Ruşen Seydaoğlu
Tam şu an; öne çıkanlar, belli belirsiz olanlar ya da hiçbir görünürlüğü olmayanlarla tarihteki her şeyi içinde barındıran inanılmaz bir yoğunlukla doludur. Aynı zamanda bir sonraki anı gerçekleştirecek etkileşimlerin, kasti ya da rastlantısal hareketlerin ve buluşmaların potansiyelini taşır. Bu ilişki; geçmişi, şu anı ve geleceği birbirinden asla koparamayacağımızın ispatı niteliğindedir.
Devrim-devrimler de niyeti ya da neticesi ne olursa olsun bu ilişkisellikten kopuk gerçekleşmemiştir. Kelimenin-kavramın kendisi dahi tarih boyunca birçok kelimeyle-kavramla etkileşime girmiştir. Zaten insanın kendini gerçekleştirmek için ürettiği dilin de aynı amaçla gerçekleştirmeye çalıştığı devrim gibi tarihsel karşılaşmalardan çıkıp gelmesi anlam arayışından bağımsız düşünülemez. Aryen (Hint-Avrupa) dilleri açısından, dönüş anlamındaki volvere sözcüğünün aldığı önekle Latince, dönen her şey anlamındaki revolvere kelimesini üretmesi gibi. Bundan etkilenerek oluştuğu iddia edilen bir başka sözcüğün de dairesel bir rotada hareket etme eylemi veya olgusu anlamlarına gelen revolution olması gibi.[1] Kelimenin Arapçasının ise dwr; devir ve deveran bir eksen etrafında dönüşü ifade etmesi, daire ve çekip çevirmek anlamındaki idarenin de bu kökten geldiği iddiası gibi.[2]
Bu bağlantılar dikkate alınarak geri dönmek, eskide olanın değerini kendi sosyolojisi içinde keşfetme amacı olarak anlaşılıyorsa ne âlâ; ancak tanımlardaki geri dönüş vurgusunu pozitivist-ilerlemeci anlayışın etkisinde düşünüyorsak geçmişi salt kurtulmak gereken deneyimler olarak ele alıyoruz demektir. Ama bu metnin amaçları geçmişi toplumsal olanla, anı ve geleceği de geçmişle yüzleştirmektir. Çünkü kırılma, düşüş, bozulma şeklinde ifade edilen ki kendi bağlamında devrim anlamına da gelen bu deneyimlerin sebeplerini sorgulayabileceğimiz ve yeniden yorumlama fırsatı bulabileceğimiz zaman, mekân, özneler ve değerlerle dolu geçmiş; anın ve geleceğin toplumsal inşası için geçmişte bırakılamayacak kadar zengin bir kaynaktır, köktür.
Devrimi, kadınların, halkların, sınıfların, inançların, aslında toplumun çeşitliliğini oluşturan tüm bileşenlerin sıkıştırıldığı formu aşma hareketi olarak ele aldığımızda ise varlık-yokluk ikiliğinin taraflarını iki ayrı olguymuş gibi gören, sürekli çatışma halinin hüküm sürdüğü, birinin olması diğerinin yok olmasına bağlıymış gibi dayatılan öğretilerin engelleriyle karşı karşıyayızdır. “Ancak gerçeklik bunun tam aksidir. Varlık ve yokluk olabildiğine birbiriyle bağlantılıdır. Biri bir diğeriyle anlam bulur. Yaşanan bu çelişkiden birinin yok olmaya zorunlu olmadığı anlaşılmaktadır. Oluş tam da bu çelişkiden doğmaktadır. Oluş değişim, değişim de hareket demektir.”[3]
Öyleyse devrim ele avuca gelmezliğiyle donukluğu, dogmatizmi yaratan formlardan kurtulma mücadelesinin ve bu kurtuluştan doğan varoluş halinin kalıcılığını sağlayabilecek süreçlerin bütünü olarak ifade edilebilir. Ve pekâlâ bir halk tahakkümle üretilen bu donukluğun, dogmatizmin dayatmalarından kurtulmak isteyen diğer herkesle birlikte devrimi “uygarlık sisteminin sürekli alan ve uygulamasını daralttığı ahlaki, politik ve demokratik toplumun yeniden ve daha geliştirilmiş olarak bu niteliklerini kazanması”[4] şeklinde açıklayabilir.
Bilişsel Bir Tercih: Devrimi Kadın Özgürlüğüne Dayandırmak
Böylesi bir devrim algısıyla da geçmişi, anı ve geleceği hem bir yekûn hem de sürekli dönüşümün, döngüsel yaşamın ifadesi olarak anlamlandırmak ve yüzyılın en büyük doğumlarından birinin Jin Jiyan Azadî iddiası ile gerçekleştiğini görmek gerekir. Kürt kadınların özgürlük mücadelesinin; bin yıllarla ifade edebileceğimiz tarihselliği, on yıllardır direnişlerle vücuda gelmiş olması ve geleceği inşa eden süreğenliğiyle Jin Jiyan Azadî iddiasını devrimin kendisi ve felsefesi olarak ele alması kadın eksenli yaşamı kurmaktaki ısrarındandır.
