SEZGİN ATA
EKOLOJİK KRİZİ BU KADAR ÖNEMLİ KILAN NEDİR?
Bugün hiç kuşkusuz tarihte görülmemiş boyutta bir krizle karşı karşıyayız: ekolojik kriz. Bu kriz, bir önceki kuşağa ait nükleer ve biyolojik Silahların gezegeni topyekûn imha etme tehdidinin kapsamını daha da genişleterek kıyametvari bir noktaya taşımıştır. Bu algı artık yalnızca bilim insanlarının ve düşünürlerin değil geniş insan kitlelerinin toplumsal bilincinde de gittikçe yer edinmeye başlamıştır.
Daha ileriye götürülen düşünceler, kökeninde hiyerarşi ve kapitalizmin yattığı bu krizin insanlığı tarihsel bir karar verme noktasına getirdiğini ortaya koymaktadır: Ya ekolojik prensiplere dayalı bir toplum kuracağız ya da barbarlıkla karşılaşacağız. Ekolojik bir toplumun ulaşacağı nihai hedeflerin bazılarını doğrudan demokrasi, ekolojik ölçeğe ve eko-teknolojilere dayalı bir yaşam, sınıfların da içine dahil olduğu hiyerarşilerin ve tahakkümün ortadan kaldırılması, insan ve insan-dışı doğanın çeşitlilik içinde birliği, değişime değil kullanım değerine dayalı bir ekonomi olarak sayabiliriz. Barbarlık derken ise tüm canlıları barındıran biyosferin[1] topyekun çöküşünü ile de sonuçlanabilecek – ki hiç de azımsanabilecek bir ihtimal değildir – bir barbarlıktan bahsediyoruz.
Karl Marx yaklaşık yüz elli yıl önce sosyalist toplumun alternatifinin barbarlık olduğunu söylemişti. Bugünkü durum iki nedenden dolayı daha ciddidir. Birincisi, o zamanlar karşılaşılan krizin tersine çevrilebilme umudu vardı. İkincisi ise, bu umut sonraki kuşaklara miras bırakılabiliyordu. Bugün ekolojik krizin bileşeni olan birçok sorun muhtemelen – iklim krizi ise kesinlikle– yalnızca şimdiki kuşağın mücadele edebileceği, sonraki kuşaklara bırakılamayacak bir aciliyet taşımaktadır. Ekolojik kriz vuku bulduğunda –biyosferin topyekûn çöküşü gerçekleştiğinde – ise yaşamı mümkün kılan bu özel atmosferik ve jeolojik evrimsel gelişimin yeniden oluşmasının insan ve hemen tüm diğer canlılar için anlamlı bir zaman süresi boyunca gerçekleşemeyeceğini biliyoruz.[2]
Buradan çıkarılacak bir sonuç, ekolojik krizin insanlığın yalnızca belli bir sınıfını veya katmanını değil, ayrıcalıklı ve ayrıcalıksız tüm insanları ilgilendirdiğidir. Bu anlamda ekolojik bir toplum belli bir grup insanın veya sınıfın özel çıkarı ile değil İnsanlığın –ve aslında insanın etik bir aracı olması vasfıyla insan-dışı doğanın – genel çıkarı ile doğrudan ilgili olmaktadır. Ama buradan ekolojik krizden bütün insanlığın, aralarında hiçbir hiyerarşi, sınıf ve güç farkı yokmuşçasına aynı ölçüde sorumlu olduğu anlamını da çıkarmamalıyız. IMF ve DB gibi bütün dünyada tarım, gıda, yağmur ormanları gibi ekolojiyi doğrudan ilgilendiren konularda belirleyici kararlar alabilen bir kurumun yöneticileri, ulusal veya ulus ötesi bir şirketin CEO’su ve devletlerin üst düzey bürokratları ile evine, çocuğuna yiyecek götürme derdine düşmüş milyonlarca insanı bu krizden eşit ölçüde sorumlu tutamayız.
Bir diğer sonuç ise, on dokuzuncu yüzyıldan bu yana ekonomik krizler, proleter devrimler ve dünya savaşları nedeniyle çökmesine kesin gözüyle bakılan ama tam aksine İkinci Dünya Savaşı’ndan güçlenerek çıkan ve gücünü giderek artıran Kapitalizme –ve Hiyerarşiye– karşı gerçek bir meydan okumanın asli kaynağının da epeyce bir süredir ekolojik sorunlar olduğu ve ekolojik sorunlar olmaya da artarak devam edeceğidir.
