"Dilop" e-dergide sevgili Fırat Aydınkaya ile çok önemli bir söyleşi yapılmış. Bu dergiyi okuyanlar Aydınkaya'yı dördüncü kez iktibas ettiğimi hatırlayacaklar.
Bilgi sevgisini ve merakını yitirmemiş olanlar için yine heyecan verici ve zihin açıcı bir söyleşi olmuş. Güzel sorular, güçlü yanıtlar elde etmiş. Bu yazıyı 24 KASIM 2023 tarihli "Kürt Siyaseti İçin Değişim Vakti" başlıklı yazısıyla birlikte okumanızı öneriyorum.
Yazı, diğer bütün yazıları gibi yine dişi ve doğurgan, hatta kışkırtıcı. Bundan güç alarak Aydınkaya'nın stratejik bir cümlesinden hareketle bir soru da ben eklemek isterim. Belki bir başka söyleşisinde yanıtlar.
Şöyle yazmış Aydınkaya; "Öcalan buradan çıkış için üçüncü yol diye bir patika önermişti ama gördüğüm kadarıyla Kürt siyasetinin karar alıcıları üçüncü yol konusunda ikna değil, en azından ağırdan alıyorlar."
Benim sorum da şöyle; peki insanlar üçüncü yol nedir, anladılar mı? Bu tema üzerine yazılmış dişe dokunur metinler biliyor musunuz? "Türkiye’deki Kürt siyaseti epey zamandır devrim fikrini hatta kavramını dahi unutmuş görünüyor."(FA) Bunun bir nedeni de üçüncü yol kavramının Öcalan'ın da kılavuzu olan M.Bookchin'in üçüncü devrim kavramından koparılarak, 'birinci ikinci yolların dışındaki bir yol' mantığına indirgenmesi olabilir mi?
A. Halûk Ünal
Söyleşi: BÜLENT ULUS –
FIRAT AYDINKAYA (Araştırmacı Yazar ve Hukukçu) ile söyleşi.
“Millet iradesine dokunulamaz, millet iradesinin tecelli ettiği yer seçim sandığıdır.” gibi argümanlarla kurulmuş seçim/sandık/temsil retoriğinin gerçek siyaset düzlemindeki somut karşılığı hep tartışmalı olmuştur. Hele Kürtlerin temsili ve Kürt seçmenlerse söz konusu olan, asgari demokratik standartların bile açıkça hiçe sayıldığı somut örnekler giderek resmî normlar hâline gelebiliyor Türkiye’de. Kazanılmış belediyelere atanan kayyımlardan son seçimlerde ayan beyan yapılan “taşıma seçmen” sahteciliğine kadar uzayan kuşatma zinciri, ‘Kürt iradesi ve sandıkta temsil’ parantezine dâhil edilmiş zorunlu bir aparat gibi artık.
Her şeye rağmen girilmiş bu engelli koşularda siyaset denkleminin kurulması ya da dizayn edilmesinde Kürtlerin rolü hep önemli oldu. Öncesi bir yana, 2019 yerel seçimlerinde İstanbul başta olmak üzere pek çok büyükşehir belediyesinin kazanılmasında Kürt siyasetinin belirleyici rolü epeyce konuşulmuştu. 2023 genel seçimlerinde Cumhur İttifakı adayı Erdoğan’a karşı Millet İttifakı’nın adayı Kılıçdaroğlu’nun desteklenmesi de -sonuç vermese de- dengeleri etkileyen bir faktördü. Geçtiğimiz 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde de Kürt hareketinin seçim stratejisi önemli tartışmaların konusu oldu. Bu tartışmalar ‘dışarıdan’ yöneltilen eleştirilerden ibaret değildi. Epey bir zamandır, seçim değerlendirmeleri de dâhil, sınıfsal yarılmalardan siyaset yapma tarzlarına kadar birçok konuda farklı eğilim ve yaklaşımları yansıtan ‘içeriden’ bir tartışma da sürmekte…
Kürt yazar ve hukukçu Fırat Aydınkaya’nın dilop’un sorularına verdiği açık ve net yanıtlar, bu tartışmanın mahiyeti açısından çok dikkat çekici ve oldukça sarsıcı saptamalar, gözlemler içeriyor. İtiraz edilip eleştirilebilir de elbette ama şu önemlidir: Bir seçim değerlendirmesinin ötesinde, Kürt siyasetinin geleceğine dair, tartışmaya değer ipuçları barındırıyor, Aydınkaya’nın anlattıkları…
Dergimizin sayfaları, gelecek olası yanıtları yayımlamaya da açık olacaktır. Yeter ki düzeyli ve nitelikli olsun; tartışma ilerleticidir, derinleştirip geliştirir…
-31 Mart 2019 yerel seçimlerinin ortaya çıkardığı sonucu bir “Fetret Dönemi” olarak değerlendirmiş, 2023 genel seçimlerini ise “Kürt siyaseti fetret devri eşiğini aşıp gerileme dönemine girmiş görünüyor.” tespitinde bulunmuştunuz. 31 Mart 2024 seçimleri bu tespitleriniz üzerinden bugün nasıl okunmalı sizce?
