Söyleşiyi yapan: Nidia Hernandez
Böylesine öğretici, aydınlatıcı, rafine bir zihinle tanışmak bizi çok heyecanlandırdı. Sizlerin de ilgisini çekeceğini umuyorum.
A. Haluk Ünal
Cristina Peri Rossi, İspanyolca edebiyatın yaşayan ve en takdir gören kalemlerindendir. 1941 yılında Montevideo’da İtalyan göçmeni bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Peri Rossi, çok genç yaşta yayıncılığa başlamış, 1972 yılında İspanya’ya sürgüne gitmeden önce Uruguay’daki önemli edebiyat ödüllerinin çoğunu kazanmış ve 1975 yılında da İspanyol vatandaşı olmuştur. Peri Rossi, Garcia Marquez ve Vargas Llosa gibi erkek meslektaşlarının yanı sıra Latin Amerika Patlaması (El Boom) olarak bilinen fenomenle bağlantılı tek kadın yazardır. Ayrıca, Criss için Altı Şiir kitabını ona ithaf eden Julio Cortazar ile de sıkı arkadaştı. Julio Cortazar 1974 yılında İspanyol hükümeti Uruguay rejimiyle işbirliği yaparak Rossi’ye İspanyol pasaportu vermeyince onun Paris’e kaçmasına yardım etmişti. Peri Rossi üretken bir şekilde yazmayı sürdürdü. Bugüne kadar 40’ın üzerinde roman, deneme, çeviri, kısa öykü ve şiir derlemesi yayımladı. Genellikle politik, sosyal ve toplumsal cinsiyet konularına odaklanan eserleri 15’i aşkın dile çevrildi. Diğerlerinin yanı sıra Rafael Alberti Uluslararası Şiir Ödülü, Don Quijote Şiir Ödülü ve 2019 Jose Donoso İbero-Amerikan Edebiyat Ödülü ile onurlandırıldı.
Nidia Hernandez: Şiir senin için nedir?
Cristina Peri Rossi: Şiir bir algılayıştır, bir zihin durumu, ruh hali, öznel bir ruh halidir. Şiir nesnelerin kendisinde bulunmaz/ nesnelere içkin değildir. Bir nesneye, bir kişiye, bir duruma bakış ve hissetme biçimimize dair gerçekleşen projeksiyonda (yansıtmada) bulunur.
Kıymetli büyük şair Becquer’e, “Şiir nedir?” diye sorulduğunda ve o, “Şiir sensin,” diye yanıt verdiğinde tam da bu projeksiyonu yapmış olur. Bécquer bu ifadeyle hissettiklerini/ duyumsadıklarını dışarıya, sevdiği kadına yerleştirir: Bécquer onu şiirin cisimleşmiş hali olarak görür. İçimizde taşıdığımız duygu ve hisleri ya da düşünceleri bir manzaraya, bir nesneye, bir duruma yansıtırız. Çünkü şiir sadece dizelerden oluşmaz. Turner’ın gemi enkazları, Caspar D. Friedrich’in denizleri, Hopper’ın tabloları, tangolar bir filmden sahneler, bir parfüm, bir bakış, bir denklem veya bir teoremin çözümü şiirsel olabilir. Antonio Machado zekânın şiir yazmadığını söylemişti, ancak bunu söylerken kuşkusuz “rasyonel zekâyı” kast ediyordu; Einstein’ın görelilik denkleminden şiirsel bir şekilde etkilenen bilim kadınları ve erkekleri tanıyorum. O halde duygular şiirsel değildir; onları şiire dönüştürecek birine; yansıtan ve bu yansımayı algılayan birine ihtiyaç vardır. Çift ayna: algılayan, algılanan ve bir başkalarının algıladığını ve başkalarınca algılandığını algılayan ikiliği…
NH: Bir dizeye nasıl yönelirsiniz? Şiir sizi nasıl şekillendirir? Yazarken yerine getirdiğiniz bir ritüeliniz yahut ihtiyacını duyduğunuz özel bir şey,, bir mekân veya koşullar var mı?
