DEVRİM YARATMAK

190 views
27 mins read
190 views
27 mins read

MURRAY BOOKCHİN

Ne oldu?… Ne olabilirdi?…

Mayıs-Haziran başkaldırısının nasıl bir toplumsal devrime dönüşebileceğini soruyorsunuz.*

Görüşlerimi olabildiğince net biçimde sunmaya çalışacağım. Söylediklerim sadece Fransa için değil, dünyanın diğer sanayi ülkeleri için de geçerlidir. Zira Fransa’da olanlar gelişmiş burjuva ülkelerdeki toplumsal devrimler için bir model olarak önerilebilir. ABD’de Fransa hakkında bu kadar az tartışma olması beni şaşırtıyor. Mayıs-Haziran olayları mevcut tarihsel dönemde gelişmiş bir sanayi ülkesinde devrimin nasıl gelişeceğine dair ilk berrak göstergedir ve büyük bir titizlikle incelenmelidir. Genel grevin patlak vermesinin nedeni -bence esas olarak- insanların iyice dolmuş olmasıydı. Grevciler sezgisel olarak çoğu zaman da bilinçli bir şekilde tüm sisteme tepki duyuyor ve bunu sayısız biçimde gösteriyorlardı. Mayıs-Haziran olaylarının hemen ardından Fransa’da yayınlanan bir karikatürde bir CGT sendikalist’i grevcilerle konuşurken gösterilmekteydi: “Ne istiyorsunuz?” diye bağırır. “Daha yüksek ücret mi, daha kısa çalışma saati mi, daha uzun tatil mi?” Stalinist şefin her sorusunu grevciler sessizlikle geçiştirirler. Sonunda CGT sendikalist’i öfkeyle haykırır: “Söylesenize yahu, ben sizin temsilcinizim.” İşçiler hep bir ağızdan bağırırlar: “Biz devrim istiyoruz.”

Bu yanıt büyük ölçüde gerçekliğe uygundur. Karikatür, hâlâ tam şekillenmemiş ama gene de oldukça kesin duyguyu ifade ediyordu. Bu yüzden Fransa’da çok tutuldu. Birçok işçinin -özellikle genç işçilerin- aşağı yukarı ne hissettiklerim belirgin bir biçimde gösteriyordu.

10 Mayıs’taki öğrenci barikatları tarihin en büyük genel grevine yol açtı. İşçiler (esas olarak da genç işçiler) şunu düşündüler. “Talebeler yapabiliyorsa biz de yaparız.” Böylece anarko-sendikalist eğilimlerin en güçlü olduğu şehir olan Nantes’deki Sut-Aviation fabrikasındaki grev genel greve dönüştü.

Grev hızla Paris’e yayıldı ve sanayi işçileriyle sınırlı kalmayıp hemen herkesi kapsadı. Sigorta memurları, posta çalışanları, tezgahtarlar, beyaz yakalılar, öğretmenler, bilim araştırmadan greve gittiler. Futbolcular bile kulüp binalarına el koyup pankartlarını astılar: “Futbol halka aittir.” Bu sadece bir işçi grevi değil, sınıf ayrımlarını dikine kesen halkın greviydi. Bunun anlaşılması gerekiyor. Nantes’de köylüler harekete yardım etmek için traktörleri şehre getirdiler. Longsherman’da grevcilere yiyecek taşımak için gemilerdeki yükleri boşaltıyorlar. En gelişmiş talepler elektronik gibi daha yeni sanayi dallarınca ortaya atıldı. Çoğunlukla yüksek vasıflı teknisyenlerin çalıştığı bir işletmede şu açıklama yapıldı: “Biz istediğimiz her şeye sahibiz.” Geçen ay yaptığımız pazarlıklarda yüksek ücret artışı ve uzun tatiller elde ettik. Şimdi tek bir talep için greve gidiyoruz: Sanayide işçi denetimi sadece kendi fabrikamızda değil, Fransa’nın tüm fabrikalarında.” Ne kadar müthiş! Kilidin anahtarı bu talepti. İşçiler fabrikaları işgal etmişlerdi. Ekonomi ellerindeydi. Hızla yayılan bu hareketin toplumsal devrime dönüşmesi tek bir şeye bağlıydı: işçiler fabrikaları işgal etmekle kalmayıp, ‘işletecekler mi? Aşılması gereken engel buydu, işçiler fabrikaları işçi yönetimi altında çalıştırmaya başlasaydılar, başkaldırı tam bir toplumsal devrime dönüşebilirdi.

