A. Halûk Ünal
İnsanlık tarihinin en kadim iki toplumsal olgusundan biri hikaye anlatıcılığı ise diğeri de dedikodudur.
Şu anda sanırım hepiniz birinci tespitime katılsa da ikincisi ile ilgili tereddüt çok.
Peki, dedikoduyu neden böyle bir kategori olarak andığımı biraz açmaya çalışayım.
Dedikodu paradoksal bir ve varoluşsal bir ihtiyaçtır. Her birimiz “mahremimiz” bakımından dedikodudan hem korkar hem de “nefret ederiz”.
Öte yandan kendi dışımızdaki bütün mahremlerin duvarlarını da dedikodu ile delik deşik eder, röntgencilik yaparız. Hemen uyarmakta yarar var, bu, bir ahlak tartışması değil. Tersine “ahlak tartışmasına” hapsedilmiş en kadim etkinliklerimizden birinin dünden bugüne sebeplerine ilişkin bir anlama çabası.
Dedikodu dediğimiz asli insan faaliyeti (evet asli) aslında çok traji-komik bir yerden neşet eder genellikle: mukayese ihtiyacı…
Hala elimizdeki tek kayda değer ölçü ne yazık ki mukayese.
Konu kendimiz olduğunda, kendimizi anlamanın en temel yolu da öncelikli olarak, komşumuzun, mahallelimizin, üretim bandındaki arkadaşımızın “mahremini” gözlemek; o nasıl yiyor, içiyor, çocuğunu nasıl terbiye ediyor, nasıl seviyor, nasıl sevişiyor, nasıl dövüşüyor, nasıl kazanıyor, nasıl tüketiyor… soruları sonsuza dek uzatabiliriz.
Bütün bunları bilmek, kendimizi anlamaya çalışmanın imkanını da sunar her birimize.
Şimdi yazacağım cümle için asgari zemin kurduğumu sanıyorum; günümüzde dijital evren, sınırların olmadığı ve içine katılan herkesi kapsayan bir gerçeklik. Dedikodunun da kendisini bu paralel evrenle birlikte küreselleştirdiğine inanıyorum.
***
Peki, diğer kadim faaliyetimiz hikaye anlatıcılığı ne durumda?
Orada da devrimsel gelişmeler yaşanıyor. Dijital evren yapay zeka (YZ) ile buluştuğu noktada küresel bir ‘çoklu anlatım formları’ pratiğine dönüşüyor.
Yirminci yüzyılın tanımlanmış ve net sınırlarla birbirinden ayrıştırılmaya çalışılmış hikaye anlatma formları (hikaye, tarih, roman, tiyatro, sinema, sahne sanatları vb.) disiplinler arası melezleşmelerle çoğalıp, zenginleşiyor.
Yüzyıllarca dinleyiciyi/tüketiciyi pasif bir yere oturtan anlatıcı artık interaktif bir ilişkinin heyecanını keşfediyor. Yani monoloğun yerini gerçek diyalog alıyor.
Bu noktada üretim güçleri ve teknoloji öyle bir noktaya geldi ki artık hikaye anlatıcılığı özel bir meslek olmaktan öte geçti.
Kameraların küçülüp, ucuzlaması ve dijitalleşmesiyle görsel hikaye anlatıcılığında nasıl demokratik bir patlama yaşandıysa, YZ ile her arzu edenin kendi hikayesini görsel, işitsel ve interaktif olarak anlatabileceği bir noktaya geldik. Yani artık isteyen yalnızca anlatmayı değil anlatısı sırasında her bir izleyici ile etkileşime girmeyi de sağlayabileceği bir teknoloji önümüzde uzanıyor.
İşte tam da burada çok uzun yıllardır bunu bir meslek olarak yapan biri olarak, sayısız hikaye formunun hikaye anlatıcılara eşit uzaklıkta durduğunu, anlatım formlarının zenginleştiğini ve kolaylaştığını düşünüyorum. Yani mesele formlardan önce hikayenin kendisi. Biz treatment yazmak derdik, YZ aleminde buna prompt yazmak diyorlar.
Hikaye anlatıcılığının profesyonellerin tekelinden kurtulup bir ‘halk sanatı’ haline gelmesi, insanlığın hikayelerinin (tarihin) gerçek yaratıcılarından çalınıp, sermayenin anlatıcılarınca kaydedilmesi yerine, bizzat kendi yaptığımız tarihi, kendimizin anlatma ayrıcalığına ulaşmamız anlamına gelmez mi?