CPR: Bir duygudan yola çıkarak yazıyorum (ya da daha doğrusu yine Bécquer’den alıntı yapayım: “Heyecanlandığımda yazmıyorum, duyguyu hatırladığımda yazıyorum,” ve olağanüstü bir kolaylık ve yoğunlukla duygusallaşıyorum, herhangi bir ritüeli takip etmiyorum; şiirin bana saldırdığını, beni şaşırttığını, beni aydınlattığını söyleyebilirim. Bunu yaptığında da trans haline geçiyorum, o yüzden herhangi bir ritüel düşünemiyorum. Uzun zaman önce yayımladığım bir şiirde, şiirsel algının bu “erişimine” “lütuf hali” adını vermiştim. Neredeyse daima, her an bana saldıran ama kuşkusuz bilinçdışımda yaşanmış, düşlenmiş, hissedilmiş, arzulanmış ya da özlenmiş her şeyden oluşmuş bir dizedir o. Bir keresinde bir gazeteci bana bir şiir yazmamın ne kadar sürdüğünü sormuştu ve şöyle cevap vermiştim: “Tüm hayatım boyunca.” Ortega y Gasset’nin dediği gibi “kronolojik zaman”dan değil, benden ve koşullar(ım)dan söz ediyordu. Hiçbir şair, kendisini mağaradaki bir damar gibi şiiri çizdiği o dizeye götüren yolu tam olarak tanıyamaz.
Nostalji bana tükenmez bir şiir kaynağı gibi geliyor. Kaybettiğimiz şeyi elimizde tutmak isteriz ve daima yitiririz. Şu anda yazdığım şeyi kaybediyorum mesela, bu an ki tekrarlanmayacak. Belki de birkaç gün içinde şöyle bir şiir yazabilirim: “Bir öğle sonrasıydı/ sıcak ve gri/ uzak, eski bir müzik çalıyordu/ ve ben Nidia Hernández’in sorularını yanıtlıyordum….” Bu sadece bir misal. Genel Dilbilim kitabımdaki bir şiirde şu dizeler geçer: “Yazıyoruz, zira hakkında konuşmak istediğimiz şeyler/ orada değil.” Ontolojik olarak hiçbir şey yoktur, her şey kaçak/ firaridir. Bu yüzden okçunun kaçan bizonu kovaladığı gibi geçici olanın peşinden giden şiir her daim var olacaktır.
NH: Yazdıklarınızı gözden geçiriyor musunuz, siliyor musunuz, yeniden düzenliyor musunuz, geri dönüyor musunuz, yalnız yürümesine izin veriyor musunuz? Yaratıcı süreciniz nedir?
CPR: Şiir üzerinde çalışmıyorum. Ya bir nehir gibi akar ya da akmaz. Ben çalışmıyorum. Yazma konusunda sabırsızım ve plan program yapmıyorum, düzeltmiyorum, yazılan şiirin üzerinden geçmiyorum (aynı şey öykü ve romanda da başıma geliyor). Bir sonraki dizenin ne söyleyeceğini bilmemeyi ve bunu öğrenmeyi seviyorum. Zaten mantıklı bir şekilde bir sonraki dizeyi ve cümleyi bilebilseydim yazmazdım. Ancak daha sonra bilinçdışı bir şekilde bildiğimi keşfediyorum. Antik Grekler ilham perilerinden bahsederdi, bense onlara bilinçdışından gelen mesajlar diyorum. Önceleri şiirlerimi elle herhangi bir kağıda, defterlere, üstünkörü bir şekilde sayfalara yazardım; şimdi ise işlevsel ekonomi için -sırt ağrısı- ve onları basılmış gibi görmek istediğim için bilgisayarı tercih ediyorum.
NH: Yazarın işlevi nedir, tabii ki böyle bir şey varsa?