Açıkçası “şark cephesi”nde değişen pek bir şey yok. Her ne kadar oryantalist bir tınıyla söylese de “Şark oturup beklemenin yeridir.” diyen Tanpınar’a atıfla diyebilirim ki; epey zamandır Kürt siyaseti “oturup beklemenin” yeri. Daha açık söylemem gerekirse, Kürt siyasetindeki fetret devri giderek kronik bir hâl alıyor. Ortadoğu’nun en dinamik kitlesine sahip bir hareketin fetret devrinde patinaj yapması ilginç bir durum her şeyden önce. Sebebi her ne olursa olsun, Kürt siyasetinin barış sürecinden sonraki siyasi kompozisyonu çökmüş durumda. Bu hâliyle yürüyecek yol kalmadı.
Her ne kadar Kürt hareketi yaptığı son hamlelerle arabanın yolda patinaj yapmasını arabaya ve şoföre bağlayıp peş peşe araba ve şoförü değiştirse de bunlar palyatif tedbirler. Sorun arabada değil zira, sorun yolun bizzat kendisinde. Yol bitti çünkü.
Bana kalırsa bunun en büyük sebebini de son on beş yıllık ideolojik düzenekte aramalı. Daha açık konuşayım müsaade ederseniz. Bu açık bir şekilde ideolojik bir kriz, hem de çifte kriz; yani hem postkolonyalizmin krizi hem radikal demokrasinin krizi. Hatırlayalım son on beş yıllık ideolojik strateji büyük oranda iç içe geçen iki ideolojik kavrayışın senteziydi. Laclau-Mouffe üzerinden radikal demokrasi stratejisi şamil kılınırken, öte taraftan yeniden inşa, postkolonyalizmin anlam dünyasının içinden formatlandı.
Ulusal kurtuluş siyasetinin krizi
Postkolonyal okumaların tesiriyle Kürtlük ve Kürdistan mefkuresi nostaljik bir taşra esintisine dönüştü. Sınıfsal ezilmişlik aciliyeti olmayan, müstakbel bir demokratik devrimin ertesine bırakıldı. Bu şekilde Kürt siyaseti ezilenlerin siyaseti olmaktan çok orta sınıfların statü talebine aracılık eden, çevreden merkeze doğru hareket eden bir filika hâlini aldı.
Radikal demokrasi teorisi İsveç veya kıta Avrupası’ndaki ortamlarda bile rüştünü ispatlayamadığı hâlde, 15 Temmuz’dan sonra yeni faşizm unsurlarınca tahkim edilmiş, fetih iştahıyla donatılmış, totaliter bir yeni devletin karşısına diktirildi. Hatırlayalım lütfen, eninde sonunda Hegemonya ve Sosyalist Strateji yazarları, var olan demokrasiyi demokratikleştirmekten bahsediyordu. Peki ya demokrasinin esamesi okunmuyorsa ne olacak? Cevap basit: Türkiye’deki Kürt siyasetinin başına gelen şeyler zuhur edecekti. Sonuç ortada, radikal demokrasi teorisi kolonyal bir düzenekte iş görmüyor, görmez de.
İkinci kriz ise postkolonyalizmin değerlerinin kriziydi. Unutmayalım ki ulusal kurtuluş hareketleri Afrika’da ve Hindistan’da bağımsızlık sonrası benzer şekilde sert bir değerler kriziyle yüz yüze kaldılar. Bu manada biz aslında gecikmiş bir krizi yaşıyoruz. Ve üstelik işin kötü tarafı Kürt halkı, Hindistan veya Afrika’daki milletler gibi bağımsızlığa ulaşmadan hatta herhangi bir statü elde etmeden bu krize sürüklendi. İşin zor ve içinden çıkılmaz tarafı da burası.
Sonuç itibarıyla fetret devrini kronikleştiren şey, ayarı bozulmuş bir siyasi refleks değil, kadro sosyolojisi de değil, tek başına carileştirilen pratik repertuar hiç değil. Olan şey basitçe ulusal kurtuluş siyasetlerinin gecikilmiş kriziydi. Rojava’nın sinerjisi bunu bir miktar geciktirse de Kürt hareketi eninde sonunda bu krizle yüzleşecekti.
