Kötülüğün Sıradanlığı, Talat Paşa ve Boğaziçi Üniversitesi Öğrencileri

412 views
14 mins read
412 views
14 mins read
Tarih yaşar ve günceldir. 
Yalnızca dünden ibaret olsa, belki de insanlık ona böylesine ihtiyaç duymayacak; uğruna kürsüler kurmayacaktı. 
İttihat Terakki'nin gerçekleştirdiği Ermeni soykırımı yirminci yüzyılın başında, yüzyılın gelmekte olanbütün felaket ve insanlık suçlarının habercisi hatta ilham kaynağı gibiydi. 
Ne yazık ki sosyalistlerin bile, doğrudan veya dolaylı olarak, kutsallaşmasına katkı yaptığı "ulus"un ve "ulus devletin" anlamını da gerçekten anlamak isteyenlerin bakması gereken Ermeni soy kırımcıları ve yüz yıl boyunca bunu izleyen kopyakatillerin pratikleridir. 
Ulus yaratmak hep, bunu yaratacak büyüklükte bir kaynağa el koymakla mümkün oldu. Bu nedenle kapitalizmin kökleri sömürgecilik ve soykırımlardan ayrıştırılamaz.
Boğaziçi öğrencisi gençlerin geçenlerde yaptıkları bir paylaşım bu kez bir "bilim yuvasının" bahçesinde yankılanınca, yeniden hatırladık ve hatırlatmak istedik.
A. Haluk Ünal 

Sevan Terziyan

Bu yazının kaleme alınmasının nedeni, kendini “Boğaziçi Türk Araştırmaları Topluluğu” olarak tanıtan bir grup öğrencinin birkaç gün önce “Anadoludaki Türk varlığının ve modern Türkiye’nin garantörü, hürriyet kahramanı, büyük Sadrazam Talat Paşa’yı, Berlin’de bir Ermeni terörist tarafından sırtından vurularak şehit edilişinin yıl dönümünde sonsuz saygı ve minnetle anıyoruz.” şeklinde bir tweet atması ve ardından çıkan tartışmalara küçük bir katkı sunma gayesidir.

Boğaziçi Üniversitesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin en köklü ve başarılı kurumlarından biri. Geçmişte başta Ermeni Soykırımı olmak üzere; Ermeni Kültürü ve Tarihi üzerine sürüyle çalışmaya ev sahipliği yapmış hatta Marc Nişanyan Üstâd gibi pek çok Ermeni Akademisyenin de ders verdiği, misafir olduğu bir yer. Bu yönüyle Türkiye’de eşine az rastlanan üniversitelerden biri. Kuşkusuz bahse konu olan öğrenci grubu da Boğaziçi Üniversitesi Akademisyenlerinin ve öğrencilerinin içinde çok küçük bir yere sahip.

Bütün bunlardan sonra yazının ana temasına geçelim. Ermeni Soykırımının esas faillerinden Talat Paşa’nın Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri tarafından anılması yerli ve yabancı pek çok sosyal medya kullanıcısını şaşkına çevirdi, insanlar ülkenin en köklü ve başarılı üniversitelerinden birinde böyle bir şeyin meydana gelmesini anlamlandıramadılar. Halbuki bu çocuklar modern bir eğitim kurumunda okuyorlar ve neredeyse hocalarının tamamı Türkiye’nin mevcut rejimine ve hükümetine muhalif kimselerden oluşuyordu.

İşte tam da burada bundan 60 yıl önce siyaset bilimci ve filozof Hannah Arendt tarafından kaleme alınan “Eichmann in Jerusalem
A Report on the Banality of Evil”* adlı eseri imdadımıza yetişir. Eserin içeriğine geçmeden önce II. Dünya Savaşı’da cephe gerisinde yaşanan o korkunç kötülüklere bir göz atalım. Nazi Almanyası yüzbinlerce yahudiyi imha kamplarında ölüme göndermişti. Naziler o güne kadar denenmemiş ve pek çoğu “kendi keşifleri” yöntemler ile yüzbinlerce Yahudiyi öldürmüştü.

Savaş sonrasında müttefik kuvvetler ve Sovyet Orduları imha kamplarına ulaştıklarına zaman gördüklerine inanamamış, ömrü savaşmakla geçen ve II. Dünya Savaşı’nın en kanlı cephelerinde savaşan, kuvvetle muhtemel bir daha kimsenin tecrübe edemeyeceği kadar ağır bedeller ödeyen o askerlerin bile küçük çocuklar gibi oturup ağladıkları rivayet edilir. O dönemde tüm dünyanın sorduğu ortak soru şuydu: Naziler nasıl bu kadar kötüleşmişti?

Arendt’in kitabında yargılamasını konu edindiği kişi yani Adolf Eichmann imha kamplarından sorumlu bir SS Subayıydı. Eichmann, II Dünya Savaşından sonra Arjantin’e kaçsa da Mossad ajanlarının başarılı bir operasyonu sonucu yakalanıp yargılanmak üzere Kudüs’e getirilmişti. Arendt 1961-1962 yılları arasında gerçekleşen davayı takip ederken kaleme aldığı makaleler ile eserini meydana getirdi.

