tarafa itilmek, bir kimliğe sokuşturulmaya çalışılmak, biliyorum, çağımızın acı gerçeği ama insanın da içini acıtıyor.

Görece konforlu bir sanat ortamında, çok zengin koleksiyonerlerin işlerini satın aldığı, ilgi gösterdiği, dünyanın muhtelif yerlerinde sergiler açan bir sanatçısınız. Fakat pek de ‘uygun olmayan’ bir zamanda, baskıların hâlâ sürdüğü, OHAL’in devam ettiği bir dönemde Diyarbakır’da son derece politik bir sergi açıyorsunuz. Buraya neden geldiniz?

Bir kere ben hafıza, hakikat, yüzleşme temalı bu sergiyi ilk defa açmıyorum. İnsanların yine çok ürkütüldüğü, konforunu bozmaya cesaret edemediği bir başka dönem olan 2012 yılında, İstanbul’un göbeğinde, eski İstanbul Bienali’nin yapıldığı Antrepo 5’te “Yüzleşme” sergisini açtım. Aynı sergiyi 2013 yılında Ankara’ya taşıdım. Diyarbakır Cezaevi’nde bir sergi açma fikri konuşulduğunda da “memnuniyetle açarım” dedim.

pastedGraphic_1.png
Kayıp Alfabe

Botero ve Kounellis’le Diyarbakır
Cezaevi’nde sergi açacaktı ama…

Ne zaman?

Çözüm Süreci vardı ve Türkiye’de iklim farklılaşıyordu. İktidar cenahı Cumartesi Anneleri’nin kayıplarını bulacağını dile getiriyordu. Bana sergi açma teklifi gelince, bunun dünya çapında bir etkinlik olması gerektiğini söyledim ve aklıma iki isim geldi.

Kimdi onlar?

O dönem Marlborough Gallery ile anlaşmıştım ve Marlborough’un sanatçısıydım. Onların listesinde Fernando Botero da vardı. Botero, Ebu Garip Cezaevi’yle ilgili bir sergi yapmıştı. Kendisine Diyarbakır Cezaevi’nde sergi açma fikrini söylediğimde, o da memnuniyetle kabul etti.

Daha sonra Jannis Kounellis’i aradım. Kounellis de dünyadaki fakir sanatını yaratan kişidir. En büyük özelliği gittiği hiçbir ülkeye sanat eseri götürmemesidir. Gittiği yerde 20-25 gün şehri dolaşır ve topladığı materyallerle sanat eserleri yapar. Bu fikri kendisiyle paylaştığımda Kounellis’in bana söylediği ilk şey şu oldu: “Şehrin hafızası bana yeterli gelir.” Aslında benim Hafıza Odası fikrimin de ilham kaynağı olmuştur bu yaklaşım.

Üç sanatçı biz Diyarbakır Cezaevi’nde sergi açacaktık. Tabii sonra şartlar değişti, iklim bozuldu ve iktidarın da samimi olmadığı anlaşıldı.

Bir daha da ne kimse aradı ne de sordu. Her şey sertleşmeye, siviller ölmeye, bombalar patlamaya başladı. Daha geçtiğimiz günlerde Ankara’daki gar katliamının yıldönümüydü. Yani “Bellek” enstalasyonuna yeni parçalar, hikayeler eklendi.

Valilik ve Kayyum Belediye
sergi için bir billboard bile vermedi

Peki Diyarbakır’daki resmi makamlar sergiye nasıl yaklaşıyor?

Sergi Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası (DTSO) ve orada beraber çalıştıkları STK’lar tarafından hayata geçiriliyor. Valilik ve kayyum yönetimindeki belediye, sergi için bir tane billboard bile vermediğine göre zaten bu sergiyi istemedikleri belli.

Diyarbakır’da yakın dönemin hafızası da oldukça yaralı. Şehrin ayaklarına kurşun sıkılır gibi dört ayaklı minareye kurşun sıkılması, Tahir Elçi’nin buna tepki gösterdiği basın açıklamasından hemen sonra vurularak öldürülmesi ve devam eden şehir yıkımı… Bu serginin yeni bir politik tartışma başlatacağını düşünüyor musunuz?

Tahir Elçi katledildikten kısa bir süre sonra şehre gittim. Dört Ayaklı Minare’nin kurşunlanmış o halini görünce çok üzüldüm, çünkü çocukluğum oralarda geçti. Her Diyarbakır ziyaretimde altından yürüyüp bir iki tur attığım bir yapı, bir belge aynı zamanda Dört Ayaklı Minare.

Daha o zaman “benim ne yapıp edip bir gün Diyarbakır’da bir yüzleşme sergisi yapmam lazım” diyordum. Aslında bir sürü nedenim var bu sergiyi açmak için ve elbette bir tanesi de Tahir Elçi’nin orada katledilmiş olması.

Bu sergiyle Dört Ayaklı Minare’nin altından tekrar mı geçiyorsunuz yani?

Evet. Serginin hazırlığı için bir buçuk yıldır gidip geliyorum Diyarbakır’a. Şehrin abluka altındaki halini, Sur’un polis barikatları ve betonlarıyla çevrili zamanlarını da biliyorum. Yüksek yerlere çıkıp iç avluları izlediğim dönemler de oldu. Şimdi açılmış, yeni halini de gördüm.

Oraların tarihini bilen bir insan olarak üzülmemek, sarsılmamak mümkün değil. Kepçelerin yığın hale getirdiği Suriçi’nde o dağınıklığı, insanların bedenlerinin karbonlaşmış kokusunu havada hissedebiliyorsunuz. Orayı tarihinden koparmaya ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar, insan o tarihi, o eski sesleri yıkıntılar arasında aramaya devam ediyor.

Böyle bir yıkıntıya sanat kayıtsız kalamaz. Bir şehrin tarihini, kültürünü, insanların yaşamını kökten yıkıyor, “biz geldik, yoktunuz” diye duvar yazıları yazıyorsunuz. Böyle bir felakete sanatçı seyirci kalamaz.

pastedGraphic_2.png
İnsan uçup giden bir kuş değildir

Batman’da geçen çocukluğunuzun, tanık olduklarınızın sanatınız üzerinde nasıl bir etkisi oldu? 

Çocukken dinlediğim masalların üzerimde yerçekimsel bir gücü olduğuna inanıyorum. Gerçek ve kurgu arasında bu masallara ve seslere teslim oluyordum. Babam, dedem, ninem çok iyi masal anlatıcısıydı. O dönem yaşamlarımız çok basitti, büyük fikirlerimiz yoktu. Coğrafya çok sertti ve biz kabullenmiştik her şeyi.

Annem 11 doğum yaptı, yedi çocuk büyüttü. 11 doğumdan sonra erken yıpranmıştı, çok hastalanıyordu. Batman o zaman ilçeydi ve sadece devlet hastanesi vardı.

1983-84’lerde annemi doktora götürürdüm. Annemle birlikte muayene odasın girerdim. Kapıdaki görevli Kürt, hemşire Kürt, doktor Kürt, biz Kürdüz ama Kürtçe konuşamıyorduk. Annem bir kelime Türkçe bilmezdi, kulağıma derdini söylerdi, ben Kürtçe bilen doktora Türkçe tercümesini aktarırdım. Doktor da ne yapmamız gerektiğini Türkçe anlatır, ben de anneme tercüme ederdim. Sanatçı, halkına yapılanları unutursa taş olur.

Diyarbakır sergisinde, bir Cumartesi Annesi’nin oğlunun ardından söylediği sözden yola çıkarak hazırladığınız, “İnsan uçup giden bir kuş değildir” enstalasyonu çok çarpıcı. Bu enstelasyon bize ne anlatıyor?

Gelin hafızamızı biraz yoklayalım… Berfo Kırkbayır, kaybedilmiş oğlu Cemil’i aradığı 30 yıl boyunca evinin perdelerini kapamadı, kapılarını kilitlemedi, sokağını değiştirmedi; belki bir gün Cemil döner diye.

Ve 105 yaşında bu dünyadan gözü açık göçüp gitti. 57 yaşında, 12 çocuk doğurmuş Taybet Ana’nın cansız bedeni yedi gün boyunca Silopi’de yerde kaldı.