Son seçim bağlamında söylersek, siz bakmayın tabelaya bakıp skor yorumu yapanlara. Son bir yılda geçirdiğimiz iki seçimin sonuçları bu krizi alenen teyit etti. İyi tarafından bakalım, en azından kitlenin canlılığı, kendilik bilinci ve antikolonyal perspektifi partisinin çok önünde.
Ufukta bir barış iklimi görünmüyor
-HDP/DEM Parti seçim stratejisini kişiler üzerinden tartışmak doğru olmasa da hem Kürt siyaseti içinde bir eğilimi temsil etmesi açısından hem de “Kürt çözümünde aktör” olarak da öne çıktığı/çıkarıldığı için konuşmak gerekiyor. Seçim çalışmalarına -özellikle Diyarbakır ve çevresinde- Leyla Zana da katıldı. Verdiği demeçlerde ve seçim çalışmaları sırasında, özellikle İstanbul seçimleri için bir anlamda Kürt seçmeninin İmamoğlu’yla yakınlığını zorlayacak vurgular yaptı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a Kürt meselesinin yeniden çözümü için de çağrılar yaptı. Erdoğan ise aynı süreçte yaptığı birkaç konuşmada böyle bir çözüme sıcak bakmadığını belirttiği gibi tam tersi sözler de söyledi, “Terör örgütünün aparatları ve teröristan” söyleminde ısrar etti. 2012 ve 2016 yıllarında da Leyla Zana, aynı konuda yine Erdoğan’a çağrı yapmış ama olumlu yanıt alamamıştı. Diyarbakır İnsan Hakları Derneği de 16-17 Mart tarihlerinde yerli ve yabancı katılımcılarla “Kürt Meselesinin Çözümü ve Barış Konferansı” düzenledi. Bunları nasıl okunmalı ya da bu çözüm beklentisinin önümüzdeki süreçte siyasette reel bir karşılığı olabilir mi?
Ben bunu bir beklentiden çok, bir taktik hamle olarak yorumlama taraftarıyım. Futbol lügatiyle söylersem uzun paslarla, kontra ataklarla iktidarın seçim döneminde oynadığı alan markajcı, total ve mütehakkim futboluna kafa tutma taktiğiydi. Şu açık ki bu hamlenin Kürdistan’da kitleyi motive ettiğini görmek gerekir. Kısa vadede bir karşılığı olması zor ama bir manada siyasete dönüşün sinyalleriydi bunlar.
Kabul edelim ki epey zamandır Kürt siyaseti negatif siyaset izliyordu, yani iktidarın çözüm sürecinde yapıp ettiklerinin ifşasını konu alan, iktidarı deyim yerindeyse hukuk ve kitlesi karşısında ofsayta düşürmeye çalışan bir siyasi söylem terennüm ediyordu. Bunun tutmadığı görüldü, zira hakem (hukuk) de iktidar forması giyiyordu ve bu ofsayt taktiği taraftarlarının da pek umurunda değildi açıkçası. Söz konusu Kürtler olduğunda devletin bir ayağının hukukun dışında olması geniş kitleleri ırgalamıyor, hatta daha ötesini söyleyelim, beyaz adamın hukuku geçer akçe kabul ediliyor.
Ama şu da var ki Leyla Zana’nın inisiyatif alarak sahalara dönmesi şüphe yok ki en azından Kürdistan’daki Kürt bilincini bir yere kadar ateşledi. Siyasi gözlemciler Kürt coğrafyasında yüzde otuz beşlere varan sandık protestosundan bahsediyor, eğer Zana inisiyatif almasaydı bu yüzde ellilere dahi çıkabilirdi.
Bütün bunlarla birlikte ortada en azından şimdilik çözüm süreci benzeri müzakerelerin bir zemini yok. Ne Kürt hareketi çözüm süreci dönemindeki gücüne sahip ne de çözüm isteyen kesimler eski gücünde. Bu sebeple eğer olabilirse Oslo ve benzeri müzakere siyasetleri daha olası görünüyor. Kaldı ki Ortadoğu coğrafyası bölge savaşlarına, büyük altüst oluşlara gebe görünüyor. Bana sorarsanız böylesi müphem ufukta bir barış iklimi görünmüyor, tam aksine işin içine kolektif şiddetlerin de girebileceği sertleşme politikaları daha olası görünüyor.
-Zana’nın da dillendirdiği ve “çözüm için Erdoğan’ı esas aldığı” ve kaç zamandır izlenen “bütünlüklü bir demokrasiyi hedefleyen ittifak çizgisine karşı olduğu” söylenen eğilime karşı Kürt basınına da yansıyan yazılar yazıldı, mesajlar verildi. (Örn. Delil Bakuri, Evdilmelik Fırat imzalı yazılar…) Seçim sürecinde Kürt siyasetinde oluştuğu gözlemlenen farklı eğilim ve çizgilere dair sizin yaklaşımınız nedir?
