Eleştirel Teori

75 views
32 mins read
75 views
32 mins read

Fırat Aydınkaya

(https://kurdarastirmalari.com/)

Kürdçe’den Çeviri : Grok

Deleuze-Guattari değerli eserlerinde çok önemli bir konuya dikkatimizi çekerler. Şöyle derler: Çocuklar için asıl mesele, babaya karşı özgürleşmek değildir; çünkü baba özgürlük yollarını bilmezse (özgürlük yollarını kaybetmişse), çocuk özgürlük yollarını nasıl bulacak? Dolayısıyla sorun özgürlük değil, sorun yeni bir yol, bir çıkış bulmaktır.[1]

Bana göre bugün eleştirimizin problemi yalnızca köleleştirilmiş bir toplumu ifşa etmek değil, bundan daha önemlisi, halklarımız ve siyasetimiz özgürlük yollarından vazgeçtiğinde, özgürlük yollarını kaybettiğinde, onları nasıl eleştirebiliriz ve önlerine yeni bir yol nasıl koyabiliriz? Görünen o ki, özellikle bu günlerdeki problemimiz yeni bir yol arayışı, bir çıkıştır.

Bizim tartışmamız[2], Fexriya Adsay[3] ile birlikte ve Mustafa Zengin’in[4] katılımıyla devam ediyor. Ancak bu tartışma henüz yeterince zengin değil, yaratıcı değil ve teorik bir temele dayanmıyor. Daha fazla derinleştirilmeli ve teorileştirilmelidir.

Doğrusu, Peyami Safa ve Necip Fazıl ya da Nâzım Hikmet ve Abdülhak Hamit gibi boş ve anlamsız bir çekişmenin içine düşmek istemiyorum. Türk yazarları çoğu zaman sofrada bir yer kapma şöleni için birbirinin boğazına sarılırdı. Bizim ne soframız var ne de şölenimiz; sadece kölelik var. Bu yüzden eleştirimiz baştan sona halkımızın özgürlük mücadelesiyle bağlantılı olmalı. Olmazsa olmaz.

İkincisi, elimden geldiğince bu tartışmayı edebiyat teorisi ve kültür teorisiyle bağlantılı bir şekilde yürütmek istiyorum. Bana göre bu şekilde bir yaklaşım daha üretken olur ve en azından kişisel polemiklere düşmemizi engeller.

Tarih ve Etimoloji

Bazı iddialara göre, “krino”, yani eleştiri, ilk olarak Yunanca’da “karar verme”[5] kelimesinden türemiştir. Türkçe’de “eleştiri”, “elemek” kelimesiyle bağlantılıdır. Arapça’da ise “tenkit” kelimesi, iğneleme ya da kusur bulma anlamından gelir. Bizde, eğer eleştirinin kökü “rex” ise, ilginçtir, kelimenin kökü “yan, taraf, yön” anlamına gelir. Kelimenin etimolojisine göre, eleştirdiğimizde bir taraf oluruz, bir başkasının yanına gideriz.

Melayê Cizîrî, “Ellah Sehergaha Ezel” adlı şiirinde eleştiri kavramını kullanır ve şöyle der: “Nur gibi gelirler, kusur, noksan ve eleştiriden uzak.” Melanın estetiğinden anlaşılıyor ki, bu kelime klasik edebiyatımıza ve ilahiyatımıza girmiş olsa da, toplumda negatif bir içerik taşır. Peki, bu tespitlerin anlamı nedir? Kürtler tarih boyunca birbirini eleştirmemiş mi?

Elbette eleştirmişler, hem de en ağır şekilde eleştirmişler, hatta kardeş katline, kız kardeş katline kadar varmış. Ancak “birakujî” (kardeş katli) kelimesinden de anlaşıldığı üzere, Kürtler birbirini eleştirmeyi bilmiyor. Çoğu zaman ya birini baş tacı ediyoruz ya da hançerin önüne koyuyoruz. En yakın örnek, Öcalan’ın “Perspektif” metni. Bu metin ya kutsal bir metin gibi görüldü ya da işkenceye maruz bırakıldı. Peki, ya eleştiri?