Yedi gün boyunca cesedini kuşlar, kargalar yemesin diye ailesi nöbet tuttu. Sonra aldılar ve ailesi olmadan gömdüler. Yani ölüye de aileye de saygı gösterilmedi.

Bir anne, on yaşındaki kızı Cemile Çağırga’nın ölü bedenini, bozulmasın diye onu buzdolabında sakladı. Roboski’de 34 insanın üzerine, 45 dakika boyunca son teknolojiyle donatılmış uçaklarla, bir düşmanı savaşta parçalar gibi bomba yağdırdılar.

İnsan parçaları, katır parçalarıyla birlikte havada uçuştu. Anneler cesetlerinin başına gittiğinde katır ve insan etlerini ayırmakta güçlük çektiler. Parçalanan parmakların sayısına göre tabutlara kondular ve ülkenin silahlı kuvvetleri “yanlışlık oldu” dedi. Benim memleketimde Nevala Kasaba diye bir bölge var. Türkçe ismi Kasaplar Deresi ama orada bir dere filan yok, çöplük.

 Ailelerin çocuklarının kemiklerini
 bulmalarına bile izin verilmiyor

1990’larda çok sayıda faili meçhulün cesedinin oraya gömüldüğü söyleniyor…

Evet ve ailelerin orada kendi çocuklarının kemiklerini bulmalarına bile izin verilmiyor. Ceylan Önkol 12 yaşında, savaşta kullanılan bir havan topuyla paramparça edildi. Annesi parçalarını ağaç dallarından topladı. Varto’da Kevser Kader Eltürk’ün cansız bedeni çıplak olarak sokaklarda teşhir edildi.

Hacı Lokman Birlik’in cesedini Şırnak’ta bir aracın arkasında tüm şehirde dolaştırdılar. Bu yaşananlar ve yaşatılanlar karşısında sanatçının da bir sorumluluğu var. Tüm bunları sanat üzerinden de geleceğe aktarmak, sanatın hafızasına bunları işlemek ve bir yüzleşme zemini yaratmak gerektiğini düşünüyorum.

Sanat insanlığın ayaklar altında çiğnenmesine seyirci kalmadığı için vardır. Gerçek sanat bu amaçla vardır. Guernica da buna bir örnek, Botero’nun Ebu Garip sergisi de.

Sergi sürecinde nasıl yol aldınız? Nasıl bir hazırlık süreci geçirdiniz?

Bu işe başlarken çok sayıda insana danıştım. Faili meçhuller, kayıplar ve Cumartesi Anneleri ile ilgili bir şey yapmak istediğimi söyledim. İnsan Hakları Derneği’nden (İHD) 600 kayıp ismi aldım. Tabii tahminen iki bin beş yüz kayıp söz konusu ama çoğunun gözaltı kaydı bile yok.

Korkudan başvuru bile yapamamış aileler var. Nitecede İHD’nin verdiği isimlere başka isimler de eklediğimizde, yedi yüze yakın kayıp ismine ulaştık ve bunlarla ilgili bir çalışma yaptım. Bunların içinde gençliğini, anneliğini, babalığını tatmamış insanlar var. Aileleri onları yalnızca ölümleriyle andı.

Akıllarına artık güzel bir şey gelmiyor bu insanların. Bu çok etkileyici, kahredici bir travma. Her ne kadar meseleye vakıf olsam da, bu süreç beni sarstı, psikolojimi derinden etkiledi.

pastedGraphic_3.png
Yoktunuz

Yasaklar sizi iki şeye zorlar
İsyan veya teslimiyet

Sergide Kürt meselesinin çeşitli veçhelerini işliyorsunuz. Bunlardan biri de dil. Az önce Kürtçe bilen anneniz ve doktor arasındaki tercümanlığınızdan söz ettiniz. Kürtçe yasağının sizin hayatınızda ne tür tesirleri oldu?

Bırakın Kürtçe yasağının tüm hayatımızdaki etkisini, tek başına annemin hastanedeki hikayesi bile benim açımdan ziyadesiyle travmatiktir. Şikayet edilecek diye doktor hemşireden korkuyor, hemşire odacıdan, ve hepsi birbirinden…

Devletin yarattığı bu korku iklimi, insanları zamanla kendi dillerinden utanır noktaya bile getirdi. Hâlâ bazı Kürtlerin birbirlerinin Kürtçesiyle alay ettiğini  görüyorum. Çocukların Kürtçe konuşan anne-babalarından utandığına şahit oldum.

Yasaklar sizi iki şeye zorlar: İsyan veya teslimiyet. Maalesef anadili konusunda yaygın bir teslimiyet görüyoruz. Çünkü bu neredeyse yüz yıla dayanan bir baskıdan kaynaklanıyor ve insanlar yasaklanmış bir dili bir süre sonra diğer kuşaklara aktarmaktan yoruluyor da. Kürtçe halen, bugün bile yasaklı bir dil. Bunu mesele etmeliyiz.

Hafıza Tepesi’ndeki enstalasyonda “Ne mutlu Türküm diyene”, “Türkiye Türklerindir” gibi 5 Nolu’daki duvar yazıları da yer alıyor. “Türkiye Türklerindir” sözü Hürriyet gazetesinde kalıcılaşmış bir söz ve hâlâ orada durur. Bir zamanlar o gazetenin yayın yönetmeni de olan, devletin anti-Kürt politikasının değişmez savunucularından Ertuğrul Özkök’le arkadaşlığınız ise biliniyor. Özkök gibi biriyle nasıl arkadaş olabiliyorsunuz?

Ben kan davası taraftarı değilim. İnanın “Güneştekin gibi biriyle nasıl arkadaş olabiliyorsun” diye Ertuğrul Özkök’e de soranlar oluyor. Günahkâr dönemler geçirmediğini iddia etmiyor Özkök.

Mesele sadece “Türkiye Türklerindir” değil, o yazıyı oraya koyduran da o değil. Kurulduğundan beri gazetenin tepesinde yazıyor. Bir sürü genel yayın yönetmeni gelip geçti, duruyor orada. Biz eleştiriyor muyuz bunu? Arkadaşlık yaptığım kişi Hafıza Odası sergisini gezip o 5 No’lu koridordan geçecek.

Yani Özkök de mi Diyarbakır’a geliyor?

Tabii. Çünkü artık anlamaya başladı. İnsanlar ikna olmasalar bile empati duymaya, Kürtleri anlamaya başladı. Keza Kürtlerin başarılarıyla övünebileceklerini anladılar.

Benimle aynı düşüncede olmayan, aynı şekilde yaşamayan kişilere hiçbir zaman kapımı kapatmadım. Birbirimizin inanç ve tercihleriyle beraber yaşamayı, saygı göstermeyi öğrendik, günün sonunda ayrılırken herkes kendi düşüncesiyle, fikriyle evine döndü.

Önemli olan hatalarımızla
yüzleşmeye yeltenip yeltenmediğimizdir

Ama Özkök’ün Ahmet Kaya için Hürriyet’e attığı manşet de insanların hafıza “odasında.”

Ahmet Kaya meselesinde Hürriyet’te atılan manşetle ilgili kötü bir sicili var. Ama sonra çiçeğini alarak Ahmet Kaya’nın mezarına gitti ve özür diledi. Benim için burada kişinin beyanı mühimdir. Özür dilediyse, elbette Ahmet Kaya ailesi için bir şey deme hakkım yok ama ben kendi adıma kabul ederim.

Öte yandan şunu da unutmayalım ki, Ahmet Kaya’ya saldırılan ödül gecesinde, bir sürü Kürt sanatçı da oradaydı ve en büyük çatalları onlar fırlatıyor, 10. Yıl Marşı’nı en yüksek oktavdan onlar okuyordu. İktidarın gözüne girmek istediğinizde küçülmeniz gerekiyor.

Öte yandan hangimizin hayatında bütün arkadaşları tam istediği gibidir? Kaç kusursuz arkadaşımız var? Kaçımız kusursuzuz? Önemli olan hatalarımızla yüzleşmeye yeltenip yeltenmediğimizdir.

Sergiye pek çok ismi davet ettiğinizi biliyoruz. Kimler gelecek Diyarbakır’a?