Bugün itibarıyla Kürt siyaseti, Türk toplumuna daha çok demokrasi, Kürtlere ise daha iyi bir Türkiye vadediyor. Türk toplumu, Türk demokrasisine halel getirecek çoğulcu bir demokrasi fikrine kapalı görünüyor. Öyle ki bırakalım anayasanın ilk dört maddesini, darbe anayasasının 66. maddesinin değişimini dahi kabule yanaşmıyor. Bu koşullarda Kürt halkına vadedilen daha demokratik Türkiye vaadi ise Kürtleri kesmiyor. Kesmediği için de Kürt toplumunda ciddi bir sorgulama ve değişim eğilimi var. Bu değişim iştiyakı beni umutlu kılıyor açıkçası. Kürt halkı çözüm sürecinden bu yana üzerine serilen ölü toprağını çekip atmışa benziyor. Yakın dönemdeki Van örneğini hatırlayalım mesela.
Ancak ne yazık ki Kürt siyaseti de Kürt basını da hâlâ bu değişime ayak uydurabilmiş değil, hatta bir ölçüde direniyor. Kürt halkının antikolonyal ruhu, Kürt siyasetini ve basınını muhasaraya almış görünüyor. Bu iyi bir şey. Kürt basınının, Kürt siyasetine oranla bu muhasaraya daha çok direnmesi ilginç elbette. Özellikle Türkiye’deki Kürt basınının yayın periyodu zaman zaman ilginç bir hâl alıyor. Bazı zamanlar yaşlı siyasi kurtların, kendi gündemlerini Kürtlerin önüne koyup dayattığı, bir bülten izlenimi veriyor. Ne var ki Apê Musa’nın ruhu elbette baskın gelecektir, hiç şüphem yok. Bununla birlikte iyi şeyler de oluyor ve yurt dışından yayın yapan Politikart gibi bir platform sürecin ruhunu omuzlamış görünüyor. Bu az buz bir şey değil.
Kürt siyaseti, odağı dağılmış bir görüntü veriyor
-“HDP, her ne kadar sınıflar-arası ittifak görünümüne sahipse de partiyi modere eden kesim çoğunlukla orta sınıf. Hâl böyle olunca orta sınıf moderasyonunda bir parti, müzakereci meclis siyaseti takip ederek totaliter rejime nasıl karşı koyabilecek?” sorunuzu bugün DEM Parti üzerinden soralım…
Karşı koyamadığını net olarak gördük. Orta sınıf meselesinde Ranajit Guha’nın Hindistan özelinde söylediklerini Kürt siyasetine uyarlayarak cevabınızı vereyim isterseniz: Kürt halkının ezilen kesimleri, tarihlerinin bizzat öznesi olduğu hâlde, partinin yönetsel süreçlerinden dışlanarak konuşamaz hâle getirildi. Orta sınıf, Kürtler adına konuşma yetkisine el koydu, epey zamandır.
Oysa orta sınıf mücadele etmez, mugalata yapar. Kaybedecek şeyleri vardır, statüsünü riske atmaz. Bu sebeple orta sınıfla ne anti kolonyal mücadele verilir ne de totaliter rejimlere karşı demokrasi mücadelesi verilebilir.
Daha önemlisi Kürt siyasetinin odağı dağılmış bir görüntü veriyor. En azından eskisi gibi Kürtlüğün odağında olduğu bir siyaset örüntüsü yok. Dürüst olalım, ezilen sınıfları odağına alan bir sınıf siyaseti de yok. Daha evvel söylemiştim, tekrar edeyim, Gurnah romanlarının kurgusunu andırıyor Kürt siyaseti. Elini masaya vuramayan, kimi sembolleri dekor olarak kullanan, Ankara’daki plazalardan halkına bakan, Kürtlük yorgunu bir toplama siyaset biçimi. Başka bir ifadeyle odasına Mandela posterini astığı hâlde, beyaz bir İngiliz ile evlenmek uğruna, müstakbel kayınpederinin gözüne girmek için, kendisini “zenciliği” ile ilgili kaba esprileri yutmak zorunda hisseden bir karakter gibi davranıyor.
İzninizle daha ötesine geçelim; epey zamandır Kürt siyasetinin modere ettiği politika sistemin lehine işliyor. Şöyle ki: İcra edilen meclis siyaseti de yerel yönetim siyaseti de Kürtleri sistem/düzen-içileştiren bir işlev görüyor. Hayır sadece meclise girmek suretiyle anti Kürtlük zemininde inşa edilen yeni rejimi meşrulaştırmaktan bahsetmiyorum. Bu var elbet ama ötesi de var. Sistem içi muhalefete ruh üfleyerek yapıyor bunu, onu ayakta tutarak, onu alternatif hâle getirerek yapıyor bunu. Topal Osman muhibini iki kez üst üstte seçtirerek, düzenli 30 Ağustos’u kutlayan bir oluşumu meclise taşıyarak yaptı, yapıyor.