Doğrusu, genel olarak eleştiriden hoşlanmıyoruz, hatta eleştiriyi bir düşmanlık aracı olarak görüyoruz. Büyük ihtimalle, eleştiriden hoşlanmamamız nedeniyle kardeş katli toplumumuzda bir gelenek haline geldi. Hatta eleştiriyi dil uzatma olarak görüyoruz. Bu yüzden “dil uzatma” sosyal lügatımızda bir tehdit olarak söylenir.

Yine de tarihimizde büyük bir eleştirmen ortaya çıkmıştır. Mem û Zîn tamamen bir eleştiri eseridir, iç eleştiridir; ama tuhaftır ki bu eleştiri de kan dökülmesine sebep olur. Dolayısıyla, diyebiliriz ki eleştirimiz mizahla değil, trajediyle bağlantılıdır. Bilmiyorum neden eleştirilerimizden trajedi akar, kan damlar! Büyük Xanî’nin estetiğinde mizah için tek bir kelime bile kullanılmamıştır. Oysa Shakespeare’in eserlerinde, İngiliz toplumunda en keskin eleştirilerin soytarıların ağzından çıktığını görürüz; Kral Lear’de soytarı hem güldürür hem de eleştirir.

Peki, eleştirimizin bir teorisi ve felsefesi var mı? Rahatlıkla söyleyebilirim ki, Ehmedê Xanî’nin eleştiri felsefesi vardı. Büyük usta şöyle soruyordu: “Hangi sebeplerle mahrum kaldılar? Topluca neden mahkûm oldular?”

Xanî bizim ilk eleştirmenimizdi. İç eleştirilerinin ardında sağlam bir felsefe, yaratıcı bir teori vardı. Kürtler neden bağımlılar, neden mahkûmlar? Hem mahkûmiyetin felsefi sebeplerini açıklıyordu hem de kurtuluşun felsefesini önümüze koyuyordu.

Xanî’den sonra modern dönemde başka bir eleştirmenden de bahsedebiliriz. Gerçekten de Hacı Qadir, her ne kadar tam anlamıyla değilse de, eski topluma sert eleştiriler yöneltti. Ancak eleştirisinin hamuru sentetikti, bu yüzden teoriden yoksundu. Dizelerinin gücüyle sarsmak istiyordu, ama şiirleri bazen titretiyordu fakat yıkıcı değildi, daha çok retorik ve toplumsal tespitlerdi. Denebilir ki Hacı öfkeliydi, şikâyetçiydi, dertliydi, ama o kadar. Bu, eski toplumumuzun eleştiri frekansıdır. Aşağıda daha ayrıntılı olarak iddia ediyorum ki, Adsay ve Dewlemend bu frekansta eleştirilerini sunuyorlar. Eleştirileri eleştiri teorisine değil, retorik bir tavra dayanıyor.

Bana göre iç eleştiri alanında ilk sistematik ve yarı modern eleştiriyi Kurdistan gazetesinde görüyoruz. Mîqdat Bedirxan’ın editörlüğünde değil, fakat Evdirrehman Bedirxan’ın editörlüğünde topluma en sert eleştiriler yöneltiliyordu. Örneğin Bedirxan, Mîran aşiretinin ağasını eleştirmek için en sert kelimeleri kullanıyordu: “Misto keçelo”[6], daha düne kadar çobandı, bugün ise yöneticilik talep ediyor, diyordu. Ayrıca sadece Mustafa Ağa’yı değil, Hamidiye Kürt toplumunu da sert eleştirilerin hedefi yapıyor ve bu toplumu yerden yere vuruyordu. Ancak bu eleştiri daha çok iç efendilik jargonuyla yapılıyordu. Bu yüzden ne tarihsel bir temele sahipti ne de teorik bir temelde yapılıyordu.