EKOLOJİK KRİZİN NEDENLERİ
Ekolojik kriz geleceği bu denli belirleyici bir öneme sahip olduğuna göre, nedenlerini çok açık bir şekilde anlamak zorundayız. Aksi halde, krizin nedenlerini tam olarak anlamadan veya yanlış anlayarak yalnızca onun bazı sonuçları üzerine yoğunlaşan birçok çevre hareketinde gördüğümüz üzere, bataklığın kendisi yerine üzerindeki sinekleri tek tek avlamakla uğraşırız.
Sonda söylenmesi gerekeni başta söyleyelim: ekolojik krizin kökeninde aslında toplumsal sorunlar yatmaktadır. Bundan kastımız, kapitalizmin öncesine ve ötesine geçen ve uygarlığın şafağına kadar uzanan insanlar arası hiyerarşi ve tahakkümün neden olduğu toplumsal sorunlardır. Ancak ve ancak insan ilişkileri arasında ortaya çıkan hakimiyet kurma düşüncesi insan ve doğa arasındaki ilişkilere yansıtıldıktan sonra“doğa üzerinde hakimiyet kurma” düşüncesi ortaya çıkmıştır.
Rönesans ve Aydınlanma çağı sonrasında doğaya ilişkin bilginin artması ve tekniklerin gelişmesi, toplumsal hiyerarşinin daha da merkezileşerek ulus-devletlerin oluşması ve kapitalizmin baskın bir ekonomik sistem haline gelmesi tarihsel olarak özel bir coğrafi bölgede, Avrupa’da, bir araya geldi. Bunların hiçbirisinin ve bir araya gelişlerinin “tarihsel zorunluluklar” olmadığını önemle belirtelim. Tarihin akışı tamamen farklı da olabilir, eşit ve özgürlükçü bir doğrultuda da gerçekleşebilirdi.
Ticari kapitalizmin ve ulus-devletlerin Avrupa’daki tarihsel yükselişleri ve bunların sömürgeci dönemde bütün dünyaya yaygınlaşması bugünümüzü belirleyen en önemli tarihsel olgulardandır. Sanayi kapitalizminden bu yana ise, merkezileşmiş politik güç ile elbirliği eden kapitalizmin rekabete dayalı yaşam kuralı, teknolojiyi de kullanarak doğayı o denli tahrip etti ki bugün artık doğal evrimin durma noktasına geldiğinden söz edebiliyoruz. Bir yanıyla her zaman doğaya ve doğal evrime bağlı olan insanlığın yaşamını sürdürebilmesi ancak ve ancak organizmaların giderek kompleks ve birbirlerine karşılıklı olarak bağımlı biçimlere evrilmesiyle mümkündür. Yaşamın kompleks bir ağ haline gelmesi, ilksel hayvan ve bitkilerin son derece çeşitli biçimlere dönüşmesi, insanın ve insan-dışı doğanın evrimi ve hayatta kalması için bir önkoşuldur.
Bu gerekçelerle ekolojik krizin çözümünün bu toplumsal sorunların çözümü ile doğrudan ilişkili olduğunu söylüyoruz.
Buna rağmen, çevrecilerde ve ekolojistlerde, ekolojik krizin nedeninin doğrudan teknoloji veya kalkınma, aşırı nüfus veya aşırı tüketim olduğuna ilişkin yaygın bir görüş vardır. Bize göre sorunların kökenine inmeyen bu başlıklar bilakis krizin gerçek nedenlerinin gizlenmesine ve gizemleştirilmesine yardımcı olmaktadır. Bu önemli bir iddiadır ve nedenlerinin ayrıntılandırılması gerekmektedir.
Şimdi bunları açmaya çalışalım:
EKOLOJİK KRİZİN NEDENİ TEKNOLOJİ Mİ?
Ekolojik krizin nedeninin aslında teknolojinin kendisi olduğu iddiası, İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren ve özellikle nükleer silahların kullanımı ile birlikte ortaya çıkan bir korkudan kaynaklanan, teknolojinin algılanmasındaki altüst oluşla ilgilidir. “Çığrından çıkmış” bir teknoloji bizi kitlesel üretim sistemlerine zorlamakta ve çevremizi kirletmekteydi. Halbuki bu tarihten önce, teknolojinin “yüksek vaatleri” onu yalnızca “iyi yaşamın” maddi araçlarını sağlayan bir aracı olarak görmüyordu, onu fetişleştiriyordu: Teknoloji, toplumsal ilerlemeyle özdeşleşmişti.