Bu minvalde üçtür, 24 Nisan’da şahit olduğumuz üzere, Ermeni soykırımına, soykırım diyememek gibi bir garabet de var. Nereden tutarsanız elinizde kalacak bir mesele. Ne denebilir ki: Sistem-içileşmenin en net icabeti burada.
DEM Parti sürecini mümkün mertebe izlemeye çalıştım. Özeleştiri süreçlerini takip ettim ilgiyle. Büyük oranda bu süreçler “Evet yanlışlar yapıldı ama bir sor neden yapıldı.” kıvamından öteye geçmedi. Orta sınıf siyaseti izleyenler, yereldeki örgüt temsilcilerine gidip günah çıkardı, hepsi bu kadardı. İşin gerçeği eğer gerçek manada sine-i millet paradigmasına uygun olarak halka dönüş stratejisi izlenseydi, yolun yeniden tayini bağlamında iyi işler yapılabilirdi. Dolayısıyla halka dönüş değil, partinin yerel bürokrasisine dönüş yapıldı. Arabanın şoförleri değişti, tekerleklerine hava basıldı, çizik yerlerine boya sürüldü falan.
Fakat yine de hakkını yemeyelim, ön seçim, doğrudan demokrasi alametiydi. İyi düşünüldü, kötü yönetildi.
-2019 yerel seçimlerini değerlendirirken “…organik ideolojisi, örgütlenme sosyolojisi ve temsilî siyaset meselelerinde partinin giderek kronikleşmeye başlayan bir dizi problemle karşı karşıya kaldığı tezi”ni ileri sürdünüz. Yaşanan problemlerle ilgili bugün gelinen noktayı nasıl değerlendirirsiniz?
Ben öteden beri temel sıkıntının daha derinlerde olduğunu düşünenlerdenim. 2010’lu yılların başında, yani çok erken bir tarihte, Dipnot dergisinde gidişatın Gramsci’ye atıfla Kürtler açısından “pasif devrim” teorisine doğru bir gidiş olduğunu yazdım. Gelişmeler ve aradan geçen yaklaşık on beş yıllık süreç beni teyit etmiş görünüyor.
Kürt hareketi -pek kimse görmek istemese de- muazzam bir dönüşüm yaşadı, ideolojik makas değiştirdi, yeniden formatlandı. Kolonyalizm karşıtı ideolojisini askıya alıp, postkolonyalizmin bütün repertuarını sahaya sürdü. Oysa sınıfsal olana lakayt, ulusal mücadelenin özgürlükçü çizgisini son kertede yük gören bir ideolojidir postkolonyalizm. Büyük oranda orta sınıfın mülküdür, hem sınıfı hem de ulusal olanı sermayeye dönüştürme konusunda azimlidir.
Kürt halkının hiç değilse bir statüye kavuşmadan, postkolonyal sulara açılması, demokratik ulusun düğmesine erken basılması, Kürt halkını ve taleplerini, devletli halklar bahçesinde sahipsiz bir çiçek hükmüne getirecekti. Getirdi de.
Bu ideolojik tıkanıklığın bir sebebi de Kürt siyasetinin Öcalan olmaksızın ideoloji üretmekten imtina etmesi. Onun mutlak izolasyonu bütün bu manzarayı daha koyulaştıran, ideolojik hattı donuklaştırıp, üretkenliğini bitiren bir vasata mahkûm etti. Kürt hareketi gibi son derece dinamik bir hareketin son sekiz yıldır yalnızca bir kavram üretmesi (üçüncü yol) aklın alabileceği bir şey değil.
Bu kısırlığı son iki seçim boyunca yakinen hissetmiş bulunduk. Mebusların ya da belediye başkan adaylarının ulusal mücadeleye dair peltek konuşması epey dikkat çekiciydi örneğin. Son seçimde mesela nasıl bir yerel yönetim modeli icra edileceğine dair akılda kalan neredeyse tek cümle sarf edilmemesi tuhaf değil mi? Seçim sonrasındaysa Van’daki mazbata meselesindeki kararlı duruş ve Kürtçeye vergi indirimini dışarıda bırakırsak çoğu başkanın, Türkiye’nin herhangi ezilmiş bir taşrasında seçilmiş gibi konuşması sizin de dikkatinizi çekmiyor mu? Kürt toplumunun doğrudan demokrasi ihtiyaçlarını karşılamak yerine taşra kentlerinin müzmin sorunlarından bahsetmelerini nasıl yorumlamalı? İşin düşündürücü tarafı ne kentin iktisadi kaynaklarına göz diken müteahittizm meselesinden bahsediyorlar ne oy deposu işlevini gören yoksul mahallelerinin dertleriyle hemhaller ne de kentlerin birer asimilasyon üssü, butik orta sınıf şehirler hâline getirilmesine karşı politikaları var. Şüphe yok ki başlarının üstünde demoklesin kılıcı gibi sallanan kayyım atama siyaseti var, bunun etkisini yadsımıyorum. Ancak tam da buralardan yürüyerek kayyım siyaseti imkânsızlaştırılabilir sanıyorum.