Hawar, ey Hawar

Eleştiri teorimiz için Hawar imdadımıza yetişebilir mi? Hawar’ın eleştirilerini değerlendirmeden önce eleştirinin temelleri üzerine birkaç tespit yapmalıyım.

Bana göre devrimci bir eleştiri teorisi için pek çok şeyimiz hazır. Siyasetimiz derin bir kafa karışıklığı ve kriz içinde debeleniyor. Siyasetimizin estetiği şu anda özgürleştirmiyor ve anti-kolonyalizmin yolunu kendine yük sayıyor. Marksist devrimci eleştiri, proletaryanın yenilgisi üzerine inşa edildiği gibi, biz de bugün Kuzey’in siyasetinin yenilgisi üzerine teorik bir eleştiri inşa edebiliriz. Bu yüzden zaman, eleştiri ve eleştiri teorisi zamanıdır.

Hawar’da yapılan iç eleştiriler bugünkü durumumuza benziyor. Şeyh Said isyanı yenilmişti, Kürt toplumu hem yasını tutuyor hem de muhasebesini yapıyordu. Yenilginin sebeplerine bakıldığında eksiklikler, hatalar ve yanlışlar görüyordu. Kovarın editöryası pek memnun olmasa da, özellikle isyanın sonuçları üzerine sert eleştiriler yapılıyordu.

Hawar’ın eleştiri teorisi konusunda şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Hawar, eleştiri teorisini ülkenin özgürlüğüyle ve isyankâr bir tavırla bağdaştırmıştı, hatta bunu temel bir esas haline getirmişti. Eleştiriyi bu temel üzerine teorileştiriyorlardı. Hawar’ın farkı, eleştirisini her şekilde estetize etmesiydi; öykülerinin, şiirlerinin ve metinlerinin çoğunda iç eleştiri mutlaka vardı. Ancak bu teorinin sorunları da vardı elbette; daha çok aydınlanmacı, pozitivist-modernist ve darwinistti. Yine de Celadet’in dediği gibi, temel amaçları özellikle Kürtlerin birliği ve özgürlüğü içindi.[7]

Kovarda genç aydınlar ağaları ve şeyhleri eleştiriyor, liderlerimizin isyanda rollerini oynamadığını söylüyordu. Haco Ağa gibi insanlar ise cevap veriyor, “Biz cephede savaşırken aydınlarımız neredeydi?” diyordu. Haco Ağa, gençlerin eleştirisini tanımlarken “memnuniyetsizlik ve karşıtlık” diyordu.[8] Cegerxwîn de kovarda mollaları ve şeyhleri eleştirirken “şikâyet” kelimesini kullanıyordu.[9] Haco Ağa’ya cevap veren yazarlar, ağanın eleştirisi için “lâf” diyorlardı.[10] Hawar’ın sahibi ise bu eleştiri yazılarına “munakaşa” diyordu.[11]

Özetle, Hawar dergisi eleştiri teorimiz için bir taş koymuştur. Hawar’ın sahibi şöyle diyordu: “Sen kimsın? Eskiden nasıldın? Bugün ne haldesin? Bundan nasıl kurtulabilirsin?”[12]

Peki, Hawar’ın eleştiri teorisini Frankfurt Okulu’nun eleştiri teorisiyle ve maduniyet teorisiyle bağdaştırabilir miyiz?