Bu noktada gerçekleşen dünya tarihsel devrim, bu alandaki bütün kariyerleri yıkıp, profesyonel dışlanmayı önemsizleştirip, hepimize genellikle yaptığımız (biz yüzde doksan dokuzuz) tarihi yazma imkanı da sunmuyor mu?
Bu yazının konusu olmasa da bir not düşüp devam edeyim. Belki bir kısmınıza çok naif, hatta hayalperest gelecek iddiamı çürütmek isteyen herkes [email protected] dijital adresime beni çürütecek argümanlarını yazsın, iddiamın ne kadar güncel olduğunu olgusal olarak kanıtlayabilirim.
***
Metnin final altı olan bu pasajında, her birimizin yine çok temel bir ihtiyacıyla hikayeler arasındaki ilişkiye dair bir iddia öne süreceğim.
Dijital çağın araçları hepimize kendi hikayemizi yazabileceğimizi vadediyor. Sosyal Medya (SM) pratiğimiz de bu akışa katılmamıza neden oluyor. Takipçi sayılarının böyle çılgınca önem kazanması bunun tipik kanıtlarından biri.
Burada yine kadim bir olguya geliriz; bireysel hikayeler ve toplumsal hikayelerin yaşantımızdaki önemi.
Büyük çoğunluğumuz yeteneklerimiz ve donanımımız oranında kendi yolculuğumuzu tasarlayıp, kurmaya çalışırız. Kendi bireysel tarihimizi yapmaya çabalarız. Sonuçta çocuklarımıza ve torunlarımıza bu hikayenin nasıl anlatılacağını da önemsemeyenimiz yoktur sanırım?
Bu hikayelerin kuruluşunda da yapı taşı olarak -her nasıl tanımlamışsak- ahlak, iyilik ve başarı yok mu?
Peki, bireycilik çağında, bireysel hikayeler içinde ilerlerken toplumsal düzeyde de parçası olmak istediğimiz hikayeler, başarılar ve ‘tarihsel iyilikler’ yok mu?
Bu düzlemde kaçınılmaz olarak tekil olan her şey tümelleşir. Ahlak, başarı ve iyilik de tarihselleşir.
Bence var! Hatta tersi mümkün değil, insanın doğasına aykırı demek bile abartı sayılmamalı.
Bütün kimlikler ve ideolojiler bizi böylesi tarihsel hikayelere ve iyiliklere bağlayan dokular diyebilirim.
***
Şu anda herkesin kendi payına insanlık tarihinde önemsediğini ne varsa, onun hakkındaki bilgisini hikayelerden edindiği çok açık. Peki şu anda biz geleceğe hangi hikayenin/tarihsel iyiliğin parçası olarak kalmak istiyoruz? Bence temel soru bu.
Tam da burada hikaye anlatıcılığını önemi bambaşka bir açıdan karşımıza çıkıyor. Yarına kalmasını istediğimiz kolektif olgunun (corpus) hikayesi nedir, ne olacak ve nasıl anlatacağız?
İşte burada tek bir yol tek bir şablon tek bir formül yok. Bu da çok güzel. Düşünsenize şu anda yapılmakta olanlara o coğrafyanın uzağındaki birçok insanın etkin biçimde katılması vakanüvislik yapması ile mümkün.
Vakanüvisi olmayan vak’anın hikayesi de olmaz.
Yukarıda değindim gibi SM, çağımızın kollektif vakanüvisi. Ama “hikaye anlatıcıları” yani önerdiğim yeni tanıma göre tek tek her birimiz olmadan hikayemiz anlatılamaz. Hikayemizin ruhu, insanlık için anlamı, her insana dokunan yanı aktarılamaz.
Çünkü tarihin bize öğrettiği; “kalıcı bireysel hikayeler istisnadır” ama toplumsal hikayeler kalıcıdır ve geleceğe tohum taşırlar. Bunların ne kadar derinlemesine anlatılabildiği tohumları çok daha güçlü ve verimli kılar.
Newton fiziği, bilim felsefesine hakim olduğu bütün dönem boyunca, hemen her alanda esas olarak zahiri olanı (dışsal, beş duyumuzla algılanabilen) anlamlandırdı. Oysa gördük ki atomlar, derinliğin sonu değil, başlangıcıymış. Yani batıni olana ulaşmak en büyük eksiğimiz olmuş. Ya da Batıniye yüklenen dinci anlamlar bu güzelim terimlerin laikçi kafalarla çöpe atılmasına sebep olmuş.