Belki erken bir yorum olarak görülebilir ama seçim boyunca başkan adaylarının söyledikleri şeyler ve politik vaatleri bir taşra esintisinden ibaret kalıyordu. Doğrusunu isterseniz Reşat Nuri Güntekin’in Anadolu Notları kitabındaki lügatle sorunlara yaklaşmaları gelecek açısından cidden düşündürücü. Geldiğimiz yer, başladığımız yer; yani pasif devrim hinterlandı.
Oysa pasif devrim kaçınılmaz değil. Hiç değil.
‘Efendilerden efendi beğen siyaseti’
-DEM Parti’nin Cumhurbaşkanlığı seçimindeki gibi doğrudan bir açıklaması olmasa da gerek iktidar cenahından yapılan açıklamalar gerekse Özgür Özel’in vurguları “Kürdistan’da kazan, Batı’da iktidara kaybettir” eksenli bir seçim stratejisi izlendiğini gösteriyor sanki. Bu stratejinin kazanımları ve kayıplarıyla ilgili neler söylenebilir?
Benim açımdan bu siyaset netti, efendilerden efendi beğen siyasetiydi. Açık konuşalım, behemehal efendi şıkkına basma siyaseti Kürt siyasetinin bütün ütopyalarının içini boşaltıyor. Traverso’nun harikulade tabiriyle söylersem, Kürt siyasetinin efendi albümünden efendi beğenme stratejisi “ütopya tutulması”na kapı aralıyor.
Kim ne derse desin, Postkolonyalizmin en büyük yıkımı devrim fikrini askıya alması oldu. Türkiye’deki Kürt siyaseti epey zamandır devrim fikrini hatta kavramını dahi unutmuş görünüyor. Devrim fikri olmaksızın bir eşitlik talebi mümkün mü? Devrim ütopyası olmayan bir siyaset, bir bürokrasi siyasetine dönüşür. Bürokrasinin varlık sebebi zaten efendiye itaat etmektir, efendi yoksa bile onu yaratmaktır biliyorsunuz.
Bunu sınıf perspektifine uygularsak belki daha iyi anlaşılır diye umuyorum. Proletaryanın bütün mücadelesinin daha iyi bir patron bulmak üzere yürüdüğünü düşünebiliyor musunuz? Kim bizi daha az ezecek, kim bize daha şefkatli tokat atacak stratejisi ezilenlerin stratejisi olabilir mi?
Açık konuşayım efendilerden efendi beğenme bir siyaset biçimi değildir, bir itaat biçimidir. Bundan behemehal sıyrılmak icap eder. Postmodern romanın kurucularından Calvino dahi romanlarında bir yerden sonra dayanamaz ve kahramanlarına “Kahrolsun efendi” sloganı attırır. Kürt siyaseti, eğer postmodern roman kurgusunun dahi gerisine düşecekse gidip Monaco’da ıstakoz yesek yeridir.
Kürt siyasetinin bir sınıf politikası yok
-HDP süreciyle ilgili “… partiyi domine edenlerin veya karar süreçlerinin orta sınıf ve onunla uzlaşma hâlindeki kimlik aristokrasisinin tekelinde olduğu”nu belirtiyor ve “Sömürünün, sömürgeciliğin, ezilen olgusunun merkezî unsur olması gerekirken bunun yerine sıkça mağduriyet ve mağduriyetin giderilmesi bağlamında onarıcı adalete kurucu unsur olarak atıf yapılması restorasyoncu aklın partiye egemen olduğunu gösteriyor.” eleştiriniz vardı. Son seçimler dikkate alındığında bu “karar süreçleri” ve “egemen akıl”la ilgili bir değişimden bahsetmek mümkün mü?
Kulaklarını çınlatalım, sevgili Delil Karakoçan yıllar önce bir sohbetimizde “Kürtlere bir siyasi sınıf lazım” türü şeylerden bahsediyordu. Gerçi onun işaret ettiği başka bir şeydi ama gelinen noktada artık Kürtlerin bir siyasi sınıfı var ama sınıf siyasetinin hilafına oluştu bu siyasi sınıf. 90’larda siyasal kamuya gözlerimizi açtığımızda gördüğümüz figürlerin hâlâ işbaşında olması bir kader değil herhâlde.