İşçiler bu engeli aşabilseydi neler olabilirdi, düşünelim bakalım. Her işletme orayı idare etmek için işçiler arasında bir fabrika komitesi seçerdi. (Burada işçiler çoğu devrim saflarına geçmiş teknik personelin işbirliğini de sağlayabilirdi.) “idare etmek” terimini vurguluyorum, çünkü politikayı belirleyen işletmenin işçileri, fabrikadaki işçilerin meclisidir. Fabrika komitesinin görevi bu politikaları yönetmek ve koordine etmekten ibarettir. Yaşam araçlarının yapıldığı üretim alanlarındaki gerçek devrimci demokrasi işte budur.

Biraz daha ileri gidelim (bu önereceklerim kesinlikle mümkündü). Yerel işletmelerin fabrika komiteleriyle bağlantı kurarak ihtiyaçların teminiyle uğraşan bir bölge idare konseyi oluşturabilirlerdi. Bu konseyin her üyesi kendi fabrikasının işçileri tarafından sıkı sıkıya denetlenecek ve fabrika meclisine karşı sorumlu olacaktır. Konseyin görevi yalnızca idaridir. Teknik işlerin çoğu bilgisayarlarla yürütülebilir ve konsey üyeliği de olabildiğince sık aralıklarla rotasyona tabi olmalıdır.

Bu endüstriyel örgütlenme formlarının yanı sıra mahalle örgütlenmeleri -1793’ Fransız devrimci seksiyonlarına tekabül eden halk meclisleri ve bu mahalle meclislerinin idari işlerini yürüten eylem komiteleri- oluşturulmalıdır. Bunlar da fabrika komiteleri konseyi ile birlikte çalışacak bir idari konsey oluşturabilirler. Bu ikisi periyodik olarak toplanıp ortak sorunları ele alır. Mahalle meclislerinin -yeni “seksiyonların”- en önemli işlevlerinden biri ekonominin üretken olmayan alanlarından (satış, sigortacılık, reklamcılık, “yönetim” ve diğer toplumsal olarak yararsız alanlardan) üretken alanlara istihdam kaydırmak olacaktır. Burada amaç çalışma süresini olabildiğince hızlı biçimde kısaltmaktır. Bu şekilde herkes -sanayi işçisi kadar sözgelimi fabrikada işçinin eğiteceği eski satıcı da- toplumun yeni düzenlenişinden derhal yarar görebilecektir. Herkes burjuva toplumu koşullarında çalışmaya ayırdıkları zamanın sadece bir kısmında yaşam araçlarını elde edebilir. Bu sayede devrim eski hayat koşullarının yenisinden daha iyi olduğunu söyleyip duran birçok karşı-devrimci unsurun ağzını kapatmış olur.

Burada yapının ince ayrıntıları değildir, bunlar pratikte geliştirilir. Esas olan iktidarın çözülmesi ve fabrika ve mahalle meclislerine yayılmasıdır. Geçmişte dolayımsız ilişkilerin ve halk meclislerinin rol ve önemine pek dikkat edilmedi. “Temsil” anlayışı devrimci gruplarda ve halkta öylesine yerleşmişti ki halk meclisleri, rastlantısal ve arızi kaldılar. Antik Yunan’daki ecclesia olayında çoğu kez bilinçli tercihlerle değil tesadüflerle ortaya çıktılar. Daha önceki devrimlerde çeşitli konsey ve komiteler politika belirlemede erk sahibi oldu; idari işlerle politik kararlar arasındaki sınır en iyi ihtimalle muğlaktı, çoğu zamansa hiç yoktu. Sonuçta komiteler ve konseyler toplum üzerinde muazzam erk sahibi toplumsal kurumlar halini aldı ve hızla tüm toplum üzerinde kontrol yetkisine sahip yeni devlet aygıtlarına dönüştüler. Tüm komite ve konseyleri doğrudan halk meclislerine karşı sorumlu kılarak ve bir yandan da yeni teknolojilerin yardımıyla çalışma süresini köklü biçimde kısaltıp tüm. halkın toplumun yönetimine aktif katılımı sağlanarak bundan kaçınmak mümkün olabilir.