Modern dönemde insanın bahsedebileceği en faydalı eleştiri, Adorno, Horkheimer ve Marcuse tarafından yapılmıştır. Eleştiri teorisi, felsefesi ve ideolojisiyle büyük bir etki yaratmıştır. Adorno’nun eleştirileri sayesinde bugün aydınlanmanın totaliter olduğunu anlıyoruz; Benjamin’in eleştirileri sayesinde medeniyetin katliamlarla medeniyet haline geldiğini anlıyoruz; Horkheimer sayesinde modernitenin aklının protez bir akıl olduğunu anladık. Öte yandan, Hindistan’da Maduniyet Okulu çok ilham verici eleştiriler yaptı ve bu eleştirilerin ardında toplumlarının felsefesi ve mistisizmi var. Guha,[13] Hindistan Komünist Partisi’ni eleştirileriyle yerle bir ederken, toplumunun tarihinden ve felsefesinden güç alıyor ve hareketlere katılıyordu.

Eleştirimizin Jargonu ve İçeriği

Peki ya biz? Özellikle bugün sosyal medyada ve parti basınında birbirimizi eleştiriyoruz. Zaten eleştirimizin jargonu, teorisizliği ve içeriksizliği her gün açıkça ortaya koyuyor. Meselenin özü, eleştirimizin dili şöyle: hain, ajan, namussuz, alçak, satılık, barzo, kapo, kurdonot, mürit, “sen olmasan da olur” vb. Bu mu eleştiri?

Peki, neden eleştiri teorimiz yok? Önceki yazılarımda Negritude Okulu’ndan, Maduniyet Okulu’ndan, Latin Amerika Okulu’ndan bahsetmiş ve neden bir mücadele teorimiz olmadığını sormuştum. Buna eklemeliyiz ve kendimizi de eleştirmeliyiz: Neden bir eleştiri teorimiz yok?

Elbette ezilen toplumlarda eleştiri tehlikelidir, herkesin yapabileceği bir iş değildir. Eski Ahit’te, Korah Musa’ya karşı çıktığında, “Sen haddini aşıyorsun, bizim üzerimize hükümdar olmak istiyorsun!” der. Bu cümlenin ardından bildiğimiz şey, yerin yarıldığı ve Korah’ın yok olduğudur.[14]

Bana göre bugün eleştiri teorisi, mutlaka “parrhessia”[15] felsefesiyle bağlantılı olmalıdır. Eğer içimizdeki otoritelere karşı durup onlara hakikati söyleyemezsek, bu iş olmaz. Eleştiri teorisinin ilk şartı cesarettir. Ancak sadece parrhessia ile de olmaz. Parrhessia, ezilenlerin teorisi temelleri üzerine inşa edilmelidir. Zaten teori yoksa, parrhessia’nın işlevi değişir ve polemiğe dönüşür.

Ama bu da açık ki, eleştirimizin ağzında iki hegemonya oturuyor: İşgalcilerin mutlak hegemonyası ve Kürt otoritelerinin görece hegemonyası.

Önceki yazımda Adsay’ın eleştiri teorisi için birkaç soru sormuş ve onun eleştirilerinin ardında nasıl bir felsefe olduğunu, hangi teori üzerine inşa edildiğini öğrenmek istemiştim. Ama maalesef Adsay bu eleştirileri biraz kişisel algıladı ve bu yüzden biraz incindi. Oysa bu mesele kişisel değil, eleştiriye teorik bir temel oluşturmalıyız.

Adsay ve Dewlemend, Kuzey hareketinden memnun değiller, olabilir, bu normal, biz de çoğu zaman memnun değiliz. Ben de bizzat 2005’te Hikmet Fidan’ın öldürülmesinden bu yana onlarca yazımda Kuzey hareketini eleştirdim, hâlâ da eleştiriyorum. İsteyenler 2015’ten sonraki yazılarımı okusun, şiddet, sınıf ve ideoloji alanında en sert eleştirileri yaptım. Eleştirilerimi okuyanlar görür ki, az çok, iyi kötü, sırtımı anti-kolonyal bir felsefeye dayıyorum ve bu paradigmada tarih, sınıf ve ideolojiyi yeniden teorileştirmek istiyorum. Eleştiri teorim için birkaç sütundan bahsetmek istiyorum. Birincisi, “Kürdistan bir sömürgedir.” İkincisi, Kürtler iki kez ezilmektedir, ulusal ve yoksulluk açısından ezilmektedir, bu yüzden çift bilinçli olmalıdırlar. Üçüncüsü, Kürtlerin mücadelesi kadınların özgürlüğünü, Kürt demokrasisini içermeli, katliamlara karşı olmalı ve tüm insani değerleri kapsamalıdır.

