Aydının sosyolojisi

151 views
21 mins read
151 views
21 mins read

Besim F. Dellaloğlu – 06 Ağustos Perşembe 2020 – Gazete Duvar

Geçen hafta Gazete Duvar’da “İslamcı aydının krizi yazısını neden yazmadım!” başlıklı bir yazı yazmıştım. Bir süredir Türkiye’de aydın kimliği üzerine yazdığım yazıların dördüncüsü olarak. Bu yazıya ve bu yazıyla bağlantılı olarak sosyal medyada yaptığım bazı değerlendirmelere verilen tepkiler nedeniyle bu konuyu biraz daha açmak gerektiğine karar verdim. Hatta daha önce yazdığım dört yazıya verilen tepkileri genel olarak düşündüğümde şu anda okumakta olduğunuz ve haftaya okuyacağınız yazıların hepsinden önce yazılması gerekirdi belki. Hatamı üstleniyorum.

Dilimizde önce “münevver”, sonra “aydın” kavramları Batı dillerindeki “entelektüel”in çevirisi olarak ortaya çıktı. Entelektüel profili de Türkiye’ye modernleşme paketi içinde gelen kavram ve kurumlardan biridir. Antik Yunan kamusallığında ortaya çıkan Socrates örneğini bir yana bırakırsak entelektüel büyük ölçüde modern bir fenomendir. Avrupa’da entelektüeli ve onun özerkliğini mümkün kılan Rönesans’tan beri varolan geniş bir kültürel kamusal alanın varlığıdır. Özellikle İtalyan şehir cumhuriyetlerinden Antik Yunan’ın yeniden doğuşuyla gelişen Platonik akademiler, hümanizm hareketi, matbaa sayesinde ortaya çıktı entelektüel. Biz hâlâ onun özellikleri idealize edelim, hatta mitleştirelim, fetişleştirelim ancak entelektüelin gayet reel, tarihsel bir fenomen olduğunu da gözden kaçırmayalım. Aslında şunu demek istiyorum: Entelektüel özellikle Avrupa tarihinin bir ürünüdür ve ortaya çıkması için belli tarihsel koşullar gereklidir. Mesele sadece insanların fedakârlıklarıyla, cefakarlıklarıyla ilgili değildir yani.

Osmanlı modernleşmesi döneminde bu Avrupai fenomen önce “münevver” kavramıyla karşılandı. Bu kavram da tıpkı modern eğitim kurumları gibi, anayasacılık gibi, matbaa gibi Batı’dan gelmişti. Ama her dışarıdan gelen kavram ve kurum gibi Osmanlı-Türkiye tecrübesinin koşullarıyla bir araya gelince belli ölçülerde biçim değiştirdi. Bu tecrübenin koşullarına uyum sağladı. Osmanlı modernleşmesi özellikle İstanbul’da belli bir kültürel kamusal alan üretti. Matbaa, gazeteler, tefrikalar, romanlar, tiyatro oyunları, çeviriler vb. yeni bir toplumsal tipi mümkün kıldı: Münevver. Bu münevver hangi görüşe sahip olursa olsun kültürel genetik olarak örneğin medrese ulemasından farklı bir tipolojiyi temsil ediyordu. En azından bu tipolojiler farklı mekteplerde okumuş çocuklardı. Şerif Mardin’in yapıtlarına bakıldığında Türkiye’deki “iki kültür” geleneğinin kökenlerinin bu “iki mektep”e kadar götürebileceğini görebiliriz.