Bu felsefenin marifeti sadece yaşamın arkeolojisini yapmaktan gelmez. Kazıdan çıkan bilgileri nasıl yorumladığı ve bu yorumdan anı ve geleceği nasıl ördüğü yani eylemi de marifetini gösterir. Ama arkeoloji de, erişilen bilgiler de, yorumlar da, eylem de kadının salt biyolojik bir varlık olmadığını görerek ele alınmalıdır. İnanca içkin, sosyal, siyasal, ekonomik deneyimlerin belirleyici cinsi ve sezgi ile akıl arasındaki dengenin ahlaki, etik-estetik olarak nasıl kurulduğunun modeli olduğunu kapsadığı kadar hakikate yaklaşabilir. Çünkü kadını biyolojisinden ibaret okumak ve toplumda bu şekilde konumlandırmak hem devrimlerin hem de karşı devrimlerin topluma karşı işledikleri en büyük suçtur.
Kadın varoluşunun erkek egemen sistemin mevcut epistemolojilerinin belirlediği doğruluk, rasyonellik kıstasları ile açıklanamaz oluşu bu bilgi yapılanmalarının tarih boyunca ters yüz edildiği gerçeğindendir. Çünkü pozitivizmin doğruluk, bilimsellik, nesnellik kriterleri içinde kadın varlığı doğurgan, dişi cins, erkekliğin karşıtı bir konumda ele alınır ve bu çarpıtılmış bilgiler bütün mekanizmaları aracılığıyla topluma kanıksatılır. Oysa kadın varlığı bunun ötesinde anlamlar taşır. Ataerkil sistemin ve cinsiyetçi ideolojilerin inşa ettiğinin ötesindeki kadın hakikatini açığa çıkarmak bu sebeple tarihsel, etimolojik, arkeolojik, antropolojik araştırmaların verilerini ve bu hakikatin en görkemli yaşandığı Ortadoğu topraklarında kalan kalıntıları yeniden yorumlamayı ihtiyaç haline getirir.
Kadın devriminin dayandığı mirası komünal yaşam kalıntıları, inançları ve kültürleri, devletsiz-iktidarsız yaşam düzenleri, ekolojik birlikteliklerin korunması olarak görmesi de hakikat kapısına ulaşma isteğindendir. Böylelikle Jin Jiyan Azadî her çağın, her mekânın ve herkesin devrimi olabilme potansiyelini gösterir. Ama karartılmaya çalışılan da tam olarak bu potansiyel, kadın ve yaşam arasındaki bağdır. Kadının bedeninin, zihninin ve eyleminin ilk tohumlarını attığı mitoloji, dinler, felsefe ve bilimin iktidarlaşmaya yaklaştıkça yaşadığı bozulmayla geçirdiği evreler metnin başında da ifade ettiğimiz gibi kadın oluşun ilk halinin de zaman içinde geliştirdiği halinin de mutlak bir yok edilişini gerçekleştirememiştir.
Bugün hâlâ binlerce ya da yüzlerce yıl öncesine dayanan bilgiler ya da gelenekler kasti ya da rastlantısal olarak kadınların yaşamında görülür. Edilen dualardan, yetiştirilen bitkilerden tutalım, bebek bakımındaki yöntemlerden kıyafetlerin, besinlerin, evlerin, sokakların kullanılmasına kadar hemen her şey tarihsel izlerle doludur. Siyaseti ezberlerden çıkarabilen, ötekilerin tarihini yazan yine bu izlere tutunanlar olmuştur. Modernizmin hakir gördüğü, elitizmin alan tanımadığı tüm bu kalıntılar internetler kesilince, maaşlar yetmediğinde ya da en önemlisi özsavunma gerektiğinde devreye giren versiyonlar gibi ortaya çıkar. Rasyonelliğin yetmeyeceği anlarda kendisi ve toplumu için sezgileriyle karar veren, harekete geçen kadın tavrı adeta kültürel bir genetik gibi işler.
Kadının kim olduğu fakat kime dönüştürüldüğü yani adı geçen kültürel genetiğin nasıl oluştuğuna dair 1. ve 2. cinsel kırılma ya da karşı-devrimler önemli doneler verir. Bu iki durakta kültürel genetiğin nasıl işlediğini anlamamıza yardımcı olacak iki odak vardır. Birincisi jineolojînin tarihsel yorumla ele aldığı 9000 yıl-9 katman, ikincisi de tarihsel yorum yaparken, hakikati ararken kullandığı yöntemlerden bir kısmı olan; mitoloji, din, felsefe ve bilim.