Ama görünen o ki bu eleştiri ve teori Adsay’a yetmiyor. Neden peki? Önceki yazımda demiştim, tekrar etmeliyim. Kuzey’in eleştirisi totaliterdir, kelimelerini zorla ağzımıza sokmak istiyorlar, onların cümleleriyle eleştirmemizi istiyorlar, onların gramerleriyle konuşmamızı istiyorlar. Bilmiyorum neden Kuzey’in eleştirisi efendilerin dilini kullanıyor. Bizler Caliban mıyız, onlar Prospero mu? Bildiğimiz gibi Shakespeare’in kahramanı Caliban’a, “Konuşmayı bilmiyordun, sana kelimeleri ben verdim,” diyordu.[16] Neden eleştirimizin dili ve zemini efendilik talep ediyor?

Adorno, Hegel’i ele alırken eleştiri konusunda şaşırtıcı bir şeye dikkatimizi çeker. Ona göre Hegel, Kant’ın eleştirileri temelinde eleştiriyi düzenli bir şekilde yaptı. Ama eleştirilerinde bir paradoks var, eleştirileriyle eleştiriyi durdurmak istiyor.[17] Bana göre Kuzey’in eleştirisinde de bu tarz bir ruh var. Sadece Adsay ve Zengin değil, genel olarak Kuzey’in eleştirisinde böyle bir bağlam var. Eleştirilerinde statik bir ruh var, zaten eleştiri polemiğe ve retoriğe dönüştüğünde içerik durur, güzel söz meydanına çıkar.

Buna rağmen, ezilen halkların tarihinden biliyoruz ki her hareket, kendi karşısındaki eleştiriyi de inşa eder. Hareket, iç otoritesini kurarken, karşısındaki sınırları ve grameri de belirler. Eğer bugün gerçek bir eleştirimiz yoksa, bunun sebebi biraz da budur. Kuzey’in eleştirisi şu anda daha çok kirli, suçlayıcı ve hakaret dolu bir dilde ilerliyor. Bu tarz bir eleştiri hem yeni ve gerçek bir eleştiriyi engeller hem de parti kitlelerini motive eder ve mobilize eder.

Eleştiri mi Retorik mi?

Öte yandan Adsay ve Dewlemend milliyetçilik değerlerinden bahsediyor. Önceki yazımda da demiştim, milliyetçilik su gibidir, hangi kaba girerse onun şeklini alır. Elbette milliyetçilik grameriyle eleştiri yapılabilir, hem de iyi olur. Ama bu tarz bir gramer çoğu zaman popülizmdir, retoriktir, duygudur, tavırdır. Mustafa Dewlemend iyi bilir ki Beko’nun kendisi de büyük bir eleştirmendir, eleştirisinin ardında bir felsefe vardır, her ne kadar kötülüğün felsefesi olsa da. Bu yüzden öğrenmek istiyorum, Adsay ve Dewlemend’in milliyetçiliğinin altında retorik, duygu ve tavır dışında ne var? Eğer yoksa bu zordur, çünkü programsız, teorisiz eleştiri, eleştirinin durmasını getirir.