Yüze yakın gazeteci var. Gazetecilikle bağı kalmamış isimler yok tabii. Genelde işsiz kalmış gazeteciler olacak. Sergi DTSO tarafından yapıldığı için davetli listesini de onlar hazırladı.

Ben yalnızca yakınlarımı davet ettim. HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar başta olmak üzere bölge milletvekilleri, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, CHP’den Sezgin Tanrıkulu, bazı eski AKP’li bakanlar var.

pastedGraphic_4.png
Çürüme

Çürümenin en iyi
göstergelerinden biri teslimiyettir

Sergideki işlerinizden birinin adı “Çürüme”. Bazı insanlar, Türkiye’de hem kurumsal hem de toplumsal bir çürüme yaşandığını söylüyor. Sizce bu çürümeye karşı alınabilecek tedbir nedir?

İnsanların savaşı, ölümleri sorgulamamaları, buna razı gelmeleri ve güce teslim olmaları… Çürümenin en iyi göstergelerinden biri bu teslimiyettir. Sanat alanında da bir çürüme olduğunu biliyoruz. Sonuçta sanat alanında da bir egemenlik ilişkisi söz konusu ve duruşunuz sizin hayatınızı belirleyebiliyor.

Bazı sanatçılar açlığa, zorluğa karşı inatla direnirler, asla teslim olmazlar. Bazıları gücün karşısında boyun eğer ve her türlü propagandaya teslim olurlar. Çürümelerden en tehlikelisi budur.

Yakın zamanda bir ödül töreninde bunun nereye vardığını gördük. Ödül alan kadın oyuncuyu konuşturmayan erkek, arkasına militarist dilin tüm argümanlarını alarak bunları silah gibi kuşandı. Elbette bu tür kırıntılar tarihte anılmayacak veya en fazla bu çağın çürütmüşlüğünün örneği olarak gösterilecek.

 Peki ya çürümüşlük hâkimiyet kazanıyorsa?

Tarih boyunca kuleler inşa edilmiş ve bize sadece temeli sağlam kuleler ulaşabilmiş. Diğerlerinin varlığından bile haberdar değiliz. Yok olup gitmişler. Şu anda görünen de temelsiz bir güç kulesi. Onun tepesinde yer almaya çalışanlar kulenin yavaş yavaş sallandığını görmeye başladı.

Başkalarının acıları üzerine bir kule inşa ettiğinizde, o acıların ruhu bir süre sonra adil insanların bedeninde canlanır ve hareket ettiğinde kule sallanır, devrilir. O yüzden uzun vadede karamsar değilim.

Bugün gelişkin ülkelere baktığınızda, başta Almanya olmak üzere hepsi geçmişinde korkunç acılar barındırmıştır. Ama onları bugün güçlü kılan, geçmişin zorbalıkları, faşizmi, zulmü değil, o zulümle hesaplaşmış olmalarıdır. Bizi de güçlendirecek şey geçmişle yüzleşmedir. Hafıza Odası’nı terk etmemektir. (İA/APK/KU)


AHMET GÜNEŞTEKİN / HAFIZA ODASI SERGİSİ – SERGİ REHBERLERİ İÇİN

page1image1018754944
1- İnsan Uçup Giden Bir Kuş Değildir, Enstelasyon, 430x430x20 cm, 2021

Bir Cumartesi Annesi’nin kayıp oğlunun ardından söylediği bu yürek yakıcı sözler, Güneştekin’in Diyarbakır, Keçi Burcu’ndaki Hafıza Odası sergisi için ürettiği son dönem yerleştirmelerinden belki de en güçlülerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Sanatçı, bizleri yine bir “Yüzleşme”yle sınarken, kayıpların hafızamızdaki yerini de sorguluyor; “Ne yaptık ve ne yapıyoruz!?” Yüzleri doğup büyüdüğü coğrafyanın geleneksel eşarplarıyla sıkı sıkıya sarmalanmış 400’ü aşkın kurukafa, cinayet şebekelerinin gözaltında öldürdüğü, yargısız infazlarla hayattan kopardığı kardeşlerinin ve kızkardeşlerinin isimlerinin yer aldığı bir platformu, arkaplan olarak kullanıyor. Güneştekin, Kafka’nın Dava romanında geçen şu cümleyle, kayıpların ve unutuşun tarihini tekrar ve tekrar gündeme getirerek, adeta içimizi okuyor. Ne diyordu Kafka Dava’sında; “Dışarıdan baktığınızda, dava unutulmuş, ya da kaybolup gitmiştir, aklanma kararı da eksiksiz bir karardır. Fakat meselenin aslını astarını bilen hiç de böyle düşünmez; dosya kaybolması, unutulma diye bir şey sözkonusu olamaz.” Buradan yola çıkarak, İnsan Kayıp Bir Kuş Değildir enstelasyonu için, unutulmanın olası olmadığı bir sanatçı hafızasına tanıklık ediyoruz; Annenin aklı almıyor, aklımız almıyor, kimsenin aklı almıyor, insan bir kuş değil ki öylece uçup gitsin! Öfkeli terörden, yasal teröre geçişin yaşandığı bu kanlı zamanlar, Benjamin’in argümanlarıyla söyleresek, “geleceği somut nihai biçimiyle göstermediği gibi, mitsel anlatının altında yatan arzunun fiilien hayata geçirilebileceği araçlara da işaret etmez. Bunun için, başka tür bir imge gerekmektedir.” sanatçı, İnsan Kayıp Bir Kuş Değildir de tam da bunu yapar; geri çağırmalarla ve geri çağırdıklarıyla önce kendisi yüzleşir, ardından anlatıyı bize havale eder, görmemizi istediği şeyle, bizi hep baş başa bırakır.

2. Kayıp Alfabe

Güneştekin’in Hafıza Odası sergisi için ürettiği çalışmalardan biri de Kayıp Alfabe’dir, ki bu çalışma İnsan Kayıp Bir Kuş Değildir enstelasyonuyla ilişkilenir. Güneştekin’in kayıplardan oluşturduğu enstelasyon, her bir isime düşündüğü ve uyguladığı işaret ve yer-yön tabelalarıyla kamusal alanın içine konuşur. Kiminin ölüsü, kiminin kemikleri, kiminin nerede ve nasıl katledildiğine dair en ufak bir iz bile bulunamamış kayıplar, Kürtçe alfabeyi oluşturan harfleri, A’dan, Z’ye takip ederek, yükselen ve genişleyen bir ‘Kayıplar Duvarı’ yaratır. Yine de sanatçı bu tabelala ve lehvaları gelişigüzel yerleştirmemiştir, duvardaki kaotik görüntü; iç içe geçen, üstü üste binen, birbirini kesen veyahut birbirine dokunan, bir diğerini gizleyen veyahut bir diğerini sıkıştıran her bir isim için yeniden üretilmiş gibidir. Abbas Çiğden Caddesi, Abdo Yağızlı Mahallesi, Bedri Algan Yokuşu, Cemil Yarar Sokağı, Taxa Ebedîn Yaşlı ya da Erkan Encü Meydanı ve Fadil Encü Çıkmazı, bunlar elbette varolmayan işaretler, varolmayan mekânlar, varolmayan yerlerdir, burada sanatçı, katledilmiş bu insanların isimleriyle kamusal alanda olası bir karşılaşma ve tepkiyi de, minör anlar ve etkileşimler üzerinden kurgular. Belki burada çalışmanın -ve de sanatçının- politik tavırla, yaratmak istediği ve/veya izleyiciye ulaştırmak arzusu taşıdığı sözü tartışılabilir. Stevphen Shuaitis’in Duygulanımsal Kompozisyon ve Estetik makalesi, politik (oldum olası) sanatın karşılaştığı zorluklara değinir, şöyle der Shuaitis“Didaktik kompozisyonlarda örtük biçimde kabul edilen varsayımlardan biri şudur: Bir eserin savları, halihazırda mevcut olan bir kamusal alanda, yani tekil eserlerin oluşturulmasından önce var olan ortak zemin ve gönderme çerçevesi içine konur.” Temel tartışma “politik sanat”tır ve Shuaitis’in dediği gibi, “…nice politik sanat eseri, sanki mesajları dinleyicilere bozulmadan ulaşacakmış gibi, ilginç ve kışkırtıcı savlar, tumturaklı sözler yaratmaya çalışmıştır.” Güneştekin’in çalışmalarındaki ayırıcı özelliklerinden biri de (en güçlü taraflarından biridir hiç kuşkusuz), politik olarak ürettiği sözün, söylemin, duygulanımsal bir yankı oluşturmayı, kışkırtıcı savlara gereksinim duymadan başarabilmesidir. Bu yetiye sahip bir sanat çalışmasının laf kalabalığı yapmayacağı, izleyiciyle yapıt arasına etkileyici (ancak etik olmayan)sözler döşemeyeceği de bilinir. Bellek bunu ister karşılaşmalarla bilince çıkarsın, ister politik refleksle, yapıt oradadır, kayıplar oradadır.