CPR: Yazarın işlevi tarihte ilk defa Kadim Mısır’da, Firavunların hükümdarlığı esnasında ortaya çıkar. Firavunlar çok önemli bazı memurları, kâtipleri atadılar ve onlara iki görev verdiler: bugünü anlatmak ve geleceği tahmin etmek. Bu iki işlev temeldir: ilki var olan her şeye tanıklık etmektir, böylece bir göktaşı dünyayı yok etse bile kâtiplerin kitapları kurtulursa, dünyanın nasıl olduğuna dair bir kayıt kalır geriye. Geleceği tahmin etmeye gelince, bu aşkın bir işlevdir: eğer şu anda geleceğin işaretlerini nasıl okuyacağımızı bilirsek kendimizi kurtarabilir, tarihin yönüne rehberlik edebiliriz. Unutmamalı ki klasik edebiyatta buna eşdeğer bir figür vardır: duyulmadan kehanette bulunmaya mahkûm edilen trajik Kassandra. Bu korkunç bir kaderdir, belki de tasavvur edilebilecek en dramatik kader: duyulmadan konuşmak. Bundan daha büyük bir yalnızlık düşünülemez (Aeneid’de sevgilisi Corebo’yu kurtarmaya çalışır, ona mutlak ölümden kaçmasını söyler, ancak Corebo onu dinlemez ve ölür). Dinlenmeyen bir peygamber hayal etmek için çok sağduyulu ve çok şeytani olmak gerekir. İsa’nın bile dinleyicileri vardı ancak Cassandra’nın yoktu. Genel olarak Firavunların doğru yaptığını düşünüyorum ve yazarların “sivil” görevleri hâlâ bugünü kaydetmek ve geleceği önceden haber vermektir; alçakgönüllülükle ama metanetle. Şimdiki zamanı kaydetmek neredeyse imkânsız bir görevdir, dolayısıyla tevazuyla elimden geldiğince kaydedeceğim, çünkü bütüne ulaşılamaz. (Balzac bunu büyük projesi olan İnsanlık Komedyası’yla, 19. yüzyıl Fransız toplumuyla denemişti.) Sürgün olmaktan çiftlerin nasıl seviştiğine, Hitler’in iktidara nasıl geldiğinden kadınların nasıl adet gördüğüne kadar uzanıyor mütevazı ve metanetli çabam. Geleceğe gelince; Kafka, Janouch ile yaptığı konuşmalarda, “Edebiyat bazen ileriye doğru giden bir saattir,” demiştir. Ne yazık ki çoğu yazar Cassandra’nın kaderini takip ediyor: duyulmadan kehanette bulunmak. Kehanetlerinin her zaman doğru çıktığını söylemek istemiyorum ama genellikle ekonomi ya da maliye bakanlarının planlarından daha fazla şeyi doğru çıkarıyorlar.
Ben de bu geleneğe katılıyorum: Bugünü kaydet, geleceği oku. 1971’de Çocukların İsyanı başlıklı bir öykü yazdım. Öyküde darbeci askerler, hamile anneler de dahil olmak üzere isyancıları öldürüyor ve bebekleri ailelerinden uzakta eğitim almaları için “mazbut ve makul” ailelere veriyordu. O dönemde Montevideo’da yayımlayamadım çünkü sansüre uğramıştım. Ancak birkaç yıl sonra Venezuela’da Monte Ávila Editores’te yayımlayabildim. Güney Konisi’ndeki diktatörlükler yıkıldığında, bunun müstebitlerin olağan prosedürü olduğu ortaya çıktı: anneleri öldürmek ve bebekleri oligarşinin ya da ordunun ailelerine teslim etmek. Bunu ben icat etmedim: Kendimi bir askeri darbe liderinin yerine koydum ve bu fikir benim aklıma geldi, tıpkı onların da aklına gelmiş olması gerektiği gibi. Onlar ilk değildi. İspanya İç Savaşı’nda da -ki çok sonra öğrendim- aynı şey olmuş. Ve tarih boyunca yüzlerce, binlerce kez yaşanmış olmalı. Biz insanlar kendimizi çılgınca tekrarlıyoruz. Çoğunlukla da adaletsizlikleri, zalimlikleri tekrarlıyoruz.

NH: Kendinizi klasik mi, geleneksel mi, yoksa modern olarak mı görüyorsunuz?
CPR: Evrensel ve zamansız olmasını sağlayan titiz çağdaş şiirler yazıyorum. İçinde yaşadığım dünyayla, içinde yaşadığım zamanla ilgileniyorum, ancak bu konuda daha fazla bilgi sahibi olmak için kökleri ve kökenleri geçmişte ve diğer kültürlerde bulmam gerekiyor. Örneğin bir usturlaba hayranlık duyabilmek ve sadece bir şiirde ondan bahsedebilmek için bile olsa Arap kültürüne atıfta bulunmak zorundayım. Rimbaud’nun bir aforizmasını bulmak benim için bu sezginin doğrulanmasıydı: “Şair modern olmalıdır.” Modern olmak, moda olmak demek değil, çağına ilgi duyan biri olmak demektir.
NH: Şiir yazdığınızda yaşadığımız dünya şiirinizin neresinde yer alır?