Oysa şöyle bir açıdan baktığımızda bu perspektifte on binlerce hikaye anlatıcısı çıkar karşımıza. Ve bir hikayenin anlatımında, anlatıcıların kimlikleri temel mesele olmaktan çıkar; çünkü aynı hikayeye bakıp anlatmaktadırlar. Yeter ki yalan katılmasın. Herkes kendi sözlüğüyle, eğip bükmeden, kendi gözlüğü ile gerçeği anlattığında hikayelerin tamamı aynı havuza dolacaktır bence. Ve gerçeği yalnızca bu çokluk bize sunabileçektir.
***
Nihayet sadede geliyorum. Şu anda, Kuzey Suriye’de benim sözlüğüme göre “tarihsel bir ahlak, iyilik ve başarı” vak’ası (olay) gerçekleşiyor (vuku buluyor). Haberciler, SM seferberliğine katılan herkes “vakanüvisliğini” yapıyoruz.
Eminim bu olay dünyadaki her insanın kendi hayatını, anlamını tümüyle veya kısman temize çekmek için mükemmel bir vesile sunuyor. Ama bir şartla, kollektif vakanüvisin kayıtlarını aşabildiğimiz, olayın hikayesini anlatabildiğimiz ölçüde…
Peki, bu tür olayların gerçekleştiği anlarda eski bilgiye mi tabi olmalıyız; “tarih yapanlarla, tarih yazanlar farklıdır ve tarih sonra, tarihçilerce yazılır.”
Benim önermem bu bilginin eskidiğinden hareket ediyor. Tarih, yapanlarca da yazılır ve bundan sonra böyle olması için bütün tekniğin elimizin altında olduğunu yukarıda özetlemeye çalıştım.
Tabi ki tarihçiler yine var olacaktır. Ama ‘batıni’ bilgiyi, tarihi yapanların insani derinliğini, devrimci romantizmden kalma klişe bir kahramanlık hikayesi olarak değil, “üçüncü devrimin1” Rojava’da temellerini atanların ve onu korumaya çalışanların, günahlarıyla, sevaplarıyla, iyilikleriyle kötülükleriyle insan olduğunu anlatabilmek kaydıyla.
Çünkü ancak o zaman tarihin kahramanlara değil, gerçek, kararlı, gelecek tohumlarını önemseyen insanlara ihtiyaç duyduğunu kanıtlayabilir, herkesin “a demek ki onlar ulaşılmaz kahramanlar, süper insanlar değil, benim gibi sıradan insanlarmış, ben de yapabilirim” demesine neden olabiliriz.
Çünkü tarihselleşen iyilik biraz tarih üstü bir anlam kazanıp insanlara “bak bu senin için de değerli” diyebileceğimiz şeylerdir.
Mesela şu anda ben Orta Doğu’da insanların barış içinde bir arada yaşayabileceği özgürlükçü, ekolojik, çoğulcu tek model bizim modelimizdir diyebiliyorum.
Üstelik bizim dışımızda kimse bizim gibi savunmadığı gibi, Şii’si, Sünni’si, Türk devleti ve benzerleri modelimizi ya yok sayıyor ya da lanetliyor, yani “tarihsel iyilik” tanımımızın örtüştüğü kimse yok.
Bu da bir avantaj, dünyada çok fazla insan şimdilik “İŞİD savar” yönümüzle de olsa bu olaya dokunabiliyor.
Rojava gerçeği kimin hayatında ne kadar anlam yaratıyorsa o kadar ama sonuçta herkesin parçası olabileceği bir tarihsel iyilik gerçekleşiyor.
Şu anda üzerinde 8 milyar insanın yaşadığı bu gezegenden tahminen 110 milyar insanın geçtiğini düşünürsek. Bu hikaye tarihe ve geleceğe bırakabileceğimiz en iyi şey.
Tabi, tarihsel iyiliğin habitatında kendisini gören herkes, SM’da her harfi yazarken habitatında olduğumuz “tarihsel ahlak, başarı ve iyiliğin” hikayesini anlattığını fark ettiği, kollektif tarih yazıcılığını gerçekleştirebildiğimiz oranda.
- Üçüncü devrim Murray Bookchin’in en son kaleme aldığı dört kitaplık başyapıtına verdiği isim. Her ne kadar ülkemizde uzun zamandır üçüncü yol kavramı HDP habitatında çok kullanılsa da bu kavramın neşet ettiği üçüncü devrimden söz eden olmadı. Oysa bu terim Bookchin’in kurduğu, Öcalan’ın önemli katkılar yaptığı ve henüz kapatılmamış bir teorem olarak duran “yeni paradigmanın”. anahtarıdır. ↩︎