Ancak Osmanlı münevveri Avrupalı entelektüel kadar özerk olamadı hiç. Çünkü Osmanlı tecrübesinde kültürel kamusal alan Avrupa’da olduğu kadar geniş ve sivil değildi. “Sivil” sıfatından “liberal”den başka bir tonlama duyamamak Türkiye’ye özgü bir sosyolojik sağırlık biçimidir! Oysa Avrupa tecrübesinde sivillik doğrudan kamusal alanın korunaklılığyla ilgili bir meseledir. Bu korunaklılığın içinde çeşitli fikirlere ver vardır göreli olarak. Bundan yaklaşık beş yüz yıl önce Erasmus Avrupa kamusal alanında ya da o küçümsediğimiz terimle kültür piyasasında kitaplarının geliriyle geçinebiliyordu. Benim bildiğim kadarıyla Türkiye’de kitaplarının geliriyle geçinebilen ilk yazar Aziz Nesin idi. Meselelere işte bu tarihsel derinlikten bakamazsak kavramlara yaptığımız öznel atıfların ağırlığı altında eziliriz! Erasmus kendisine önerilen üniversite kontratlarını, saray ve konak münevverliği tekliflerini elinin tersiyle itiyordu çünkü bu tür çalışmaların kendisinin entelektüel özerkliğine gölge düşürebileceğini hesaplıyordu. Ancak Erasmus’un muhasebesi içinde kitaplarından elde ettiği gelir onu yeterince korunaklı kılmıştı. On dokuzuncu yüzyılın Osmanlı münevverlerinin ise çok büyük bölümü devlet memuruydu. Tekrar başa dönersek: Münevver, sonra aydın entelektüelin çevirisiydi ama maalesef Osmanlı-Türkiye tecrübesinde entelektüel tutumu (ethos) ete kemiğe büründürecek tarihsel koşullar yeterince güçlü değildi.

Dolayısıyla Türkiye’de münevver ve aydın genetik olarak asla Avrupa entelektüeli kadar özerk olamadı. Yani ta başından beri. Genetik kavramını kullanmam bu yüzden zaten! Münevver ve aydın profili devlete, siyasete, ideolojiye çok daha bağımlıydı. Zaten tarihsel olarak da onların yakın çevresinde yeşerdi, siyasete daha yapışık bir biçimde tezahür etti. Hiçbir zaman yeterince sivil ve kamusal olamadı.

Lafı daha fazla uzatmadan hemen ana fikri ifade edeyim: Münevver ve aydın entelektüelin çevirileri olmalarına rağmen Türkiye tecrübesinde hiçbir zaman Avrupa’da olduğu donanıma kavuşmamıştır. Osmanlı-Türkiye tecrübesi çerçevesini çizmeye çalıştığım anlamda aydın üretmiştir, entelektüel değil. Elbette Türkiye’de de aydın zaman zaman entelektüel tutumlar alabilmiştir ama bu daha çok istisnadır. Tanpınar hakkında yazdığım bir kitaptaki bir cümle şöyleydi: “Entelektüelde hakikat duygusu, aydında ideoloji, akademisyende ise kariyer ağır basar.” Türkiye’de aydın öncelikle ideologtur.

Aydın oluş bir uzmanlık, bir diploma, bir statü ya da malumatfuruşluk değildir. Daha çok bir işlevdir. Aydın, özellikle de Türkiye’de, eğitimle, kültürle, sanatla, estetikle, felsefeyle ideolojiler ve dolayısıyla siyaset arasında bağlantıyı kuran bir profildir hepsi o kadar. Entelektüel profili bir üreticidir. Aydın ise daha çok dağıtıcı, toparlayıcıdır. Meseleyi basit bir biçimde anlatabilmek için, biraz indirgeme riskini göze alarak, anlatmaya çalıştığım entelektüel değil de sadece aydın olan profile en yoğun tipin köşe yazarı olduğunu belirteyim. En azından bir zamanlar gazetelerin her sayfasında haberden çok köşe yazısı barındırmaları aslında okurun malumattan çok kanaat aradığını işaret edebilir. Dolayısıyla köşe yazarı ya da aydın işte bu kanaat pazarı her türlü ideolojinin temsilini sağlıyordu.