page3image1076109840
3- Yoktunuz, Karışık Teknik, 310x1000x120 cm, 2017

Belleğimiz, nesneler ve mekân aracılığıyla maddeselleşir ve çoğu zaman kolektif olanla kişisel olan arasındaki akışın arasında kurulur. Nesne çoğunlukla özne ile tanımlanan ikili algının parçası olarak ele alınır. “Yoktunuz” bu algının tersine nesneyi öznenin ya da bilincin ikili karşılığı yerine devamlılığının koşulu olarak okumayı tercih eder. Yaşam alanımızda, mekânları dolduran bu cansız varlıkların, pasif bir eylemsizlik halinde olmadıklarını, kendilerine özgü bir yaşam sürdüklerini hatırlatır. Şeylere onların bize ihtiyaç duyduklarından daha fazla ihtiyaç duyarız, çünkü onlar yaşamın ön koşuludur. Şeyler de zamanda ve mekânda var olurlar, mekânı dönüştürürler. Mekânı anlamlandıran nesneler var olmadıklarında sadece yaşam alanlarımızı değil, benliğimizi de eksik tanımlamış oluruz. Bu bağlamda “Yoktunuz” mekân ve nesnelerin sınırlandırdığı bir iç kabuktur. Mekân ve nesneler Pierre Nora’nın da belirttiği gibi hafızanın mayalandığı yere dönüşür. Buradaki her nesne geçmişe ait bir anın somutlaşmış halidir.

Bu mekânın gerçeği kitlesel ölümlerdir, sadece bu kaderden kurtulabilenler konuşabilir ve konuşan özne yani sanatçı kendisi seçmemiştir özne olmayı, metin dışı konularca seçilmiştir. Orada olmayanlar yaşanılanların tümünü anlatamazlar, konuşurlar çünkü onların yerine başkaları ölmüştür. Bu mevcut olmayan özne sorunsalıdır. Bu öyle bir birinci tekil şahıstır ki tanıklıkla ortaya çıktığında her zaman başka birinin yerine geçmiştir, onun vekili ya da temsilcisi olduğun için değil, sadece ölmüş olanın yerine ölmediği için. Mevcut olmayanlar radikal bir biçimde temsil edilemezler, tanıklığın paradoksal olması bu imkansızlıktan beslenir. Geçmişe dayanan bütün deneyimler vekaleten gerçekleştir. Çünkü bir şeyi anlamak için kendini imgesel ya da bilişsel olarak gerçekten o deneyimleri yaşamış kişinin yerine koyacak özneler gerektirir. Geçmişle ilgili tüm anlatılar bir temsildir, olayın yerine geçen bir söylemdir. Bu nedenle “Yoktunuz” konuşamayanı temsil ettiğini göstermez, o zamanı eşeleyerek, eleştirel gözle toplumsal belleğin yaratımına katkıda bulunmak için didinmenin yolunu gösterir. Unutmaya karşı direniş buradaki en büyük itici güçtür.

page4image1076599024

4- Hafıza Tepesi, Enstelasyon, 2019

Nesneler birden çok yaşam rolüne sahiptir. Akışkandır. Sahip oldukları gücü farklı nedenler için kullanırlar. Bazı nesneler çağrıştırıcıdır; güçlü anılar uyandırırlar ve/veya kimliğimizin önemli bir parçasını temsil edebilirler. Somut nesneler evreni, bizim bildiğimiz şekilleriyle, daha büyük ve yüksek bir soyut fikirler evreninde bize doğru akarlar. Onların önemi buradan gelir. “Hafıza Tepesi” adlı enstalasyon, sanatçının çocukluğunu çağrıştıran nesne olan ayakkabılarla olan ilişkisini ele alıyor. Eser şu sorulardan yola çıkıyor: Bir nesneyi çağrıştırıcı yapan şey nedir? İnsanların nesnelerle ilişkisi nedir? Nesneleri, kavramlar üzerinde düşünmek, özdeşleşmek veya anıları somutlaştırmak için nasıl kullanırız? Enstalasyon, yas ve bellek nesneleriyle ilişkilerimiz üzerine düşünmenin bir yolu olarak tasarlandı. Sanatçı için tüm çalışmalarının başlangıcında bir çeşit travma vardır: Geçmişte yaşanan bir şey. Sanatçı, ayakkabılar dâhil kendisine bir şeyler çağrıştıran nesnelerin üzerinde çalışıyor, çünkü onun için ayakkabı parçası ile ölü beden arasında doğrudan bir ilişki var. Öyle ki, daha önce hayatta olan biri artık burada değil. Bu doğrudan ilişki, onları giymiş kişi ile özel bir bağı olan ayakkabılar için, özellikle söz konusu. İnsanların kişisel eşyaları ile çalışmanın güzel yanı, bu eşyaların birilerinden gelmiş olması. O birileri bu eşyaları seçmiş, sevmiş. Ancak, onların içindeki hayat artık ölü. Bu nesneleri bir sanat eserinde sergilemek, onlara dokunmak, hayat vermek, onlarla oynamak hatta ve hatta onları yeniden diriltmek gibidir. “Hafıza Tepesi”, nesnelerin ve mekânların sosyal, duygusal ilişki ağlarının aktif unsurları olduğunu gösteriyor. Nesnelerin ve mekânların sadece, öznel deneyimleri ve duyguları yansıtan yüzeylerden ibaret olmadıkları, aynı zamanda tüm deneyimleri barındıran bir derinliğe sahip oldukları konusunda bir tartışma başlatmayı amaçlıyor.

page5image1020143168
5 No.’lu, “Türk, öğün, çalış, güven”, Neon Yazı, 15×30 cm, 2021
 5 No.’lu, “Türkçe konuş çok konuş”, Neon Yazı, 15×30 cm, 2021
5 No.’lu, “Türkiye Türklerindir”, Neon Yazı, 15×30 cm, 2021
5 No.’lu, “Ne Mutlu Türküm Diyene”, Neon Yazı, 15×30 cm, 2021
page6image1197593904
9- Gelene-ek Serisi 12, Karışık Teknik, 90x163x42 cm, 2021
page6image1197594336
10- Gelene-ek Serisi 4, Karışık Teknik, 165x105x90 cm, 2021