Adsay ve Dewlemend eleştirmiyor; şikâyet ediyor, öfkeleniyor, sızlanıyor, feryat ediyor. Eğer bir eleştiri teorisizse; şikâyettir, sızlanmadır, feryattır. Bunların hepsi retoriğin dallarıdır. Elbette güzel söz ve retorik teorisi de vardır, ama bu teori dilin oyunudur, kelimelerin şehvetidir, seslerin estetiğidir. Retoriğin tarihinden biliriz ki modernite öncesi retorik, eleştirinin ta kendisiydi. Ama yine bu tarihten biliriz ki retorik, şairlerin öfkesi ve elit bir sınıfın cümleleri oldu, yolunu değiştirdi, polemiğe dayandı.

Bugün toplumumuzda sosyal medya sayesinde retorik moda oldu. Retorikle Kürdistan inşa ediliyor, işgalciler yerle bir ediliyor, bir gecede, iki yüz kırk karakterle bin yıllık derdimiz şifa buluyor. Doğrusu, retoriğin şehveti eleştirimizin temelini perişan etti. Bu retorik şu anda orta sınıfın gramerinin ta kendisidir. Orta sınıf, popülist retoriğin imkânlarıyla toplumsal ve isyankâr eleştirinin başını kaldırmasına izin vermiyor. Elbette retorik ideolojik bir silahtır, öldürür ama inşa edemez. Eleştiri ile retoriğin farkı burada ortaya çıkar: Eleştiri hem yıkıcıdır hem yapıcıdır; oysa retorik yıkıcıdır, yapıcı değildir. Buna rağmen retorik tekniktir, dil felsefesinin ürünüdür; eleştiri hem tekniktir hem etiktir, değişim felsefesinin ürünüdür. Retorik çoğu zaman ifşacıdır, eleştiri isyankârdır. Bu farkın toplum üzerinde nasıl bir etki yarattığını görmek isteyenler, Achebe’nin Halk Adamı kitabını okusun.[18]

Önemli olan şu ki milliyetçilik çoğu zaman eleştirmenlere ve teorisyenlere değil, vaizlere muhtaçtır. Tarihten biliriz ki milliyetçi vaizler için felsefe ve teori gerekli değildir, belagat gereklidir, ifşa eden kelimeler gereklidir, sloganik cümleler gereklidir. Onlar için kütüphane gerekmez, kürsü ve mikrofon gerekir. Zaten eleştiri toplum için, gelecek için yapılır; oysa belagat mikrofon için, alkışlar için, şimdi için yapılır.

Buna rağmen, onların bahsettiği milliyetçilik genellikle egemenlerin milliyetçiliğidir. Zaten birkaç kez karşılaştım, Adsay “ezilenlerin milliyetçiliği” kavramını anlamsız buluyor. Doğrusu, bu arkadaşların milliyetçiliğinde hiçbir canlılık, hiçbir özgürlük kıvılcımı göremiyorum. Bize önerdikleri bu milliyetçilik, Gazzeli halka karşı sağır ve dilsizdir, ezilen kadınlara karşı kayıtsızdır, Kürt yoksullara karşı ilgisizdir, demokrasi ve ezilmişlik karşısında kararsızdır. Bu yüzden onların bahsettiği milliyetçilik, egemenlerin (Türklerin) milliyetçiliğinin aşısını bizim derimize enjekte ediyor. Özetle, orta sınıfın teoriden hoşlanmadığını, ham bir idealizme tutkun olduğunu, sekter olduğunu ve belagat alanında daha radikal olduğunu biliyoruz. Bilindiği gibi Hegel, Napolyon için “O, at sırtında tarihtir,” demişti. Arkadaşlarımız da milliyetçilik için aynı şeyi söylüyor, ama ortada ne at var ne Napolyon.

Doğrusu, egemenlerin milliyetçiliğini ezilenlerin bedenine bir gömlek gibi giydirmeye kalkarsak, bizi çok zor krizler bekler. Bu popülist milliyetçiliğin sonuçlarını görmek isteyenler iki romana baksın. Biri Ngugî’nin Kargalar Büyücüsü[19], diğeri Achebe’nin Halk Adamı. Her iki roman da doğrudan bize şunu bildiriyor: Egemenlerin milliyetçilik gömlekleri ezilenlere giydirildiğinde, bu gömlek delilerin gömleği işlevi görür.