Tanrıçalar çağı olarak 9 katmanın ilk 3 katmanını oluşturan dönemdeki mitosların bizlere o zamanlar sürdürülen hayatın, toplumun özelliklerinin neler olabileceğine dair birtakım bilgiler taşıdığını söyleyebiliriz. Doğadaki yaşam koşullarının zorluğuna rağmen yaptığı gözlemlerle kendisinin ve içinde olduğu topluluğun hayatta kalmasını sağlayanın kadın olması kadınların hem sezgiler hem de inşa konusundaki kabiliyetlerini geliştirdiğini gösterir. İnanna-Dumuzi mitosunda döneme dair doğa ile bağın hala çok kuvvetli olması sebebiyle ekmenin, biçmenin, çocuk doğurmanın, ergenliğe geçişin hepsinin şenlikli yürütüldüğü hikayeleriyle karşılaşırız. Bu durum farklı coğrafyalardaki isimleriyle İnanna, İştar, Kibele, Sitar hemen hepsini konu alan mitoslarda da benzer vurgularla karşımıza çıkar; yaşamın devam etmesi de bu kadınlar-tanrıçalar etrafında etmesi de kutsal sayılır. Çünkü tarımın mucidi, kendini toprakla özdeşleştiren kadın varlığıyla ortak üretimi, ihtiyaçların kolektif akılla belirlenmesini ve karşılanmasını hem doğanın getirdikleri hem de dengeli bir akılla oluşturulan kültür ile yaşamı süreklileştirmiş, heyecan vermiştir.
Tiamat ve Marduk mitosuna gelene kadar belirleyici özellikler böyledir. Ancak hikayeye göre Tiamat’ın erkek egemen sistemin ilk temsillerinden Marduk tarafından 2’ye ayrılıp 3 okla kafa temsiliyle aklına, kalp temsiliyle duygularına ve rahim temsiliyle cinselliğine saldırılır. Bu saldırı dönemin kadın kimliğini belirleyen üç unsuru bütünlüklü taşıyan kadın kültürüne, emeğine yapılmış en büyük saldırı olarak değerlendirilebilir. Ama mitosun insan topluluklarının yerleşik hayata geçtiği, artık etrafı çitlenmiş olan evlerinin olduğu bir döneme denk gelmesinin tesadüf olmadığı da açıktır.
İlk cinsel kırılmanın etkileri devam ederken bir diğer viraja girilir; tek tanrılı dinler vesilesiyle yaşanılacak 2.Cinsel Kırılma. İnanç kültürünün aksine dincilerin en büyük silahı, tanrı sözü olarak geliştirdikleri politikalarını, kutsallık adı altında dokunulmaz kılmaktır. Bu uygulamanın temel taşı olarak da dogmatizm kullanılır. Dogmatizmin başarısı egemen olan erkek iktidarın kendini meşrulaştırmak ve süreklileştirmek için çevirisini yaptığı ve yorumladığı kutsal kitapları dokunulmaz kılması ve inanç kozuyla bir o kadar da topluma işleyebilmesindedir. Kadın doyumsuz, entrikacı ve erkeğin karşıtı-düşmanı gibi ifadelerle ilk kez tevratta işlenir. Evlilik ayrıntılı kurallara bağlanır ve kadınların varlık sebebi kendilerini ilk kez sunacakları erkek için korumaktır. Ayak sesleri tanrıçalar çağının sonlarına doğru duyulmaya başlasa da kadınların denetimi kutsal bir kitapla teminat altına alınmış olur. Örneğin recm bu eksende yasalaştırılan bir cezadır. Hristiyanlık, kilise eliyle yalnızca kadınlar için değil erkekler için de cinsel ilişkilere katı kurallar getirir. Evlilik mümkün olduğunca uzak durulması gereken bir kurum olarak aktarılmış, çok eşlilik yasaklanmıştır. Tekrar tekrar evlenenlere kuşku ile bakılmıştır. Ancak iktidarın soy sürdürme ihtiyacı, hanedanlık kültürü, cinselliğin denetim altına alınması, nüfus sorunu gibi konular toplumda krizlere yol açtığından Hristiyanlığın geri adım atması gerekir. Böylelikle kilisenin üst düzey yöneticileri dışında evliliklere izin verilir. Evlilik Hristiyanlıkta da özünde bir mülkiyet hakkı veya sözleşmesidir. Hristiyanlıkta kiliselerin kadınlara kapalı olması, evliliğin bir özel mülkiyet ve sözleşme ilişkisi olduğu gibi katı yasalar devam eder. Kadın varoluşu artık evin sürekli bakıcısı, erkeklerle kimlik kazanan ve asla dışarı çıkmaması gereken olarak donuklaştırılmaya çalışılır.[5]
İkinci Cinsel Kırılmayla yaşanan cadı avları, milyonlarca kadının cadı avlarıyla katledilmiş olması kadının varoluşuna vurulmuş en büyük darbelerdendir. Bu katliam, doğayla bütünleşebilen, ondan öğrendikleriyle bilgeye dönüşen kadının erkeğin varlığına dönük tehdit oluşturmasından başka bir şeye dayanmaz. Milyonlarca kadın toplumun şifalanması için binlerce yıllık bilgileri, gelenekleri öylesine değil politik olarak kullanırken; adını belki böyle koymamışlardır ama eşitlik ve özgürlükten yana, özel mülkiyete, cinsiyetçiliğe, tahakküme karşı edimler üretmişlerdir. Bugün hâlâ heretik olarak anılan bütün iktidar karşıtı toplum savunucuları gibi.[6] Karşılığında ise bugün farklı coğrafyalarda, kültürlerde karşılaştığımız yakma, asma, kesme şeklindeki spesifik şiddet pratiklerinin ilk denemeleriyle yüz yüze kalmışlardır.