Birbirimizi kandırmaya gerek yok, Kürt siyasetinin karar alma süreçleri epey zamandır orta sınıf temsilleri ve onunla uzlaşma hâlindeki kimlik aristokrasisinin mutabakatıyla iş görüyor. İkisini de açmam gerek izninizle.
Kürt siyasetinin orta sınıf karakteri hassaten aday belirleme süreçlerinde, meclis siyasetlerinde ve aday profillerinde kendini dışa vuruyor. İlginç bir şekilde Kürt orta sınıfı, epey zamandır kelimenin gerçek anlamıyla iktisadi olarak ezilen Kürt kitlelerinin temsilini üstleniyor. Bu kadro sosyolojisinin içinde siz bana yoksul bir köylü, yoksul mahallelerinde yevmiye usulü çalışan bir işçi, gündeliğe gidip boğaz tokluğuna çalışan bir kadın emekçisini gösterebilir misiniz? Bu kişilerin Kürt siyasetinin bürokrasisini yarıp aday adayı olması bile çoğu zaman imkânsız. Açık konuşalım, Kürt siyasetinin bir sınıf politikası yok şu an itibarıyla. Söz konusu sınıf olduğunda iyi niyetli, diğerkamlık seviyesi yüksek, kapitalizm karşıtı bir aktivizmin içinden konuşuyor, hepsi bu. Antikolonyalizmin popülizmine kapılmak istemem ama bağlantıları olmayan, sıradan, emekçi, yoksul bir Kürt bırakalım genel merkezde muhatap alınmayı, acaba ilçe kurumlarında bile muhatap alınıyor mu? Üzgünüm ama Bakunin’in son derece veciz betimlemesiyle Kürt siyasetinin organik habitusunda “proletarya çiçeğine” şu an itibarıyla yer yok.
Bir tuhaflık daha: Seçim dönemindeki adayların tanıtımı çok ilginç bir sosyolojik veri sunuyor örneğin. Adaylar son model iphone’ların kadrajından, ultra lüks jeeplerle, Passat ve Mercedeslerle korna çalarak, bayrak ve flamalarla donanmış bir hâlde şehir turu atıyor. Bu orta sınıf ritüelinin Hançepek’te, Xaçort’ta ve diğer yoksul meskenlerde nasıl bir duyguya sebebiyet verdiğine dair merak edenimiz var mı? Mazlum Doğan bu sahneyi görseydi ne düşünürdü acaba?
Keza yakın zaman önce belediye seçimlerini geçirdik. Siz belediye başkanlarından şehrin rantının nasıl bölüştürülmesi gerektiğine dair bir çift laf duydunuz mu? Elini ovuşturmuş bekleyen Passat markalı müteahhidizm için ne tür siyaset örüldüğünü gördük mü? Veya daha üst perdeden soralım: Kürt belediyeciliğinin bir ekonomi politiği var mı? Korkarım ki Kürt siyaseti, mahallenin yoksul evlerinden lüks otel odalarına taşındı. “Bir insan kulübede başka, sarayda başka düşünür.” diyordu Feuerbach, yanlış mı?
Partinin organik evreninde dolaşıma giren paranın kimleri zengin ettiği, Kürt belediyeciliğinin imar rantlarından, ihale listelerinden, sınıf politikalarından kimin zenginleştiğini sormayalım mı? Bu sınıf sosyolojisinin partinin karar süreçlerinde, kadro seçimlerinde ve politika tercihlerinde etkisi yok mu sanıyorsunuz? Ne çok haklıydı Nietzsche, “Bugün artık kimse ölümcül hakikatlerden ölmüyor, çok fazla panzehir var.” derken.
Kimlik aristokrasisi tabirini de açmak isterim izninizle. Liberal bağlamda Kürt sorununun çözülmesini isteyen, Kürt sorunundan murad ettikleri ise dil üzerindeki yasakların kaldırılması, Kürtlerin siyaset yapmasının önünün açılması, Kürtçe yer adlarının iadesi gibi soft talepler zinciri ile kendini ortaya koyan bir kesimden bahsediyorum. Kürtçe ile ilişkileri yalnızca rojbaş ve şevbaş ile sınırlı olan, ege sahillerinde birden fazla yazlığı bulunan ve yedi yirmi dört “tavuklarımız birbirine karıştı” edebiyatı yapan bir temsil biçimi var. Kürtlükle tek anlamlı ilintisi kimliğindeki kütük bilgileri olduğu hâlde bu klik siyasetinin hâlâ Kürt siyasetini bir şekilde domine etmeye gücünün yetmesi çok ilginç bir durum.
Son iki seçimdeki aday belirleme tuhaflıkları, bu süreçteki iş birlikleri ortada. Ön seçimdeki garip tercihlerin, ayak oyunlarının parmak izlerine bakarsanız manzarayı ayan beyan görürsünüz.