Hans Irrek, Mitlerin Işığı (Hafıza Odası, 2019, Pilevenli, Mecidiyeköy, İstanbul) metninde, “Güneştekin’in yapıtıyla ayrıntılı olarak ilgilenildiğinde, her şeyin henüz bir başlangıç olduğu ve tüm hikâyelerin hep yeni baştan ve başka türlü anlatılmaları gerektiği fark edilir.” der, bu sil baştan kurgu ve anlatım, sanatçının Gelene-ek Serisi adını verdiği çalışmalarında da ortaya çıkar. Sanatçı, gelenek sözcüğüyle oynar ve ‘gelmekte olana’ “ek”lemeler yaparak, resimsel geleneğini başka -ve daha zengin- bir mecraya taşır. Onun resimlerinde aşina olduğumuz çok renkli desenleri, bu kez metamorfoz geçirmiş hayvanlarında (bu sergide bir boğa ve balıkta) ortaya çıktığında, Irrek’in okuması aşırı bir yorum olmaktan çıkarak, hakikatle birleşir. Bu metaforik heykellerde temel aldığı hayvanların kalın ve saydam, çift katmanlı bir malzemeyle bölündüğünü, devraldığı geleneğin bölünmeleriye açıklamak gerekir. İzlerini mitolojik evrende bulabileceğimiz bu sanatsal yapılar, daha ilk bakışta izleyiciyi büyüler. Sümer ve Samiler’de güç ve bereket sembolü olan Boğa, Ur kraliyet mezarlarının kişisel eşyaları arasında üzerlerinde boğa figürleri olan lirler olarak ortaya çıkmıştır. Boğanın boynuzları aynı zamanda Samilerde Güneş Tanrısı El gibi, bazı tanrıların da simgesi olmuştur. Boğa, pek çok kültürde Tanrılar ve kahramanlarla eş değerdir ve Güneş-Tanrı Mithra ve Roma’da tapınılan ve birseysel selamet vadeden Kybele kültüründe de olduğu gibi, “taurobole” denilen bir kurban ritüelinin parçası olmuştur. Bununla birlikte Picasso’nun resimlerinde merkezi bir unsur olduğu da bilinir. Balığa gelince, Güneştekin bir hafıza analojisi üzerinden yaklaşır ona, pullu derisini süsler, püsler, kuyruk, kafa ve yumuşak sırt yüzgeçlerine kendi motiflerini işler. Balığın ağzında bir kurukafa (bir insanı yutmuş ve sindiremeyip çıkarmak istemiştir adeta), tepesinde ise cüssece daha küçük bir balık görürüz, peki ya gözler? Bir kadının gözlerini alan balığın, cinsellik (habitatının nemli oluşu) ve bereket üzerinden (yumurtlaması), anlatının birer parçası haline geldiğini de eklemek gerekir.

page7image1020236560

11- Nasılsın?, Ses Enstelasyonu, 01’41’, 2021

Nasılsın? Güneştekin’in yine Keçi Burcu’ndaki Hafıza Odası sergisi için ürettiği yeni çalışmalarından biri olarak karşımıza çıkmakta. Daha doğrusu bizleri kanlı bir tarihin sese dönüşmüş formuyla, arada gürleyip, görüşmeciyi “dil” hususunda (Türkçe dışında başka bir dilin katiyen kullanılmaması hususunda) uyaran bir barbarlıkla karşı karşıya bırakmakta. Kırık dökük, eğreti ve ruhsuz “Nasılsın?”lar, işte o varolmayan (ve de hiç varolmamış) bir dili, “varmış gibi, hep varolmuş gibi” yeniden ve yeniden boğmaya muktedirler tarafından, 5 No’lu başlıklı neon savsözlerin yerleştirildiği dehlizde yankılanıyor. Güneştekin, hiç de beğenmeyeceğiniz, sıkıntılı bir atmosfer yaratıyor bu dehlizin derinkilerinde; izleyerek tanıklık etmenizi talep etmiyor, o dehlize adım atmanızı, tıpkı Enkidu gibi, yol arkadaşının durumundan endişe ederek, Ölüler Diyarı’na girmenizi ister. Gıgamış ona bazı öğütlerde bulunur, temiz giysiler giymemesini, güzel kokular sürmemesini, eline asa almamasını ve de orada hiçbir canlıya dokunmamasını öğütler: Eğer şimdi ölüler diyarına ineceksen, / Diyecek bir sözüm var, dinle sözümü, / Sana bir öğüt vereceğim, tut öğüdümü: / “Giyme temiz giysiler, / Görevliler düşman gibi gelir üstüne yoksa, / Sürünme kâsenin tatlı yağını, / Üşüşürler başına kokusuyla yoksa, / Fırlatma mızrağını ölüler diyarında, / Çarptığı her şey sarar etrafını yoksa…”. Nasılsın?’da kadınların ve erkeklerin birbirlerini sorduklarını duyarız, bu imge, Ölüler Diyarı’nın ibliseleri tarafından sürekli olarak bölünür, hafızanın bölünmesidir bu.

page8image1197924304page8image1197930144page8image1197919968

12- Şahmaran 2, Kırkyama, 180×240 cm, 2021

13- Leda’nın Masumiyeti, Kırkyama, 220×270 cm, 2017 

14- Anka’nın Külleri, Kırkyama, 180×240 cm, 2016

Kırkyamalar / Patchworks

Sanatçı kırkyama işlerini kumaşın ve onun kullanım biçimlerinin hikâye anlatıcılığıyla, mitoslarla olan bağından yola çıkarak çalışır. Yama bir fragmandır. Kaybolan bir şeyin işareti ve yaratıcı tasarıma meydan okuma olarak duran bir bütünlük zaafıdır. Kalan olarak, yama yırtılma ve bozulmayı sembolize edebilir; çoktan yitip gitmiş olanın solmuş görkemiyle tanımlanabilir. Ancak, bir parça olarak, henüz keşfedilmemiş olanın patlayıcı potansiyeline de sahiptir. Parçaların bir araya getirilmesi, formların karmaşık bir matriste düzenlenmesi, ilerlemeye bir alternatif olarak derinlik ve yoğunluk gösterir. Geçici fakat uyarıcı parçaları bir anlatı olarak okunabilecek bir formda toplama ve birleştirme süreci ise kadına özgüdür. Sanatçının kırkyama işleri, geleneksel olarak kadınlarla ilişkilenen bu pratiğe yeniden bakar. Güneştekin kendi desenlerini ve motiflerini antik mitolojilerin tema ve karakterlerinden yola çıkarak çalışır. Desenlerini geleneksel biçimde üretilmiş kırkyamalara bindirmekle kalmaz, sanat yaklaşımını gösterecek biçimlerde müdahale eder. Sanatçının desen ve motiflerini kırkyamalara uygulayan kadınlar, kumaş seçimlerini özgürce yapar, ancak figür ve renk geçişlerinde sanatçının yönetiminde olurlar. Bu anlamda, sanatçının kırkyamaları kadınların aktör konumlarını da doğrular. Eski giysilerin sökülerek yeni ve faydalı bir şeye dönüştürüldüğü kırkyama dikme işi, geleneksel uygulayıcıları olan kadınlar tarafından yıkım sonrası yeni bir yaratım olarak algılanmıştır; unutulmuş olanın yeniden hatırlanmasını sağlama anlamında sembolik bir edimi tanımlar. Bu sembolik anlatımın geleneksel uygulayıcıları ile birlikte çalışmak sanatçı için önemlidir. Sanatçı kadın hikayeleri serisini, kimlik, cinsiyet ve estetik konularının bileşiminde sunar. Kırkyamalar uzun süreli kolektif veya bireysel çalışmaların ürünüdür. Sanatçı için, bu tekstil biçimi, bir çizim şekli olduğu kadar bir sanattır ve bir hikâyeyi birkaç katman üzerinden anlatır. İzleyiciyi kültürel ve retorik bir sanat formu olarak bu özel kültürel materyalin tarihini ve aynı zamanda tarihin yazımı üzerinden bir yolculuğa çıkarıyor. Sanatçıya göre kırkyamalar tarihsel deneyimi anlatabiliyorsa, aynı zamanda tarih yazmak için maddi bir kaynağı da temsil edebilmelidir. Güneştekin’in kırkyama işleri, geleneğin taşıyıcılığı ile iletilen çok katmanlı hikayeler, izleyicileri tarihi sorgulamaya ve farklı düşünmeye yönlendirir.

page9image1198313920

15- Çemberlitaş Tepesi 7A, Kostantiniyye Serisi, Karışık Teknik, 150Øx30 cm,2020 

page9image1198314128

16- Çemberlitaş Tepesi 1G, Kostantiniyye Serisi, Karışık Teknik, 250Øx30 cm, 2019