Dinciliğe dair en etkili eleştiri, kutsal kitapların zamanla değiştirilip değiştirilmediği tartışmalarıyla birlikte kitaplarda geçen ayetleri dönemin şartlarına ve aklına göre değerlendirmek gerektiğini savunanlardan gelmiştir. Hem tefsirlerin erkekler tarafından yapılması hem de ayetlerin içinde geçen sözcüklerin farklı farklı anlamlar içermesinden dolayı yorumların da subjektif olduğunu düşünenler bulunmaktadır. Yani dini edimlerin anlaşılmasında meallerin ve tefsirlerin belirleyiciliği önemlidir. O dinde inanç kültürünün kalıntıları bile varsa ki bu kültür toplumsal olana dayanır. Erkek egemenliğiyle dönüşen ve dincilik haline gelen yaklaşım çok boyutlu irdelenmeli ve toplumsal olan yönlerini baskın hale getirerek devrime katılmalıdır.
Çünkü dinciliğin kuralları sadece kadın cinselliğine değil, kadın cinselliğinden başlayarak aslında toplumsal yaşamın tüm kurallarına sirayet etmiştir. Ama katı kuralların dinlerle başlamadığını akılda tutmak gerekir. Kadının toplumdaki belirleyiciliği, mucidi ve yürütücüsü olduğu tüm işlerin elinden alınması ve erkek egemen aklın “ihtiyaçları” ekseninde kullanılması ilk üç katman diye ifade ettiğimiz dönemde başlamıştır. Dinlerin yasa niteliğindeki kutsal kitaplarıyla da resmileştirilmiştir. Haliyle ters yüz edilmiş olsalar bile ne bu mitosları ne de dinleri karşıtlıklar üzerinden ele almak bunların yarattığı toplumsal krizi çözmenin yolu olabilir.
Varoluşun en ahlaki halini canlı tutmaya çalışanların yani kadınların erkek egemen zihniyetle üretilen felsefede ele alınış biçimleri de bu zihniyete bulaşmış mitoloji ve din anlatımlarının mirasına sahip çıkar niteliktedir. Farklı Yunan kaynaklarında cinsellik üzerine kavramlar tartışılırken kadınların denetim sistemine uygun biçimde ele alındıklarını görmek de tesadüf değildir. Dönemin filozoflarından Protogenes’e göre “kadınların bulunduğu yere aşkın bir parçası bile giremez” ya da Ksenophon’nun “evlilik içindeki cinsel yaşama dair, kadının gerçek güzelliğinin evdeki uğraşları olduğunu, kadının kocasının arzu nesnesi olarak kalabilmesi ve başka kadınların olmamasının ancak bunları yerine getirirse mümkün olacağını” derken mitolojinin, dinlerin altüst ettiği kadın varoluşunu bir kez daha parçalamaya giriştiği söylenebilir. Aristoteles’e göre kadını yönetmek, ilişkilerin hep eşitsiz olduğu siyasal bir iktidara sahip olmaktır. Cinsel edimde de toplumsal yaşamda olduğu gibi taraflardan birine edilgen, egemen olunan ve ast konumunun yakıştırılması, söz konusu kadın veya köle ise normaldir.[7]
Kadın varoluşunun ilksel temellerinden koparılarak en ince metaya dönüştürülmesindeki sürecin ve yöntemlerin toplamını da kapsayan pozitivizm, kadın üzerinden edinilen sömürme deneyiminin toplumsal doğanın bütününe uygulandığı aklın adı olarak 16. Yüzyılda yüksek sesle dile getirilmeye başlar. Kadın ve erkeğin, aklın ve sezgilerin birbirinden bu denli kökten kopartıldığı ve bilimin karşıtlık ve kopukluk üzerinden oluşturulduğu böylesi etkili bir hamle daha önce yaşanmamıştır, diyebiliriz. Objektiflik-sübjektiflik, sonsuz görecelik-mutlak evrensellik, özel alan-kamusal alan gibi ayrımlar yaratarak toplumsallık yerine bireyciliğin, bütünlüklü yaşam yerine parçalı düşünce ve edimlerin önceliğinin esas alınması kural haline getirilir. Bilgi artık tekellerin elindedir ve bu tekeller bilgiyi istedikleri gibi eğip bükebilirler. Doğa için, kadın için, toplum için, birey için doğru ve güzel olan değil tekeller için kar sağlayan üretilmeli ve tüketilmelidir.