Karşılıksız bir iltihak tercihi
-Her seçim sonrasında olduğu gibi bu seçim sonuçları üzerinden de başarı ya da başarısızlıklar esas olarak alınan oylar, kazanılan/kaybedilen yerler üzerinden de yapılıyor. Oysa siz daha önceki bir değerlendirmenizde “Kürt siyasetinin aldığı oy oranlarına bakıp matematik sosyolojisi yap[manın]” doğru olmadığını belirtiyor, “…Kürt siyasetinde cebir kanunlarının hükmü yok, burada siyaset sosyolojisinin kanunları geçer.” diyorsunuz. Bu seçim sürecinin ve sonuçlarının ortaya çıkardığı tabloyu da göz önünde bulundurarak, Kürt siyasetinin yakın geçmişten bugüne izlediği seçim stratejisine dair neler söylersiniz?
Şüphe yok ki mesele cebir meselesi değil, ideolojik bir mesele. Bu manada seçim sonuçlarının aritmetiğine bakıp cebir sosyolojisi yapmanın hiçbir anlamı yok. Zaten ortada liberal demokrasiyi geçtim, ‘militan demokrasinin’ ölçütlerine göre dahi özgür bir seçim yok. Epeydir buyruk rejimi var; buyurulan var ve buyuran var. Sandık bu sebeple buyruk rejiminin meşruiyetini sağlıyor, halklaşmasına yordam oluyor.
Bu tip rejimlerde bir halkın davasını yürütmek şüphe yok ki zor bir iş. Parlamenter rejim döneminde Kürt siyaseti otonom kalabiliyordu ama yeni inşa edilen rejimde sistem dışı ya da otonom kalmak pek kolay değil. Öcalan buradan çıkış için üçüncü yol diye bir patika önermişti ama gördüğüm kadarıyla Kürt siyasetinin karar alıcıları üçüncü yol konusunda ikna değil, en azından ağırdan alıyorlar.
Metropollerde, özellikle son birkaç seçimdir, Kemalist bloka eklemlenme siyaseti veya iltihak siyaseti Kürt siyasetinin ölümcül bir tercihi olarak öne çıkıyor. Bu bir yerde büyük edebiyatçı olduğu hâlde, Fransa Kültür Bakanı Malraux ile ilişkisi ve belediye başkanlığı icra etme süreçlerinde teorisyenliğine büyük zarar veren Aime Cesaire girdabını hatırlatıyor. Sonuçta onun bu tercihi öylesine gülünç bir hâl aldı ki, bir seçim döneminde, seçmenleri “Çok yaşa de Gaulle, çok yaşa Cesaire” şeklinde bir absürtlüğe dahi savruldu. Korkarım bu gidişle metropol Kürtlerinin self kolonyal eşiği “Çok yaşa Atatürk, çok yaşa Şeyh Said” şeklinde karikatür bir hâl alacak görünüyor.
Velhasıl Kürt siyaseti son birkaç seçimdir, Kürtlere özgürlük, statü ve eşitlik yerine, merkezî siyasete daha çok dâhil olmayı, hatta karşılıksız bir iltihakı savlıyor. Başka bir yazımda söylemiştim, tekrar edeyim. Kürt siyaseti bugün itibarıyla hemen her şeyiyle bir Ankara partisi. Bunu tersine çevirmek, Ankara’yı taşralaştırmak gerekir, hatta elzem.
‘Kemalizm Kürtlere gülümsemez’
-Çok aktüel bir tartışmanın konusu olduğu için açıkça soralım: İstanbul’da DEM Parti’nin aday göstermesi ve alınan sonuç da dikkate alındığında, siyaseten kazandırmış mıdır?
Kazandırdığı kesin. Yüzyıl aradan sonra bir dejavu yaşadık, Kemalizm, Kürt siyasetinin inanılmaz sarkastik politikalarıyla küllerinden doğdu. Kürtlerin yüz yıl önce Mustafa Kemal’e kucak açmasından sonra ikinci kez Kürt temsilciler Kemalizmi mancınıkla Türk siyasetinin öznesi hâline getirdi.
Yüz yıl önce şişirilip abartılmış Ermenistan korkusuyla Mustafa Kemal’e yönlendirilen Kürt kitleleri, yüz yıl sonra bu sefer Ermenileri katleden yeni İttihatçı hattın geriletilmesi için ahfadına oy vermiş oldular.
Son yazımda değinmiştim, Kemalizm Kürtlere gülümsemez, gülümsemeyecektir. Ve korkarım metropol Kürtleri görünür gelecekte kendilerini yeniden kesecek bıçağı bilediler.
SOSYAL MEDYA / MEDYAYA CIVAKÎ