Ahmet Güneştekin, 2012 yılında “Yüzleşme” isimli yeni bir seriye başladı. İlk başlarda büyük ebatlı ve dikdörtgen olan bu eserler; cami, kilise, sinagog, hilal, Davut yıldızı ve haç gibi İstanbul’un tarihini yansıtan yerler ve simgeler içeren rölyefe dönüştürülmüş, petrol bazlı bir malzemeden oluşuyordu. Bu tablolar Kostantinopolis’in doğuşunu, onun yüzyıllar içindeki çalkantılı tarihini, dini bir başkent olarak yükselişini, ardından düşüşünü ve bugünkü İstanbul’a dönüşümünü konu ediniyor (bkz. “Kutsal Yüzleşme Serisi”) Sanatçı seriye daha sonra tamamen farklı bir yön verdi. “Kostantiniyye” adını alan seriye günümüz İstanbul’unu da dahil etti. Böylece, serinin formatını ve biçimini değiştirdi. Objeler dairesel hale geldi ve küre merkeze kaydı, metalik ayna şeklinde işlendi. Bu durum, yerleştirildikleri mekâna bağlı olarak rölyeflerin değişmesine imkân tanıyor. Çünkü bu objeler çevrelerini yansıtıyorlar, fakat aynı zamanda yansıma nedeniyle objeye bakan kişiyi de içlerine alıyorlar. Sanatçı ayrıca, sadece simgeler kullanmak yerine eserlerinde yazılara da yer vermeye başladı. “Yüzleşme Serisi”nde sanatçı geçmişe ait fragmanları, dini sembolleri, kelimeleri ve kontakt baskıları plakaların üzerinde çizgisel düzende bir araya getirdi. “Kostantiniyye Serisi”nde ise çizgisel düzende ilerleyen ve çağdaş tanıklardan oluşan bu kafile, şimdi girdaba kapılmış gibi hayali bir merkeze doğru çekiliyor. Güneş küresi, dünyanın etrafında seyrini sürdürdüğü bir büyütece dönüşüyor. Sanatçı bu serideki en son çalışmalarında ise dairenin bir kısmını kesiyor; baktığımızda kendi yansımamızı gördüğümüz, bizi düşünmeye sevk eden bir aynayı açığa çıkarıyor. Bu eserler farklı halkaları ve fonksiyonları ile eski, analog kameraların lenslerini anımsatmaktadır. Işığın kırıldığı merkezin etrafında üst üste bindirilmiş çeşitli halkalar ve bunlardan bazılarının üzerlerindeki yazılarda, tarih boyunca İstanbul’a verilen çeşitli isimler okunabilirken, bir diğer kısmına harekete geçirilmiş insan figürleri eşlik eder. Bazılarında binalara ve köprülere, bazılarında da bir dizi farklı sembole yer verilmiştir. Bütün bunlar, bireylerin sosyal alana ve tarihe entegrasyonunu önerir ve bireyleri, aileleri, şehirleri ve ulusları oluşturan farklı kültürel ve duygusal katmanlara işaret eder.

Tuval Üzerine Yağlı Boya Çalışmaları

17- Cenette O Gün, “Korona Günleri”, Tuval Üzerine Yağlı Boya, 300×80 cm, 2020
18- Ferhat ile Şirin“Korona Günleri”, Tuval Üzerine Yağlı Boya, 300×80 cm, 2020
19- Şahmaran’ın Günü, “Korona Günleri”, Tuval Üzerine Yağlı Boya, 300×80 cm, 2020 

20- Yedi Dervişin Uyanışı, “Korona Günleri”, Tuval Üzerine Yağlı Boya, 300×80 cm, 2020

page11image1135787424

21- Göğe Yükseliş, Tuval Üzerine Yağlı Boya, 150×200 cm, 2020

page11image1135795216

22- Yükselen Kanat, Tuval Üzerine Yağlı Boya, 130×130 cm, 2019

23- Çiftlik Ağası, Tuval Üzerine Yağlı Boya, 100×100 cm, 2018

page12image1135827200

24- İkaros’un Eriyen Kanatları, Tuval Üzerine Yağlı Boya, 100×100 cm, 2018

page12image1135827200

25- Kendi Cennetini Yaratanlar, Tuval Üzerine Yağlı Boya, 100×100 cm, 2018

page12image1135827632

26- Leda’ya Şarkılar, Tuval Üzerine Yağlı Boya, 100×100 cm, 2018

page12image1135827200

27- Renk İksiri, Tuval Üzerine Yağlı Boya, 100×100 cm, 2018

page14image1135891280

28- Yedi Evin Hüznü, Tuval Üzerine Yağlı Boya, 150×150 cm, 2017

page15image1135905984

29- Troya’nın Yedi Savaşçısı, Tuval Üzerine Yağlı Boya, 150×200 cm, 2015

30- Kainatın Yedi Dervişi, Tuval Üzerine Yağlı Boya, 300×190 cm, 2016page16image1135976752

31- Ölümsüz Kadınlar Cenneti, Tanrının Arka Bahçesi Serisi, Karışık Teknik, 400x530x35 cm, 2021

Güneştekin mitoslara olağanüstü subjektif kavrayışlar olarak bakar ve onlara dair subjektif öğeleri yeniden yorumlayarak eserlerini üretir. Yorumlamaları sanatçının düşlerinin konfigürasyonudur. Alegorik ve sembolik katmanlar üzerine yoğunlaştırdığı bu öğeler, sanatçının mitolojik geometrisini oluşturur. Renkleri, formları simetrik ve asimetrik biçimlerde kurgulayan sanatçı estetik anlayışını karşıtlıklar ve geçişli yöntemler üzerine inşa eder. Hayal gücünün tezahürlerine benzer sembolik bir sistem olarak çalışan mitosları ve modern kültürlerle olan ilişkisini bu yöntemler üzerinden okumayı tercih eder.

Güneştekin farklı iki evrenin algı dünyaları olarak tanımlanan mitosların ve modern kültürlerin esasında katı bir kesinlikle birbirlerinden ayrılmadıklarını, geçişli bir konuma sahip olduklarını düşünür. Mitosların ve modern kültürlerin doğru ve güncel anlamlarının bu karşıtlıklar içinde düşünüldüğünde oluştuğunu söyler. Bu düşünme biçimi sadece mitoslara içkin subjektif esasları tahayyül edebilmesini sağlamakla kalmaz aynı zamanda sanatçıya materyalleri kullanma biçimlerinde özgürce çalışabileceği bir alan açar. Böylelikle işleri sergilendikleri mekânda olağanüstü bir dinamizm oluşturur, ki bu, materyal düzenlemelerinin çeşitliliği kadar sanatçının işlerinin karakterini oluşturur.

Güneştekin’e göre mitoslar uydurulmuş hikayeler değildir, olayların fantastik yansımasıdır; subjektif bir kavrayışın sonucudur, bilincin ussallığı ve diyalektik bir zorunluluktur. Mitolojilere ve modern kültürlere ait düşünme biçimlerinin bir sentez içinde olduğunu söyler ve bu geçişken olma durumunu mitoslara içkin olan subjektif esasların doğasını yeniden yorumlayarak gösterir. Modern mitleştirmenin içinde yaşadığımız yüzyılın bir olgusu olduğunu belirtir. İçinde yaşadığımız yüzyılda tanıklık ettiğimiz bu mitleştirmeye dönüşün doğasını açıklamak için ilksel zamanların mitoslarına ve oluşum pratiklerine bakmayı önerir. Mitosların oluşum pratiklerine modern kültürlerle olan diyalektik ilişkisi üzerinden bakar. Mitoslar alegori ve sembolizm yoluyla anlatılan hikayeler değildir sadece, insanın ve evrenin yaşamını etkileyen olağanüstü kavrayışlar olarak ilksel dünyaların kabul ettiği gerçekliklerdir. Mitolojilerin psikolojik karakteri, mitoslar ritüellerle yeniden üretildiğinde kültürlere eklemlenmiş, korunmuş ve olağanüstü işaretlere dönüşmüştür. Modern kültürlerin oluşması zorunlu olarak diyalogdan geçer. Çünkü kültürün oluşumu zorunlu olarak uzlaşmaya, adaptasyona ve melezleşmeye dayanır. Kültürler hareketsiz değildir, evrim geçirir, dönüşür ve başkalaşırlar. Sanatçıya göre mitlerin fonksiyonel tanımı bu nedenle şimdiki zamanda da geçerliliğini koruyarak modern kültürlerle diyalektik bir ilişki üzerinden çalışır.