Çeşitli komite, konsey ve meclisler toplumun maddi ihtiyaçlarını karşılamak için başlangıçta varolan arz ve dağıtım mekanizmalarını kullanacaktır. Çelik, Paris’e eskiden olduğu gibi, aynı sipariş yöntemleri ve muhtemelen aynı mühendis ve işçilerce işletilen tren ve kamyonlarla gelecekti. Devrimden önce kullanılan posta, telgraf ve telefon ağının devrimden sonra da kullanılması mümkündü. Son olarak da, mamul mallar aynı depo .ve dağıtım sistemiyle dağıtılacaktı -şu farkla ki para ödeme kayıtları kalkacaktı. Yeni fabrika komite konseyleri ve mahalle konseylerinin başlıca işlevi ortaya çıkabilecek pratik sorun ve aksaklıklarla uğraşmak ve mevcut kaynakların daha rasyonel kullanımına yönelik değişiklikler önermek olacaktır.

Kapitalizm toplumu bir devlet aygıtına gerek olmaksızın ayakta tutabilecek bir fiziksel dolaşım-dağıtım ve ulaştırma mekanizmasını oluşturmuştur. Bu fiziksel dolaşım mekanizması daha da geliştirilebilir elbette, ama esasta devrimden bir gün sonra da eskisi gibi kullanılacak durumda olacaktır. Bu mekanizmanın polise, hapishanelere, ordulara ya da mahkemelere ihtiyacı yoktur. Devlet bu teknik dağıtım sistemi üzerine dayatılmış yapay bir yokluk sistemi yaratarak onu çarpıtmaktadır (işte, günümüzde “mülkiyetin dokunulmazlığının anlamı budur).

Şunu tekrar vurgulayayım: Bizi ilgilendiren kâr değil, insan ihtiyaçları olduğuna göre kâr sistemini yürütmekle görevli çok sayıda insan bu aptalca işlerden kurtulabilir. Aynı şey devlet işleriyle görevli birçok insan için de söz konusudur. Bu insanlar diğerleriyle birlikte üretici işlerde yer alır ve böylece herkesin çalışma saatleri kısaltılabilir. Bu yeni sistemde üreticiler ve yerleşim birimleri ekonomiyi birlikte, aşağıdan yönetecek, idari işlemleri -hepsi de işyeri ve mahalle meclislerine karşı sorumlu ve her an görevden alınabilecek olan- fabrika komiteleri, konseyler veya fabrika komite temsilcileri ve mahalle eylem komiteleri aracılığıyla koordine edecektir. Bu noktada toplum kendi işlerinin kontrolünü doğrudan eline almaktadır. Devlet, bürokrasi, ordular, polis, mahkemeler ve hapishaneler ortadan kalkabilir.

Eski üretim ve dağıtım sisteminin hala yapısal olarak merkezi ve ulusal işbölümüne dayalı olduğunu söyleyerek itiraz edebilirsiniz. Evet, doğrudur. Ama bunun denetiminin de merkezi olması bir zorunluluk mudur? Politika aşağıdan belirlendiği ve bu politikayı yürüten herkes yerel düzeyde denetlendiği sürece üretim araçları henüz merkezilikten kurtulmamış olsa da idare merkeziyetçilikten arındırılmıştır. Örneğin, büyük bir işletmenin işlemlerini kontrol etmekte ‘kullanılan bir bilgisayar yapısal merkezileşmenin bir aracıdır. Ancak, bilgisayarı programlayan ve işleten insanlar o işyerindeki işçilere hesap vermekteyse işlemleri toplumsal düzeyde merkeziyetçilikten arındırılmıştır.