Eğer sorunuzu doğru anladıysam -ki bu iyi bir soru- bana bir şiir yazdığımda gerçeklikle ilişkili olarak “nerede olduğumu” soruyorsunuz. Evet, şiiri -edebiyatı ve genel olarak sanatı- gerçeklikten çok daha fazla severim, çünkü gerçeklik belirsizlik, chiaroscuro, bayağılıklar, saçmalıklar, embesillik, kibir, hatalarla doludur; öte yandan sanatta yorum garantilidir ve belirsizlik bir oyundur (hiç okumadığım polis romanlarında olduğu gibi). Sanata ihtiyacımız var çünkü günlük kaos ve saçmalıkların ortasında bir düzen sağlıyor. Psikologlar ve ebeveynler sık sık çocukların neden onlara yüzlerce kez anlattığımız hikâyenin tek bir kelimesinin bile değişmemesine, her şeyin ilk seferkiyle aynı olmasına takıntılı bir şekilde ihtiyaç duyduklarını merak ederler. Bence bunun nedeni, çocukların bilinçsizce hikâyenin bir düzen olduğunu anlamış olmalarıdır: hikâyeyi yapılandırır, gerçeklik tonları taşıyan bir kurgu oluşturur. Küçükken beni büyüleyen Küçük Gezgin Karınca’daki karıncanın yuvasından ayrıldığında kırmızı bir elbisesi varsa, çocuğa hikâyeyi ikinci defa anlattığımızda da elbisenin rengi değişemez. Bu, kesinliğe ihtiyaç duyan kız ya da erkek çocuk için travmatik bir durum olurdu. İhtiyaç duydukları ilk kesinlik, eşyaların onlara söyleyen kişinin hoşuna gidecek şekilde değişmemesidir. Sanatı tercih ederiz, çünkü gerçeklik onda daha iyi yapılandırılmıştır. Şeytani ve korku filmi, dram ya da gotik, trajik bir manzara olsa dahi korku için bile bir düzene ihtiyacımız var. Gerçeklikte bir seri katil olduğunda hemen hipotezler ortaya çıkar: “Paranoyaktır, akıl hastasıdır, çocukluk travması geçirmiştir,” cinsinden bir açıklama yakaladığımızda ne kadar da rahatlarız. Dinlerin işlevi de aynıdır: acıya, eşitsizliklere, adaletsizliğe, ölüme, kazalara, acıya ve aynı zamanda güzelliğe anlam vermek. Güzellik rahatsız edicidir. Diğerlerinin yanı sıra Stendhal tarafından da algılanan güzelliğin huzursuzluğu (İtalya’ya Yolculuk) Aşk Zor Uyuşturucu romanımın konusudur, çünkü ben de Stendhal sendromundan muzdaribim: güzellik bende fiziksel ve psikolojik tepkilere, muazzam bir heyecana, bir düşünce bozukluğuna neden oluyor. Edebiyatta kötülük ve zalimlik bile daha iyi düzenlenir. Marquis de Sade’a katlanamıyorum (sevgili Julio Cortázar ve Alejandra Pizarnik’ten özür dileyerek) ama hiç şüphesiz onun hikâyelerine gerçekte yaşamış olmaktan daha iyi katlanırım.
NH: Bize Cristina Peri Rossi’nin sanat, din, toplum, şiir ve iktidar, sürgün gibi konularla ilişkisini anlatın lütfen…
CPR: Sanat din gibidir: bizi rahatlatır, bir anlamda dünyanın acısı ve düzensizliği karşısında bizi memnun eder. Deneyimlere anlam kazandırır. Dinsiz bir toplum hayal ediyorum ama sanatsız bir toplumu asla tahayyül edemem. Sivil olarak bana adil ve asil görünen tüm davalar için savaştım ve eğitimi, pedagojiyi, eskilerin “paideia” dediği şeyi sevmeye devam ediyorum. Şiir müziktir.
Bence edebiyatın işlevlerinden biri de sosyal ve politik eleştiridir, ama her türlü dogmadan uzak bir şekilde yapar bunu. Her zaman söylerim, eğer Uruguay’dan sağcı bir diktatörlük yüzünden sürgüne gitmek zorunda kalmasaydım solcu bir diktatörlük yüzünden sürgüne giderdim ve bir keresinde Paris’te bir kolokyumda Milan Kundera’yla tanıştım ve aynı şeyleri eleştirdik, o komünist bir diktatörlükten, ben faşizmden muzdariptik.
Güç hakkında bildiğim en iyi tanım, gücün acıya neden olabilmek anlamına geldiği ve bu nedenle beni iğrendirdiği. Ve güç ben-merkezcidir, sadece kendini sever. Ben otoriteyi güce tercih ederim. Otorite, belirli fikirlerin, belirli hislerin ya da duyguların, belirli insanların, güçle değil nitelikleriyle kazandıkları saygıdır.
Bir sürgün olarak iktidarla ilişkim muhalefet, yüzleşme, reddetme şeklinde oldu ve iktidarlar bana zulmettiler. Franco’culuktan da sürgün edildim; hayatta kalmam mucizevi bir şeydi.