Aslında her fikir yansızdır ya da öyle olmalıdır; ama insan onu canlandırır, alevlerini ve cinnetleriniyansıtır ona; saflığını yitirmiş, inanca dönüştürülmüş fikir, zaman içindeki yerini alır, bir olay çehresine bürünür: Mantıktan sara hastalığına geçiş tamamlanmış olur… İdeolojiler, doktrinler ve kanlı şakalar böyle doğar.

Emil Michel Cioran
page17image1136395360
32- Çürüme, Enstelasyon, 2017

Güneştekin “Çürüme” videosunda nesnelerden duygulara kadar çürüme olgusunun var olma biçimlerine bakar. Fransız filozof Emil Michel Cioran’ın yarım yüzyıl önce “Çürümenin Kitabı”nda sorduğu sorulara yaşadığı zamanın içinden bakarak, nesnel ve öznel koşulların çürümeyi nasıl biçimlendirdiğini gösterir. Sanatçının yeniden sorduğu soru şudur: Düşüş, bir doğrunun peşine takılma ve onu bulmuş olmaktan emin olma değilse, bir dogma için duyulan tutku, bir dogmanın içine yerleşme değilse nedir? Bundan inanç tarafından ele geçirilip onu ötekilere iletmeye çalışan insan doğar, fanatizm doğar. İnsana iş görür olma, peygamberlik yapma ve terör zevkini veren temel kusur da budur, ruhlara bulaşır, boyun eğdirir, onları ezer ya da yalnızlaştırır. Cioran’ın, fanatizmi ve ideolojileri reddedişi sanatçının düşünceleriyle bağdaşır. “Çürüme” inançlar, fanatizm ve kültürlerin çöküşü gibi konuları ele alış biçimiyle karmaşık bir yapıttır. Filmde gördüğümüz birbiriyle bağlantı içindeki tüm özne ve nesneler dogmanın, sorgusuz kesinliğin görünümlerini verir. Sanatçı bu görünümleri öğelerin birbirleriyle belirli bir tarzda bağlantı içinde olmalarının, şeylerin de öyle bir bağlantı içinde olduklarını ortaya koyması öncülünden yola çıkarak enstalasyonun kurgusunu gerçekleştirir. Bu video çalışmasında sanatçı kullandığı şiirsel- simgesel görüntülerle savaşın, çatışmaların ve yüzleşmelerin anısını uyandırır.

page18image1136596896
33- Bellek, Video, 12’09”, 2012

Sanatçı “Bellek” videosunda metnin ötesindeki tarihi inceliyor ve belleğin sesle ilgili doğası üzerinde duruyor. Geçmişin gerçek seslerini kullanarak sözlü tarihleri irdeliyor. Sözlü tarih, geçmişte yaşananların tanıkları olan insanların, toplulukların seslerini, anılarını toplama, muhafaza etme ve yorumlama yöntemidir. Zamanın akışından en çok etkilenen kaynaklardır. Yaşananların üzerinden belirli bir zaman geçtikten sonra, geçmişteki deneyimlere ve olaylara dair çağdaşların kendi perspektiflerini yansıttıkları anlatımlara dayanırlar. Zaman sadece söylenen her bir söze yayılmakla kalmaz, aynı zamanda her geçen gün tarihçilerin elinden kaynakları çalar. Güneştekin bu videoda, arşiv görüntülerini belleğin sesi olarak kullanarak, kayıt altına alınmış anıların tarihin yorumlanmasına nasıl önemli katkılarda bulunabileceğine ilişkin yorumunu ortaya çıkarır. Video geçmişin gerçek seslerinin zenginliğini yansıtıyor. Üzerlerinde, yaşanmış korkunç olayların tarihlerine atıfta bulunan başlıkların yer aldığı siyah beyaz görüntülerin döngüsü hem belleklerin sesini içeriyor hem de onları yankılıyor. Bu görüntülerle birleşen belirli ritimlerle bağrışan sesler, trajik tarihi olaylardan kurtulanlara, tanıklara ait. Böylelikle odak görselden sese kaydırılıyor ve kolektif belleği oluşturan çeşitli simgesel sesler ele alınıyor. Sesin bu yerleşimi görselden uzaklaşmaya yönelik bir çağrı değildir. Aksine, ses tekrarının ve belleğin metinlerdeki (şiirsel, filmsel ve görsel) yansımalarının incelenmesi yoluyla, seyirci görüntü ve ses arasındaki çatlaklarda belleğin üretimindeki ve yaratımındaki diğer katmanları bulabiliyor. Sesin belleği, ses ile melankolik ilişkiyi (bir zamanlar var olan fakat artık kaybolan) gerektirirken; belleğin sesi, bir olayın sesle bağlantılı olarak nasıl hatırlandığının somut kaydı olabilir. Belleğin görsel alanlarına kıyasla belleğin sesi daha zor yakalanır ve belki daha kırılgan, geçicidir. Videoda, eğer sesler izleyici tarafından görsel yüzeye kolaylıkla yansıtılabiliyorsa, bunun nedeni, görselin uzamda fark edilebilecek bir çerçeve ile çevrelenmesidir. Oysa ses böyle bir çerçeveden yoksundur. Görselin aksine, işitselin bağlı olduğu bu çerçevesiz olma durumu, ses ile bellek arasındaki ilişki üzerine yapılacak bir araştırmanın, görsel alanı inceleyen bir araştırmaya göre daha spekülatif ve açık uçlu olmasını gerektirir.

page20image1135960608

34- İnkar, Video, 00’19”, 2012

“İnkâr” videosunda, tahtaya sırayla H, K, V harfleri yazılır. Diğer ekrandan eş zamanlı olarak harflerin okunuş sesleri gelir. Tahtadaki her harf, okunuşunun ardından başka biri tarafından silinir. Bunlar Türkçe alfabede olduğu için Bulgaristan’da yaşayan Türklere yasaklanan harflerdir. Ardından tahtaya sırayla X, W, Q harfleri yazılır. Diğer ekrandan eş zamanlı olarak harflerin okunuş sesi gelir. Yine tahtadaki her harf, okunduktan sonra silinir. Bunlar da Kürtçe alfabede olduğu için Türkiye’de yaşayan Kürtlere yasaklanan harflerdir. Şüphesiz, hiçbir politik olgu, dil ile politika arasındaki yakın ilişkiyi milliyetçilikten daha keskin bir şekilde öne çıkartamaz. Bu meseledeki zorluklardan biri, İnsan Hakları Beyannamesi’nin dil hakları konusunda çok az şey söylemesi ve sadece dil politikalarına yönelik minimum düzeyde kısıtlamalar getirmesidir. Beyanname ağırlıklı olarak belirli hoşgörü hakları ile anadil yüzünden ayrımcılığa uğramama hakkını güvence altına alır. Tarih ve kimlik anlayışlarımızın incelikli doğası ve dil sisteminin istikrarsızlığı bir sorunsaldır. İnsan hakları tarihi, insan hakları kavramının statik olmadığını gösterir. İnsanların temel özgürlüklerini nasıl sınırlandırdıklarına dair değişen algılara ve uluslararası topluma adaletsizliği önleme konusundaki zorluğa yanıt olarak sürekli gelişmektedir. Öyleyse, geçen yüzyıl, insan haklarına karşı sadece zorluklarla mücadele etmekle kalmayıp, aynı zamanda bu haklarla ilgili farkındalığı da artırdı. Böyle bir farkındalığın gelişmesi için nispeten geç olan alanlardan biri, çoğunlukla grup ve bireysel hakların korkunç ihlallerine rağmen, dil alanıdır.