Dar kapsamlı benzetmelerden daha büyük çaplı idari sorunlara geçelim: Varsayalım ki çelik endüstrisinde değişiklikler önermek üzere yüksek vasıflı teknisyenlerden bir kurul oluşturulmuş olsun. Bu kurul endüstrinin rasyonalizasyonu için bazı işletmelerin kapatılmasını ve diğer bazılarının işletmelerinin ülkenin değişik yörelerine aktarılmasını önerdi diyelim. Bu “merkezi” bir organ mıdır? Cevap hem evet, hem hayır. Evet, ama yalnızca kurulun tüm ülkeyi ilgilendiren meselelerle uğraşması anlamında. Hayır, çünkü tüm ülkede yürütülmesi zorunlu kararlar verme yetkisi yoktur. Kurulun hazırladığı plan kapatılacak ve yeri değiştirilecek işyerlerindeki işçilerin incelemesine sunulacaktır. Plan kabul edilebilir, değiştirilebilir ya da reddedilebilir. Kurulun “kararlar” dayatma gücü yoktur; sadece önerilerde bulunabilir. Bunun yanında personeli de çalıştıkları işyeri ve yaşadıkları mahalle tarafından denetlenmektedir.

Toplumun fiziksel desantralizasyonu için buna benzer -teknisyenler kadar ekolojistlerin de yer aldığı- kurullar oluşturulabilir. Bunlar ülkenin değişik yerlerinde toprağın farklı biçimde kullanımı için planlar hazırlayabilirler. Çelik endüstrisiyle ilgili teknisyenler gibi bunlar da karar yetkisine sahip olmayacaklardır. Hazırladıkları planların kabulü, değiştirilmesi ya da reddedilmesi tamamen ilgili yerel birimlere bağlıdır.

“Geleceğe” doğru yeterince fazla yolculuk ettim. 1968 Mayıs-Haziran olaylarına dönelim yeniden. Peki, ya De Gaulle’den, generallerden, ordudan, polisten ne haber? Burada Mayıs-Haziran başkaldırısının yüz yüze geldiği bir diğer hayati sorunla karşılaşıyoruz. Silah fabrikalarındaki işçiler bu fabrikaları işgal etmekle yetinmeyip devrimci halkı silahlandırmak için çalışsalardı, demiryolu işçileri bu silahları şehir, kasaba ve köylerdeki devrimci halka ulaştırsalardı, eylem komiteleri silahlı milisler örgütleselerdi -işte o zaman Fransa’daki durum kökten değişirdi. Kendi eylem komiteleriyle milis halinde örgütlenmiş silahlı halk (ve genç insanlar arasında onları eğitebilecek çok sayıda askerliğini yapmış insan da vardı) devletin karşısına dikilebilirdi. Konuştuğum militanların çoğu çok sayıda profesyonel olmayan askerden oluşan ordunun büyük kısmının halka ateş açamayacağı kanaatinde. Eğer halk silahlansaydı her sokak bir sipere, her fabrika bir kaleye dönüşmüş olurdu. Bu koşullarda De Gaulle’e en sadık birlikler bile halkın üstüne yürüyebilir mi, bu şüphe götürür. Ne yazıktır ki durum asla bu noktaya gelemedi -her devrimin göze almak zorunda olduğu bir noktadır bu.

Bir kez daha vurgulayayım, bu anlattıklarım tamamen mümkündü. Burada Fransız devrimcilerin yüz yüze geldikleri bir gerçeklikten söz ediyorum. Tek gerekli olan işçilerin fabrikaları işletmesi ve grev komitelerini fabrika komitelerine dönüştürmesiydi. Bu belirleyici adım atılamadı; dolayısıyla halk silahlanmadı ve burjuva mülkiyet sistemi çökmedi. Stalinistler kurnazca bir manevrayla bir komünist-sosyalist hükümeti çağrısında bulunup devrimci hareketi politika sınırları içine çektiler. Böylece mücadele tamamen burjuva zeminde bir seçim kampanyasına kanalize edildi. Bundan ve diğer nedenlerden ötürü devrim geriledi ve bekleyip seyreden kitlelerden ters tepki aldı. Eğer devrim başarıya ulaş-saydı bu insanlar kazanılabilirdi. Adeta orada durmuş ‘Görelim bakalım ne yapabileceksiniz?’ diyerek bekliyorlardı. Ne var ki başkaldırı yenilince De Gaulle’e oy verdiler. De Gaulle hiç olmazsa gerçekti; devrim ise başarılamayarak buhar olmuş gitmişti.