Kapitalist modernitenin pozitivizme dayalı bilimciliğiyle aile, hanedan, devlet gibi kurumlar ulus ya da ulusötesi sermaye kurumları olarak şirketleştirilir. İnsan, ürettiğini yönetmek bir tarafa ne üretildiğinin, bu üretimin ne için yapıldığının ve neden kendisi tarafından tüketildiğinin bilgisinden ve farkındalığından uzak mekanik bedenlere dönüştürülür. Kadın bedeni kutsallığını toplumsal etik ve estetikten alan güzellik algısı yerine estetik ve kozmetik sektörü eliyle erkek cinselliğinin ve kapitalist normların tüketilebilir metası olarak sürekli olarak şekillendirilir. Geriye meşakkatli bir kazı yapılmadıkça açığa çıkmayacak denli derinlere gömülmüş; zihniyle, ruhuyla ve bedeniyle bağı kalmamış kadın simülasyonları, toplumsallıktan uzak yığınlar, talan edilmiş mekânlar kalır.
Jin Jiyan Azadî devrimi, işte tersine çevrilmiş, manipüle edilmiş, kemikleşmiş bu bilgi ve mekanizmalara karşı ama bunların da içinde saklı olanı kaynağıyla buluşturmaya çalışarak dayanaklarını inşa ediyor. Bilhassa mitoloji, din, felsefe ve bilimdeki kadına dair, toplumsal olana dair kalıntıların peşine düşerek; bu üretimlerin açığa çıktığı dönemin karakterini okuyarak ama bunların kökten yanlış olduğunu ileri sürmeden, yeni mutlaklıklar yaratmadan yol alıyor. Özetlemeye çalıştığımız ama bin yıllardır devam eden tüm bu yöntem ve politikaların iktidarlaşmış formlarına itiraz ederek kadın varoluşunun, hakikatinin yaşamın esası, devrimin dayanağı olduğunu söylüyor. Geldiği tarihin sömürgecilikten çok özgürlüğe içkin olduğunu ortaya koyuyor. Adını ancak 21.yüzyılda bu kadar somut dile getirsek de neredeyse mücadelesiyle benzer ömürlü erkek egemen sistem saldırılarına karşı mitolojiyi, dini, felsefeyi ve bilimi kadın özgürlüğüne dayanarak yeniden işledi, işliyor.
Kadın Devrimi Sürerken Kapitalist Modernitenin Yarattığı Riskler
Kapitalist modernite, tahakkümü kurumların ötesine taşıyarak her bireyi iktidar mekanizmasına dönüştürdüğü mevcut örüntüsüyle devrimin sadece kurumların ortadan kaldırılmasıyla gerçekleşebilme ihtimalini de boşa düşürmüştür. Bireyler farkında bile olmadan bulundukları her yerde ve dahil oldukları her ilişkide iktidarı yeniden üretir hale getirilmişken tek bir mekanizmanın alaşağı edilmesi, tahakküm odakları tarafından topluma enjekte edilmiş cinsiyetçiliğin, dinciliğin, milliyetçiliğin ve endüstriyalizmin bir anda yok olmasına yetmez durumdadır. Kapitalist modernitenin bin yıllar içerisinde her şeye sirayet etmiş zihniyetinin çok boyutlu ve planlı haline karşı sistemli, uzun vadeli olduğu kadar anlık olarak da mücadele üretmek kaçınılmaz olmuştur.
Tahakküm ilişkilerinin ortaya çıkışının ve zaman içinde derinleştirilmesinin kadın ve erkek arasında başladığı ve sürdürüldüğü bilgisi, söz konusu ilişkiler yeniden düzenlenmedikçe devrimin olanaksız kalacağının ilanı gibidir. Bu durumu hafife almamak gerekir. Genel geçer vurgular sorunun derinliğinin anlaşılmasına yetmez. Kadın ve erkek oluşun inşasından, bunlar arasındaki çok çeşitli ilişki sarmalına ve bunun topluma kademeli olarak nasıl yansıtıldığına kadar; siyasalın üretimi üzerine tekrar tekrar düşünerek yapım aşamasındaki devrimin kendi sağlamasını yapabileceği ve böylelikle kalıcılaşabileceği imkânları keşfetmek gerekir. Aile ilişkilerinden tutalım, mücadele yoldaşlığına, hayat arkadaşlığına değin tüm karşılaşmaların mekânın nasıl üretildiğini, siyasi mekanizmaların nasıl kurulduğunu, ekonomi politiğin ne olduğunu belirlediğini anlamak gerekir. Çünkü ancak böylesi bir farkındalıkla tüm bunların tahakkümden, toplumsal cinsiyetçi rollerden arındırabileceği potansiyelinin ve performansının yine Jin Jiyan Azadî Devriminde olduğu anlaşılabilir.