page21image1136646816

35- Dil, Video, 02’27”, 2012

“Dil” adlı videoda karatahtaya tebeşirle Q, X ve W harfleri yazılır. Ekranda beliren kişi kamçıyı, harflerin üzerine denk gelecek şekilde kara tahtaya vurmaya başlar. Belirli bir ritimde tekil bir ses duyulur. Kırbaçlandıkça harfler belirsizleşir. Ekranda beliren ikinci kişi de kamçılamaya katılır. Ses ardışık hale gelir ve öncekinden daha farklı bir ritim oluşturur. Harfler neredeyse görünmemeye başladığında en başta kara tahtaya harfleri yazan kişi tekrar ekranda belirir; silinen Q, X ve W harflerinin üzerinden tebeşirle geçerek onların belirsizliğini ortadan kaldırır. Önce tekil sonra da ardışık olarak kırbaçlama yeniden başlar ve döngü devam eder. Sanatçı, dil hakkını kendi bakış açısından ele alır; dil haklarının ne anlama geldiğini sorar. Dilsel çeşitliliğin, modern toplumların kalıcı bir gerçeği olduğu artık geniş kabul görmektedir. Sanatçı bu bağlamda azınlıkların dillerini kullanma haklarına bakar, farklı dillerin haklarının adalet, özgürlük ve demokrasi teorileriyle ilişkisini değerlendirir. Dil çeşitliliği, dünya genelinde pek çok politik oluşumun istikrarını etkileyen önemli bir çatışma kaynağı olarak ortaya çıkmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yasa yapıcıları katı bir şekilde, çeşitliliği muhafaza etmek yerine, uluslaşma modelini yeğlemişlerdir. Sanatçı bu video enstalasyonunda Türkiye’nin ulusal dil planlamasına yön veren ideolojileri ve inançları değerlendirir, ilk yasa yapıcıları resmi tek dilliliği benimsemeye iten söylemleri incelemeyi amaçlar. Uzun yıllar boyunca Kürtçeye uygulanan baskılar, Kürt kimliğini baskılamayı hedefleyen toplumsal dil politikalarının bir örneğiydi. Bu baskı tarihinin mirası, devletin dil hakları sorununu çözüme kavuşturma kabiliyetini kısıtlamaya halen devam etmektedir.


(başlıktan devamla)

Metnin bu satırına ulaşmış olan herkes, yalnızca resimlere bile bakmış olsa, serginin 30’un üzerinde farklı iş ve yerleştirmeden oluştuğunu görmüş; bütün çalışmalar hakkında bir fikir ve asgari duygu edinmiştir. Asgari dememin nedeni bu tür çalışmalar izleyicisiyle fiziksel ortamlarda buluşmayı, ve bu buluşmadan ortaya çıkacak etkiyi hedefler.

Ben tanıtım kataloğu ve söyleşiden edindiğim izlenim çerçevesinde gönül feraıhlığıyla söyleyebilirim ki, serginin bu kadar infial yaratması, Güneştekinle ilgili değil. Hele bir serginin basılıp, “eserlere” ve izleyicilere sözlü ve fiziksel şiddet uygulanması kabul edilemez.

Sevgili Ümit Kıvanç bir sanatçı olduğu için görmediği sergi üzerinden tartışmadı, halay üzerine yazdı. Onun dışındaki kitle ise iki olguyu da taşa tutmanın sebebi yaptılar.

Henüz söyleşiyi ve kataloğu incelemeden önce, SM’da paylaşılan halay ve rengarenk tabut (çürüme) görsellerinden sonra gençlerin eylemi üzerine “anlaşılabilir öfke, üzücü çaresizlik” cümlesiyle tepki verdim. Ortadoğu ve Anadolu’da çok önemli dönüşümler yaratan kırk yıllık bir siyasal sürecin sonunda, “demokratik modernite”den anladığınız bu mu, demekten başka bir söz bulamadım.

Yeryüzünde her kes, her olgu en sert eleştiriden geçirilebilir. Ama eleştiri bir yöntem ve zihniyetin ürünüdür. Hele, “Apocu/Komünalist” zihniyet ve yöntemle bunun alakası yoktur. Bu, devletlerin ve devletçi, iktidarcı zihniyetlerin temsili bir davranış normudur.

Güneştekin’i tanımaksızın, sergiyi görmeksizin, -HDP yöneticileri de dahil- her kesimden insana açılmış bir sergiye eleştirinin, tutum almanın bu yöntemle olamayacağını, bunun tartışma dışı ilkesel bir mesele olduğunu yüksek sesle söylemeliyiz.

Lanet okuyanların tümünün iki olgu üzerinden hareket ediyor olma gerçeği asıl üzücü olan nokta. Birisi İstanbullu bir kadının tabutların önündeki selfisi, diğeri ise Özkök ve Saymaz’ın da olduğu halay.

Halayı ve gazeteci süsü verilmiş, o iki ismi lazım değili, geçelim.

Peki, sergiyi oluşturan 35 eserin tamamını, ya da bir kısmını eleştiren, -sanat eleştirisinin en acımasızından ama usulü içinde- mahkum eden gördünüz mü? Yani uhulet, suhulet filan önermiyorum. Polemiğin en sertini bile yapmaya hakkımız var. Ama polemik bile bir fikri – her eserin, ticari olanının bile içinde, en az bir fikir olduğunu bilerek- çürütmek, zayıflatmak, insanlardaki etkisini kırmak için yapılır. Böyle değilse, çoğu kez tanık olduğunuz gibi, eleştiri süsü verilmiş hakarettir, yalnızca.

“Çürüme” adlı enstelasyon dışında hiç biri tartışılmadığı için, ben de onu ele alayım.

Metin giriş bölümünde, İrfan’ın bu çalışmayla ilgili de soru sorduğunu ve Güneştekin’in yanıtlarında da kulak tırmalayan hiç bir kelime geçmediğini okudunuz. Yani bu yanıt da bütün yanıtlarla tutarlı, bir iç bütünlüğe sahip. Dikkat ederseniz doğru/yanlış kategorilerini kullanmıyorum, tıpkı hiç bir sanat eserine de kullanmadığım gibi.

Çalışma, onlarca rengarenk tabutun sergilenmesiyle oluşuyor.

Beral Madra bu enstelasyonla ilgili şu eleştiriyi yapmış, onu da görmeden geçmeyelim.

“Güneştekin’in bu işinin orijinali bir videodur: Çürüme-Decay. Bu videoyu anlamsız bir mekanda, bağlamından kopuk bir yerleştirmeye dönüştürmesi büyük aymazlık ve yanlıştır: videonun bir anlamı vardı, kendi eliyle yok etti. Galerisi de eksik olmasın gösteriş merakından yardım etmiş işin berbat edilmesine! Bu video İstanbul Bienali’nde (bienale paralel yapılan bir etkinlikte) gösterildi. O zaman üstüne konuşulmadı. Anlayan anladı. Güneştekin’in malzemeleri yığma işlerinin ise Joseph Beuys’tan Boltanski’ye Alan Mc Collum’dan Ai Weiwei’ye çok örnekleri var. Hüseyin Alptekin’in Otel Levhaları’nı çağrıştırıyor.”

Bütün bunlara rağmen, “dejenere olmuş” haliyle bile “çürüme” Kürdistan’ın birinci şehri Amed bağlamına oturduğunda çok sert bir etki yaratmaya aday elbette. Tabut, Kürt halkının hayatında salt ölümün değil, ne yazık ki yaşamın da sembolü haline gelmiş, nesnelerden biri. Bir kısım Kürt, belli ki tabutlar üç renk ile renklendirildiğinde sorun görmüyor; bütün renkler kullanıldığında “hakaret/istismar” algılıyor.

Oysa ben kendi payıma hayatımda hiç renkli tabut hayal etmemiştim. Benim için de ölüm siyah, gri, karanlık bir imgeye sahipmiş. Çalışmayı ilk gördüğüm resimde -payetli kadına rağmen- beni kendi ölüm algım ve imgemle yüz yüze getirdi.

Doğadan geldim, doğaya gideceğim diye düşünen, tabutla gömülmeyi bile sorgulayan; ama devrimci arkadaşlarımın neredeyse hiç birini imamın ve cami cemaatinin elinden kurtaramadığım için, yakılarak, küllerimin denize savrulmasını seçeneklerden biri olarak hayal eden bende, önemli bir tartışmayı kanattı.

Çağdaş sanat, enstelasyon ve performanslardan zaten daha fazlasını bekleyemezsiniz, fazlasına aday bile değiller, yüz yüze gelip, bizde güçlü bir etki yaratmak amaçları.

İşlerin bir yarısı da bana çok bir şey ifade etmedi. Bir kısmı için konuşmak ancak fiziksel temas şartına bağlı olduğunu biliyorum. Aksi halde yanlış yorumlama ihtimali güçlü.

Sonuç olarak, bu tartışma gibi görünen kaos, asıl bize bir ayna tuttu. Dikkatle bakalım.