Aydın profilini tarihsel ve sosyolojik olarak yerli yerine oturtmak Türkiye’yi anlamanın temel koşullarından biridir. Onu hak ettiğinden daha fazla yüceltmeye, fetişleştirmeye gerek yoktur. Aydın kavramına asla taşıyamayacağı özellikler atfedersiniz sonuçta hayal kırıklığına uğramanız kaçınılmazdır.

II.

Önce münevver sonra aydın kavramlarının Türkçede entelektüelin karşılığı olarak ortaya çıktığını belirtmiştim geçen haftaki yazımda. Ancak tarihsel tecrübeye bakıldığında münevver de, aydın da çok ender olarak entelektüel olabildi. Bu acı gerçek, insanların dirayetsizliğinin değil, tarihsel, toplumsal koşulların bir sonucuydu daha çok. Ama dilimizde olan aydın kavramı hâlâ bu tarihsel gerçeklikten oldukça uzak gözüküyor. Bunun temel nedeni benim bakış açıma göre Türkiye’nin öncelikle bir modernleşme toplumu olmasıdır. Batı’daki modernlik inşasının arkasında sınıflar vardır. Hatta çok daha somut bir biçimde ifade edersek, bugün Batı dediğimiz, modernlik dediğimiz, hatta medeniyet dediğimiz çerçeveler büyük ölçüde burjuvazi diye bir sınıfın hikâyesidir öncelikle. Türkiye gibi modernleşme toplumları ise modernliği öncelikle bir eksiklik, yokluk olarak keşfetmiştir. Kendisinde olmayan olarak. Üstelik bu bilinç öncelikle devlette ve onun yakın çevresinden ortaya çıkan bir bilinçtir. En azından başlangıcında toplumsal derinlikte çok fazla karşılığı olan bir bilinç değildir.

Bir zamanlar çok yaygın olan ama artık aynı sıklıkla kullanmadığımız bir terim vardı: Asker-sivil bürokrasi. Osmanlı-Türkiye tecrübesinde bu zümre uzun süre toplumsal değişimin ana aktörü olarak rol aldı. Aslında bunlar benim son iki yazımda daha ayrıntılı bir biçimde ele almaya çalıştığım münevver/aydın kategorisiydi. Bunların çok büyük bir bölümü modernleşme projesinin mekteplerinde okumuş çocuklardı. Bu tecrübe içinde örneğin özellikle askeri okullar önemli bir yer tutuyordu. Bu memleketin ilk doktorları, ilk mühendisleri, ilk ressamları genellikle askerdiler. Kurucularının genelde asker olmaları Cumhuriyet’in bir Kurtuluş Savaşı sonrasında kurulmasından kaynaklanmıyordu sadece. Ülkenin en iyi eğitimli insanları askeri okullardan mezundu.

İşte bu toplumsal zümre uzun dönem modernleşme sürecinin taşıyıcısı oldu. Bir anlamda Batı’da bir sınıf olarak burjuvazinin oynadığı rolü üstlendi neredeyse. Uzun lafın kısası münevver/aydın kategorisine Türkçede bu kadar büyük anlamlar yüklenmesinin arkasında böylesi bir tarihsel eksiklik fikri vardır. Münevver/aydın kategorisi işte bu sosyolojik eksikliği ikame etmiştir Türkiye’de. Aydının zaman zaman kendini sınıf sanması bundandır.

Osmanlı tecrübesinde önce Genç Osmanlılar ve ardından da Jön Türkler bu anlamda ilk aydın profilleriydi. Bunların ortak özelliği Osmanlı geleneğindeki ulemadan farklı olarak medreselerden değil modernleşme projesinin yeni mekteplerinden yetişmeleriydi. Bu yazının konusu değil belki ama bugün Türkiye’de çok yaygın olarak yaşanan Kültür Savaşları’nın temellerini aslında on dokuzuncu yüzyılda aramak çok abartılı olmaz.

Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte yeni aydın profili Cumhuriyetçi/Kemalist aydın formu oldu. Cumhuriyet’in ideallerini Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar taşıyan öğretmen imgesi, örneğin Çalıkuşu’nun Feride’si, yeni aydın tipi olarak ortaya çıktı.