Mevcut ilişkilerin radikal bir şekilde eleştirildiği Jin Jiyan Azadî Devriminin esas aldığı model olarak eş yaşam, sorunun tespitini yapmakla kalmayıp çözüm geliştiren tutumun neticesinde açığa çıkmıştır. Eş yaşam modeli; özgürlüğün ve eşitliğin an be an üretildiği, kalıcılaştırıldığı, sisteme kavuşturulduğu kadın erkek ilişkilerini yaratılabildiği oranda iddiasına denk düşecektir. Çünkü kapitalist modernitenin sistemine dahil olan herhangi bir yapıda kadının tanınmasıyla yok sayılması arasında dakikalar vardır. Bozuma uğratılmış aşk, sevgi ilişkilerinde de durum farklı değildir. Aşk kelimelerinin nefret kelimelerine dönüşmesi ve cinayetle sonlanması dakikalar içinde bu sistemin mekanizmalarıyla barışık erkeklik temsillerinin elinden çıkar.
Örneklerle değerlendirirsek; kadına yönelik şiddetin suç sayılması kadının statüsünün tanınması açısından elbette çok önemlidir. Ancak suçu ya da yaptırımı bizzat erkek egemenliğinin yarattığı kurumlar belirliyorsa, bu statü hâlâ onlar elinde eğilip bükülebilir niteliktedir. Ancak Jin Jiyan Azadî Devrimi, kadına yönelik şiddetin dayandığı erkekliğe karşı, şiddetin yaşamın her alanında sürekli üretilmesine karşı mücadele ederek, kadının statüsünün toplumsal olarak savunulduğu bir yaşama doğru yürüyüş halindedir. Başka bir örnek de sorunun siyasette görünürlük gibi temel bir hakkın ifasıyla bile bazen tam olarak çözülemez olduğudur. Siyasette görünürlük kazanmış, demokrasiyi, ekolojik yaşamı ve kadın özgürlükçülüğü temsil iddiasında olanların kadınla ya da erkekle kurduğu ilişki, aslında kim olduğunun göstergesidir. Devrim bürokratik zeminlerde değil gizli tutulan, toplumsal yaşamdan kasten ayrılmış, özel sanılan alanlarda inşa edilmeye başlar. Bu alanlar bazen parti binaları ya da diğer kurumlarken bazen de ev içidir. Pekâlâ sokakta yan yana yürümek, eylem planlamak, evde iş bölümü yapmak da buna dahildir.
Tüm bu nitelikler ve kapitalist moderniteden kaynaklanan riskler birlikte düşünüldüğünde Jin Jiyan Azadî Devriminin tek bir yöntem, davranış biçimi ya da benzer politik davranışlarla sürdürülemeyeceği de son derece belirgindir. Kürt kadınların ve ortak mücadele yürüttükleri diğer tüm kadınların özgürlük mücadelelerini yaşadıkları farklı coğrafyalarda, özgün yöntemlerle sürdürmesi ve bunu yaparken hâlâ Jin Jiyan Azadî Devriminin örülüyor olması gibi. Hem güncel bir örnek olması hem de tarihinin, coğrafyasının “Dalahu”-yani ana-kadın yurdu-gibi köklerden geldiğini, kadim dişil sembollerle dolu olduğunu düşünürsek Rojhilatta yükselen Jin Jiyan Azadî Devrimi ön açıcı bir zemin sunar. Kazanımlarıyla ve hâlâ taşıdığı risklerle bu devrimin sesinin Jin Jiyan Azadî sloganlarıyla tüm dünyaya duyurulması tesadüf değildir.
Yarattığı etki bu devrimin yöntemlerinin, dayanaklarının ve yeşerttiği cesaretin gücündendi. İran’ın ve Rojhilatın tarihsel deneyimlerini doğru çözümleyebildiği oranda direnişi büyüttüğünü gördük. Baskıcı rejime zorunlu başörtüsünden ulusal kimliğe dayanan ayrımcılığa kadar her boyutta meydan okuyan Jin Jiyan Azadî Devrimi İran siyasetini ve toplumunu temellerinden sarstı. Jîna’nın öldürüldüğü haberi duyulunca feminist aktivistler tarafından Tahran’daki Kasra hastanesi önünde başlatılan protestolar, Kürt kenti Sakızdaki cenazesinde kadınların başörtülerini çıkartıp Jin, Jiyan, Azadî sloganı atmasıyla büyüdü. Bu sloganın kökeni ve arka planı meselesi toplumdaki geniş kitlelere taşınmış ve monarşistlerden radikal solculara kadar siyasal güçleri devrime dair bir tutum almak zorunda bırakmıştı. Elbette molla rejiminin katı yasalarına karşı başörtüsünü çıkarmak radikal bir tavırdı. Bu eylemi gerçekleştirenler, eylemi haberleştirenler ve eylemin kadın öznelerinin yanında duran erkekler hem fiziksel katliamdan hem de sivil ölümden geçirildi, geçiriliyor.