Maoistler ve Troçkistler, şu “öncü” Bolşevik parti ve grupçukları nasıl davrandı? Maoistler işçi denetimi yönünde her talebe karşı çıktılar. (Bazılarıysa başkaldırı geriledikten sonra görüş değiştirdi, onlara şimdi “anarko-Maoist” deniliyor!) Ne de olsa Başkan Mao işçi denetiminin anarko-sendikalizm olduğunu söylememiş miydi -demek ki bu bir “küçük burjuva sapması”dır. İşçilerin görevi diye bas bas bağırıyordu Maoistler, “devlet iktidarını ele geçirmektir”. Böylece “Bolşevik gerçekçilik” adına toplumsal devrimin tek zemini -fabrikaların işgali- hayatın içinde hiçbir gerçekliği olmayan soyut sloganlara tabi kılındı. Bir örnek vereyim: Billancourt’daki Renault fabrikasına düzenlenen yürüyüşte Maoistler şu pankartı taşıyorlardı: “Yaşasın CGT!” -hem de en devrimci işçilerin CGT ile dişe diş mücadeleye giriştiği ve bu sendikal konfederasyonun işçilere dayattığı bürokratik aygıtı sarstıkları sırada. Maoistlerin demek istediği aslında “CGT’nin başına bizi geçirin”den başka bir şey değildi. Ama kim takıyordu ki onları.

Ya Troçkistler? Troçkistler, ama hangileri? FER mi? JCR mi? Diğer iki ya da üç grup mu? FER hemen her kritik anda açıkça karşıdevrimci bir rol oynadı, genel greve yol açan tüm sokak eylemlerini “maceracı” olmakla suçladı. Sorbonne’un önündeki sokak çatışmaları sırasında öğrencileri evlerine dönmeye çağırdılar ve 10 Mayıs gecesi barikat çatışmalarında gençleri “romantik” olmakla suçladılar. Öğrencilerin safına katılmak yerine Mutualite’de bir “kitle toplantısı” düzenlediler. Gene de bütün bunlar FER’i Sorbonne koridorlarında ve forumlarında boy gösterip politikacılık oynamaktan alıkoymadı -tabii öğrenciler başarılı olduktan sonra. JCR’a gelince, çoğunlukla ayak bağı olup politik manevralarla Sorbonne forumlarında karışıklık yarattılar. Mayıs-Haziran olaylarının sonuna doğruysa hareketten çekilip Stalinist olmayan solun seçim kampanyasına dahil oldular.

Mayıs-Haziran olaylarında “eksik” olan neydi? “Öncü” Bolşevik partiler değil kesinlikle. Bunların sürüsüne bereketti o sıralarda. Fransa’da gerekli olan işçiler arasında fabrikaların işgal edilmekle kalmayıp çalıştırılması gerektiğine dair bilinçti. Ya da başka bir deyişle, başkaldırıda eksik olan işçilerde bu bilinci geliştirecek bir hareketti. Böyle bir hareket anarşik bir hareket, 22 Mart Hareketi’ne ya da Censier’i ele geçirdikten sonra işçilere hükmetmeye kalkışmayıp onlara yardım eden eylem komitelerine benzer bir hareket olmak zorundaydı. Bu hareketler başkaldırıdan önce gelişseydi ya da ayaklanma bunların etkili bir propaganda ve eylem gücü geliştirmelerine yetecek kadar sürseydi olayların akışı değişirdi. Gel gelelim De Gaulle ve Komünist Partisi el ele verip ayaklanmayı söndürdü ve onu yok etmeyi başardı.

Kanaatimce Mayıs-Haziran olaylarından çıkarılması gereken dersler bunlardır. Yazdıklarımı, okudukça Amerika’daki Marksist-Leninistlerin neden Fransa’daki olaylar üzerinde bu kadar az durduklarını anlıyorum; bu olaylar, hatta onların anıları dahi Marksistlerin tüm inançlarını, programlarını ve stratejilerini sarsıyor.

Paris / Temmuz 1968

(*) Bu yazı Mayıs-Haziran olaylarından hemen sonra yazılmış bir mektuptan alınmıştır.

Çeviri: Melih İnal