Arendt’in ortaya koyduğu fikirler bilim dünyasında uzun süre tartışıldı. Arendt, o güne kadar kimsenin kabullenmeye yanaşmadığı ve hepimizin karşısında duran o yalın hakikati dile getirmişti. Karşımızda “Yahudiler’den hastalık derecesinde nefret eden fanatik bir antisemit olduğu veya birilerinin onun beynini yıkadığı falan yoktu.” Karşımızda “normal” bir insan vardı. Esas mesele bu insanın sadist, psikopat ya da hastalıklı olması değil şaşırtıcı bir biçimde normal olmasıydı.

Eichmann ise dava süreci boyunca “ben yalnızca üstlerimin bana verdiği emirleri yerine getirdim.” diyerek kendini savunmaya çalışmıştı. Kuşkusuz söylediği her şeye inanıyordu ve kendini masum görüyordu. Eichmann’ı bu derece büyük kötülükleri yapmaya muktedir kılan şey sadistliği, psikopatlığı ya da deliliği değildi. O, Nazi öğretilerine sıkı sıkıya bağlı bir memurdu.

Yeryüzünün en büyük soykırımlarından birini işleyen katiller canavar ya da psikopat değildi. Onlar gündelik hayatın içinde oldukça sıradan hatta çoğu zaman zeki diyebileceğimiz insanlardan oluşuyordu. Kurbanların ölüm yolculuğu da son derece “rasyonel” ve “modern” koşullar altında gerçekleşti.

Nazi Almanyasının Yahudi soykırımı için kendi içinde yaptığı yazışmalarda kullandığı terimler de oldukça dikkat çekicidir. Naziler hiçbir zaman “soykırım”, “katletmek”, “imha etmek”, ya da “toplu ölüm” gibi kavramları kullanmadılar. Onların kullandığı kavramlar “nihai çözüm”, “tahliye” ve “özel muayene” gibi kulağa hiçbir zaman bu denli büyük bir soykırımı çağrıştırmayacak “özel” ifadelerdi. Naziler gündelik hayatın içinde, olağan akışa uygun, alelade basitlikte bir iş yaptıklarını düşünüyorlardı. Arendt’e göre de şaşırtıcı olan buydu. Bunca insanın ölüm emirleri için yazılan metinler de bile bürokratik dile “özen” gösterilmiş hayatın olağan akışı içinde basit bir iş yapılıyormuş gibi davranılmıştı.

Boğaziçi Türk Araştırmaları Topluluğu, Talat Paşa için “Türk varlığının ve Modern Türkiye’nin garantörü” ifadelerini kullanmışlar. Talat Paşanın tarihteki rolü ve Ermeni Soykırımının ispatı bu kadar özlü bir ifade ile anlatılamazdı heralde. Oysa ki Talat Paşa aynı kaderi paylaştığı ve suç ortağı Enver Paşa ile birlikte İmparatorluğu bir Alman müstemlekesine dönüştürüp cepheden cepheye sürerek halkı telef etmiş ve zaten öteden beri süregelen Ermeni kıyımlarına son ve nihai darbeyi vurmak için özenle çalışmıştı.

I. Dünya Savaşı bittiğinde İmparatorluk korkunç bir yenilgi almış Talat Paşa da tıpkı Nazi Subayı Eichmann gibi ülkeden ilk kaçanlardan biri olmuştu. Talat Paşa iddia edildiği gibi gerçekten büyük bir komutan değildi tersine tıpkı Nazi Subayları gibi hesap vermekten korkan ve ilk fırsatta apar topar kaçan biriydi. Savaş suçlusu ve Soykırım faili “Büyük Paşa” sıradan bir asker kadar bile kararlı ve cesur değildi bilakis korku ve acziyet içinde Alman Torpidosuna binip kaçmıştı.
Anlaşılan o ki Boğaziçi Türk Araştırmacıları Topluluğu kendilerini yükümlü gördükleri milliyetçilik anlayışını da kavrayabilmiş değiller.

Ermeni Soykırımının ardından 100 yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen bugün hâlâ bunun “olağan hayatın akışı” içinde, “devlet aklının gerektirdiği” bir hadise gibi sunulması ve en küçük bir pişmanlığın hissedilmemesi bizlere durumun vahametini gösteriyor. Talat Paşa ve Soykırım ile ilgili korkutucu olanın meselenin tarihselliği olmadığını görüyoruz. Burda açıkça vahşice işlenmiş bir cinayetler, tecavüzler ve yağma silsilesini değil politik bir tercihi görüyoruz. Gerekli olduğu halde nüfusun zayıf ve azınlık bir kısmını şeytanlaştırıp tekrarlanabileceği bir durum…

*”Eichmann Kudüste, Kötülüğün Sıradanlığı Üzerine bir Rapor”