Direnişler hâlâ çoklu yöntemlerle devam ediyor ama Jin Jiyan Azadî Devrimine inananlar -bizler- İran ve Rojhilatta Kurdistan özgürlük için direnen kesimlerin bundan sonra ne yapacağını, yaşamı dincilik eksenli sömürgecilikten, cinsiyetçilikten ya da milliyetçilikten arındırarak kurup kuramayacağını da bekliyoruz. Bu beklenti İran ve Rojhilatı daha kapsamlı ele almadıkça, coğrafyanın karmaşık ve çeşitliliklerle dolu tarihini, mevcut siyasal zemini ve geçmişten gelen sol tandansı Jin Jiyan Azadî Devriminin ölçüleriyle buluşturmadıkça karşılanabilir görünmüyor.
Çünkü sol içinde ne kadar direnirse dirensin İslam Cumhuriyeti hâlâ bir sömürge. Sömürge olmayı reddetmedikçe, demokrasiye dayalı siyasal, ekonomik, kültürel bir sisteme geçmedikçe mutlak kaybeden olmaya da devam edecek. Dincilikten aldığı güçle tırmandırdığı şiddet ve katı yasaların sürdürülemez oluşunun en büyük kanıtı 2022’de başlayan direnişle kendini gösterdi. En geri geleneksel çizgideki ısrarına rağmen kapitalist modernitenin neoliberal politikaları, STK’cılık girişimleri, her anlamda batı merkezli aklı İran’a ait olmayan bir kıyafeti, üzerinde artık normal gördüğü zemini de oluşturdu. Böylesi bir yönetimin alaşağı olması sanıldığı kadar uzak değil artık.
Tam da bu sebeple yükselen mücadelenin bilhassa İran ve Rojhilattaki sol-sosyalist yapıları kapitalizm, ulus-devlet ve dincilik kıskancından kurtulmak için demokrasi ve kadın özgürlüğüne yaklaştırması kaçınılmaz bir ihtiyaca dönüştü. Aksinde ısrar; dünyanın-Ortadoğu’nun farklı yerlerinde farklı zaman aralıklarında düşülmüş hataların tekrarına, o coğrafyada da pozitivizmin etkisinde kalarak egemene benzeşmeye götürebilir. Burada Kamran Matin’in mücadelenin stratejik odağı ekseninde Anti-Emperyalist Sol ve Ekonomist Sol şeklinde kategorize ettiği İran solundaki iki ana eğilimi düşünürsek tam da direnişe sebep olan İslam Cumhuriyeti’nin politikaları gibi bunların da Jin Jiyan Azadî Devriminin mengenesinden geçirilmesinin son derece zaruri olduğunu fark edebiliriz. Çünkü ne Anti-Emperyalist Solun ya da İran bağlamında verilen adıyla “direniş ekseni” solcularının İran İslam Cumhuriyeti’ne yönelik her türlü muhalefet ve protestonun batı emperyalistlerinin, özellikle de İran’ın çökmesinden, Suriyelileşmesinden ve bölünmesinden yarar sağlayacak olan ABD’nin entrikası olduğu fikri ne de Ekonomist Solun “İran içindeki anti-kapitalist mücadeleyi merkeze alarak ulusal sorun ile toplumsal cinsiyet sorununu nispeten göz ardı eden” tutumu[8] Jin Jiyan Azadî Devriminin özgürlük anlayışı ve mücadelesiyle örtüşür durumda.
“Demokratik uygarlık unsurlarıyla federalist unsurlar (Azeriler, Kürtler, Araplar, Beluciler, Türkmenler) buluştuğunda, İran Demokratik Konfederasyonu projesi anlam kazanabilir ve rahatlıkla çekim merkezi olabilir. Kadın özgürlük hareketi ve komünal geleneklerin de bu proje kapsamında önemli rolleri olacaktır.”[9] tespitine dayanan Kürtler ve Kürt kadınlar için yüzlerce yıldır bütün baskılara rağmen İran’da ve Rojhilatta cins, kültür ve politik varlıklarının mücadelesi devam etmişken İran’ın sömürgeciliği-sömürgeliliği daha fazla ya da az önemli bir gerekçe olmamıştır. Aksine soruna bütünsel yaklaşmış çözümü de bu bütünsellikten çıkarmışlardır.
Bu sebeple bütünlüklü bakış açısı, yaratıcı yöntemleri ve cesaretiyle kadınların “yol bir sürek binbirdir” felsefesini hayata geçirmek için mücadele ederken yaşam olarak siyasetin her boyutunda-sol dahil-hesaba katılması ya da katılmaması da bu direnişten neyin çıkacağının turnusolü olacaktır. Başörtüsü, kadına yönelik şiddet gibi konuların ne sadece kadınların sorunu olduğu ne de diğer siyasi meselelerin bu sorunlardan bağımsız olduğu iddiası artık kabul edilebilirdir. Diğer taraftan kadın özgürlük meselesi gibi Kürtlerin ya da diğer halkların varoluşunun “devrimden sonraya” bırakılması fikrinin de iflas ettiği yıllar öncesinde kanıtlanmıştır. Devrimler-devrimciler gerekçelerinin tamamına dair mücadele ettiği gibi eş zamanlı olarak da inşaya uğraşırlarsa yol özgürlüğe çıkacaktır.