Sonuç

Eleştiri ve öz eleştiri alanında elbette bu yazının muhatabı bizzat benim. Eğer eleştirimiz hâlâ teorisiz ve felsefesizse, elbette sorumlulardan biri de benim. Kendimi de suçlu buluyorum.

Sonuç olarak, Rancière eserinde Marx’ı eleştirirken çok önemli bir şeye dikkatimizi çeker. Ona göre Marx, proleteryaya ezilmiş oldukları gerçeğini verir. Bu doğru, ancak bu gerçeği vererek onları bilgiden yoksun bırakır.[20] Bugün Kuzey’in siyasetini kitlelere eleştirirken, onları eleştiri teorisinden mahrum bırakmamalıyız. Eğer böyle olmazsa, yapılan eleştiri inşa edici ve düzeltici bir eleştiri olmaz, yıkıcı ve afaroz edici bir eleştiri olur.

Bu yazıda şunu hatırlatmak istedim: Ne bir tarih teorimiz var, ne bir kültür teorimiz, ne bir edebiyat teorimiz, ne de bir sınıf teorimiz. Bu teoriler yoksa, bir eleştiri teorisi de mümkün değildir. Retorikle, polemikle ne babaların (işgalciler ve otoritelerimiz) üstesinden gelebiliriz ne de yeni bir yol bulabiliriz. Burjuvazinin idealiyle nereye kadar? Orta sınıfın öfkesi ve şikâyetleriyle nereye kadar? Egemenlerin milliyetçiliği önerileriyle nereye kadar?

Marx, gençliğinde Hegelistlere karşı çıkarken yaratıcı bir kavram kullanıyordu: “eleştirel eleştiri”. Acaba bugün eleştirimizi eleştirel bir teoriyle taçlandırabilir miyiz?

  • Son okuma için Yunis Dilkoçer’e teşekkürler.

Kaynaklar

[1] Gilles Deleuze, Felix Guattari, Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin, s. 20, y. Sel
[2] Bkz: Fırat Aydınkaya, https://botantimes.com/imtihana-giran-a-rexnegiran-isa-an-heqiqet/
[3] Bkz: Fexrîya Adsay, https://blog.kovarazarema.com/serine-hevale-em-welate-xwe-xwesik-bikin/
[4] Bkz: Mustafa Zengin, https://www.urfapusula.com/makale/25043002/mustafa-zengin/nirxandineke-rexneyi-li-ser-nivisa-firat-aydinkayayi-ideolojikirina-imtihane
[5] Theodor Adorno, Eleştiri, s. 108, y. Belge
[6] Abdurrahman Bedirxan, Kurdistan, (no 26) 14 Aralık 1900
[7] Celadet Ali Bedirxan, Hawar, sayı 10
[8] Haco Axa, Hawar, sayı 15, s. 5, yıl 1933
[9] Cegerxwîn, Hawar, sayı 10
[10] Evîn Ciwelek, Hawar, sayı 17
[11] Celadet Ali Bedirxan, Hawar, sayı 17
[12] Celadet Ali Bedirxan, Hawar, Xwe Binas, sayı 18
[13] Ranajit Guha, https://kurdarastirmalari.com/yazi-detay-oku-244
[14] Bkz: Eski Ahit, Musa Bölümü, https://kutsalkitap.info.tr/?q=Say.16
[15] Michel Foucault, Doğruyu Söylemek, y. Ayrıntı
[16] William Shakespeare, Fırtına, y. İş Bankası
[17] Adorno, s.109
[18] Chinua Achebe, Halk Adamı, y. İthaki
[19] Ngugî wa Thiong’o, Kargalar Büyücüsü, y. Ayrıntı
[20] Jacques Rancière, Filozof ve Yoksulları, s.15, y. Metis