1960’lardan itibaren ise Marksist/solcu aydın profili öne çıktı. Aslında bu yeni aydın profili bir anlamda Cumhuriyetçi/Kemalist aydın profiliyle de ilişkiliydi. Örneğin 1930’ların Kadro Hareketi, Cumhuriyetçi ve solcu profilin ilk bir araya gelme tecrübesini temsil ediyordu. 1960’ların Yön Hareketi ise aynı sentezin bir başka örneği oluyordu. İlkinde belki Cumhuriyetçi, ikincisinde solcu doz biraz daha öndeydi.

1980’lerden sonra ise İslamcı aydın profili daha belirgin olmaya başladı. Bir yandan 12 Eylül’ün solcu genç aydınları harcaması, diğer yandan Cumhuriyet’in filtrelerini bir şekilde baypas eden muhafazakâr ailelerin çocuklarının büyük kentlerin eğitim kurumlarına erişim sağlamasıyla İslamcı okuryazarlık ciddi bir biçimde yaygınlaştı.

Bunları Osmanlı-Türkiye tecrübesinin ana akım aydın kuşakları olarak da okuyabiliriz aslında. Ancak hangi aydın profilinin öne çıkacağını bu tecrübede genellikle kültürel kamusal alan değil siyasetin ihtiyaçları belirledi. Yani daha önce ifade ettiğim aydın işlevi daha önce saydığım donanımlarla siyasi beklentiler arasındaki ilişkiyi kurma becerisiyle ilgiliydi her zaman.

Bu aydın profilleri ve kuşakları arasında siyasal iktidara en uzak olan solcu aydın profiliydi. Ancak solcu aydın da siyaseten pek iktidar görmemesine rağmen, kültürel alanda hâlâ kolay kolay yıkılamayan bir hegemonya tesis etti. Türkiye’de özellikle solcular yazar, şair, sinemacı vb. olmayana aydın demiyorlar. Bunun kendi içinde bir mantığı da yok değil: Çünkü solcular bu alanlarda daha güçlü! Oysa özellikle de Türkiye’nin tarihsel tecrübesine baktığımızda aydın çok daha “orta kademe” bir profil. Yani Avrupai anlamda bir entelektüel değil.

Ancak artık dünyada da en azından daha önceki dönemlerde olduğu kadar büyük entelektüeller çıkmıyor. Zaman değişiyor. Artık Aydınlanma Çağı’nda değil, sosyal medya çağındayız. Post-truth çağı da diyorlar. Artık herkes “on beş dakikalığa”na da olsa “aydın”. Twitter’da bir hesabı olan herkes potansiyel olarak bir “yazar”. Artık herkesin kendine göre bir izler kitlesi var. Ama az, ama çok! Bu ülkede yaklaşık sekiz milyon üniversite öğrencisi var. Dolayısıyla bazı kavramları on sekizinci veya on dokuzuncu yüzyıldaki anlamlarıyla kullanamayız artık.

Belki de bu nedenle epey bir zamandır “aydın” yerine “okuryazar” kavramını kullanıyorum. Bunun kültürel kamusal alanla bağlantısını daha iyi ifade edebilmek için çoğu zaman “okuryazarlık” gibi bir kavrama da sık sık başvuruyorum. Bunun temel nedeni, kavramı biraz da o yüceltilmiş, mitleştirilmiş halinden arındırmak. Daha nötr, realist ve materyalist bir analiz yapabilme imkanına erişmek. Özellikle son iki yazımla sanırım şunu demek istiyorum: Artık toplumsal değişimi aydın üzerinden yönetme çağında değiliz. Çok daha geniş bir kamusallık üretmeden, toplumdaki sosyolojik çoğulluğun temsilinin sağlanması mümkün değil. Aydının abartılması aslında sosyolojik temellerin, örneğin sınıfın öne çıkmamış olması gerçeğine karşı bir ikameydi sadece.