NH: Bize bir anekdot anlatır mısınız sevgili şairim?
CPR: 1976 yılı olmalı, Montreal’de bir şairler kongresine davet edildim. Tüm şairler kendilerini Fransızca ifade etmek durumundaydı. Oturumları daha yoğun hale getirmek ve son derece soğuk bir kışın zorluklarından kaçınmak için Montreal’in dışındaki bir ormanda, uygun şekilde donatılmış bir otele yerleştirildik. Oturumlara katılmadığımızda otelin barında ya da oyun salonunda oluyor veya diğer şairlerin makalelerini okuyorduk. Bu arada, elli erkek ve sadece dört kadın vardı. Ben, İspanyolca konuşan tek kişiydim.
Konuklar arasında benden çok daha yaşlı olan (o zaman 70’in üzerinde olmalıydı, ben ise 35 yaşındaydım) kusursuz Amerikalı şair Robert Duncan da vardı. Oturumlarda ciddi bir şekilde sıkılmıştım ve dışarıya, sonbaharda kıpkırmızı olan harika akçaağaç ormanına baktım. Bana göre tüm kongrenin en şiirsel görüntüsü karlı zeminiyle, dökülmüş yapraklarla ve gövdelerin parfümüyle (akçaağacın Kanada’nın sembolik yaprağı olduğunu hatırda tutmalı) o büyük kırmızımsı ormandı. Oturumlar uzun ve yavaştı. Bir noktadan sonra daha fazla dayanamadım: Ormanda yürümek, yapraklara, gövdelere, kara dokunmak istedim. Farkında olmadan toplantı odasının kapısına doğru seğittim ve ormanın içine doğru süzüldüm. Kimseye görünmeden oraya varmayı başardım ve hemen zevkle kırmızımsı yaprakları, yosunları, karı okşamaya başladım… Birden, çok yorucu seanslardan kaçmayı başaran başka birinin daha orada olduğunu fark ettim: yaşlı Robert Duncan. O da benim gibi ormanda kendinden geçmişti. Bana baktı, birbirimize gülümsedik (sadece kongrede tanışmıştık) ve bana şöyle dedi: “Ça, cést la vrai poesie” (İşte gerçek şiir budur/ İşte şiir diye ben buna derim.) Onunla tamamen aynı fikirdeydim. Elli kadar şair arasında, şiirin yaratıcısı olan doğanın ortasına kaçan bir tek bizdik.
Pinochet canavarının diktatörlüğü yıkıldığında, Şili Dışişleri Bakanlığı tarafından La Nave de los locos (Deliler Gemisi) adlı romanım hakkında Şili’deki çeşitli üniversitelerde konuşma yapmak üzere davet edildim ve konuştum. Bakan beni istediğim yeri görmeye davet etti. Ona, Pablo Neruda’nın denizden çıkardığı nesnelerden oluşan harika koleksiyonlarının bulunduğu Isla Negra’ya ve daha az güzel olmayan diğerlerine gitmek istediğimi söyledim: şişeler, kelebekler, kadın ayakkabıları, kadın botları, deniz kabukları, kısacası sahip olmak istediğim ama yoksulluğumun mâni olduğu koleksiyonlar… Barselona’daki Lumen Yayınevi’nde Neruda’nın şiirlerinden ve Isla Negra’nın fotoğraflarından oluşan güzel bir kitap yayınlamıştım – ki bu ne bir adadır ne de siyahtır- ve bu şimdiye kadar yapılmış en güzel kitaplardan biridir.
Pinochet’nin eşinin şoförlüğünü yapmış ve şimdi de sürgünlerin şoförü olan Ariel’in kullandığı bir bakanlık arabası beni aldı. Neruda’nın müzeye dönüştürülen üç evinin müdürü tarafından karşılandım. Büyülenmiştim. Görmek istediğim her şey oradaydı: heykel başları, gemili şişeler, kayıklar, denizcilik ağları, düğümler, üfleme cam kavanozlar, sonsuz çeşitlilikte deniz kabukları, kelebekler, kadın botları, saatler… Neruda şöyle derdi: Nesneler bana gelir. Ama Neruda’nın aksine ben bir koleksiyoncu değilim, belki de onun ekonomik olanaklarına sahip olmadığım için. Nesneleri görmek benim için yeterli; onlara bakmak, onları düşünmek istiyorum, ama onlara sahip olmam gerektiği konusunda çizgi çekiyorum (belki de bu bir teslimiyettir).
*Bu söyleşi Mercurius Magazine’de ve https://vivalavida100.wordpress.com/ da yayımlamıştır.