Kapitalist modernitenin her an yeniden müdahale edebileceği ihtimali, riskler yaratabileceği zemin elbette sadece İran ve Rojhilata mahsus değildir. İran ve Rojhilata dair kısmen yürütebildiğimiz tartışmaların bir yüzü İran ve Rojhilatın özgünlüklerine dair olsa da diğer yüzü bütün demokratik modernite güçlerinin karşı karşıya olduklarıdır. Haliyle başta kadınların yürüttükleri toplumsal mücadelede özgün özerk yapılanarak yola devam etmesinin varoluşlarının tek garantisi olduğunu ama her halükârda devrimin demokratik özerklik, kadınların demokratik özerkliği ile ete kemiğe büründürülebileceğini görmek gerekir.
Sonuç Yerine;
Jin Jiyan Azadî Devrimi kadın eksenli zihniyetin-yaşamın yok edilmesi gibi arkaik bir saldırının kapitalist modernitenin amentüsü haline geldiği, tarih boyunca kadınların direnişlerinin asla bitmeyeceğine inananlar eliyle örüldü. Kadın, yaşam ve özgürlüğün ardındaki devasa felsefe sadece kadınlar için değil herkes, her şey için başka türlü bir yaşamın mümkün olduğunu, bunun denendiğini, çalınan özgürlük geri alındıkça daha iyisinin, güzelinin, doğrusunun yapılabileceğini ortaya koydu. Kaybedilenin ne olduğu, kadın ve yaşam arasındaki bağın gücü bu bağı kopartmaya çalışan karşı zihniyetin performanslarına baktıkça anlaşılır hale geldi. Kadının biyolojik ve toplumsal gerçeklikte taşıdığı özellikler ve anlamlar ile tanrıçalık sembolizminde spirale dayandırılması öylesine değildi. Su, toprak, hava ve ateş ile yansımasını bulması da. Aya, güneşe, yıldıza dönüşen halinin de. Anlatılmak istenen ise galiba buğdayın ekmeğe dönüştüğü sürecin yaşamın kendisi olduğu, yaşamın kendisinin kutsal olduğu ve kadının buradaki belirleyici rolüydü.
İşte tüm bunlar tarihsel ve koparılamaz olan bu bağın iki ayrı, birbiriyle canhıraş mücadele eden zihniyetin ve yaşam inşasının birden referansı oldu. Kapitalist modernite ve demokratik modernite bu bilgiyi anlam dünyalarının, kurdukları mekanizmaların ve ürettikleri politikaların merkezine koydu. Fark ise özgürlük arzusundaydı. Demokratik modernite nedir ve nasıl soruları etrafında özgürlüğü arar ve anlamdırırken; kapitalist modernitenin sorusu da sorunu da ne kazandığı oldu. Tahakküm odakları, belli grupların iktidarının sürekliliğinin peşine düşerken bunun önündeki en büyük engelin özgürlük arzusu olduğunu gördü.
Kadın kimliğine biyolojik cinsiyetin ötesinde ve elbette biyolojik nitelikleri de gözeterek ama sosyal, siyasal ve ekonomik boyutları da içeren tarihsel-bütüncül bir var olma hali olarak bakma ihtiyacı, bu sebeple demokratik moderniteyi inşa eden devrimi açığa çıkaran itici güçlerdendir. Çünkü bu devrimle toplumsal olanı açığa çıkarmayı dert eden, toplumsal düşünce ve eylemi yaratabilecek yeni bir siyasal ve onun dayanacağı bilim de yaratılmak istenir. Pozitivist bilimin karşısında kadın, yaşam ve özgürlük arasındaki katmanlı ilişkiyi görebilmek, kapitalist modernitenin politikalarını ifşa etmek, yok sayılanı merkezine almak, ters yüz edilmiş bilgileri kadın bakış açısıyla yeniden yorumlamak toplumsal olanı üretebilecek yeninin-başka türlünün dayanağı olabilir. Bilginin kaynaklarına gidilmesi, yorumlanması ve mekanizmalar şeklinde örgütlendirilmesi edimlerine dayanan Jin Jiyan Azadî devrimi, zihinsel ilerleyiş ve eyleme dönüşmüş politikalarla, bunların eş güdümlü yürütülmesiyle sürdürülür. Dayandığı paradigma kadınların özgür ve eşit statüsüne, kadınların en rahat işlettiği iş bölümünü esas alan yaşam ve yönetime hem insan topluluklarının hem de insanın dahil olduğu doğanın tahakküm ve sömürü olmaksızın var olabileceğine dayanır. Bu devrimin devrimcilerini diğerlerinden ayıran ise “Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar sorun onu değiştirmektir.” sözlerindeki “değiştiren” olabilmelerindedir.
Kaynak : https://demokratikmodernite.org