Vaatleri ile sonuçlarının getirdiği hayal kırıklığı arasındaki bu paradoks bugün de teknolojinin genel imgesine hakimdir. Ekoloji hareketi içinde azımsanmayacak sayıda kişi ise paradoksun bir tarafına ağırlık vererek teknolojinin kendisini ekolojik krizin günah keçisine dönüştürmüş ve teknoloji-karşıtı bir saf tutmuştur.[3]
Halbuki, teknoloji bir boşlukta yer almaz ve kendine ait özerk bir yaşamı da yoktur. Hellenik düşünce zanaatı ve sanatı techné başlığı altında birleştirerek bunları toplumun değer sistemine ve kurumlarına bağlamıştı. Bu bakış açısı bize, tekniğin bileşenlerinin yalnızca üreticinin maddi niyetlerinden ve toplumun maddi ihtiyaçlarından oluşmadığını bazı duyarlılıklardan, toplumsal ilişkilerden ve politik yapılardan da oluştuğunu söylemektedir.
Bazı tarihsel örnekler üzerinden bunu açmaya çalışalım:
Roma İmpatorluğu döneminde kullanılan tekniklerin hiçbiri geç neolitik dönemdekinden daha gelişkin değildi. Yeni hammaddeler keşfedilmedi ve yeni yöntemler icat edilmedi. İmparatorluğun çöküş öncesinde tüm teknolojik yenilik neredeyse durmuştu. Örneğin demir hammaddesi miktarını artırmak gerektiğinde demir ocaklarının sayısı artırılıyor fakat boyutları aynı kalıyordu. Üretim araçlarında bir yenilik olmamasına karşın idare araçlarında bir yeniliğin olduğu kesindi: Yaygın bürokrasi, hukuk sistemi, askeri kuvvetler, emeğin seferberliği ve iktidarın merkezileştirilmesi açısından doruk noktasına çıkan İmparatorluk otoriter aygıtların kullanımında ise eski Mısır gibi en totaliter imparatorlukların mirasçısıydı.
Bu örnek bize kullanılan teknoloji aynı kaldığında bile yönetimsel, idari ve askeri aygıtlarındaki düzenlemeler ve emeğin yoğunlaştırılması yoluyla toplumun otoriter bir yaşama mahkûm edilebileceğini göstermektedir.
Diğer taraftan, devasa askeri girişimlerde bulunma kabiliyetleri olmasına karşın, Romalıların demir üretimi ihtiyacı arttığında küçük demir ocaklarını geliştirmek yerine sayılarını artırmakla yetinmeleri aslında teknolojik olarak gelişmemiş olmalarından değil, İmparatorluğu oluşturan toplulukların –İmparatorluğun yönetim merkezinin değil !– kullandıkları teknikleri araçsal ve kurumsal olarak denetim altında tutmalarından kaynaklanıyordu. Bu durum İmparatorluk’ta devlet ile toplumun, merkezi politik iktidar ile topluluğun da ayrışmış olduğunu göstermektedir. Bugün bilgi ve teknoloji üretim tekelinin devletlerin ve dev şirketlerin elinde olduğu düşünüldüğünde bu örnek özgürlük ve teknoloji arasındaki ilişkinin anlaşılması açısından da önem taşımaktadır.
Daha yakın bir dönemdeki benzer bir örneği, daha sonraları kapitalizmin baskın bir ekonomik sistem olarak ortaya çıkmasına sebep olacak İngiltere kırsalından verebiliriz. Hammaddeleri ve yarı mamul dokumaları kendi evlerinde çalışan işçilere taşıyan simsarlar, geleneksel üretim tekniklerini akılcılaştırmak ve yoğunlaştırmak için bu işçileri bir çatı altında topladılar: bu fabrikaydı. Bu durum ilk fabrikalar emeğin soyutlanmasını, akılcılaştırılmasını ve nesneleştirilmesini sağladılar ama üretim; eğirme, dokuma ve boyama hala işçilerin kuşaklar boyu evlerinde kullandıkları makinelerle yapılmaya devam ediyordu ve sonraki bir yüzyıl boyunca da bu durum değişmeyecekti. Burada da değişim yine teknolojinin kendisinde değil, idare sistemindeydi.
Yukarıdakilerin tersi bir örneği de, teknolojideki hatırı sayılır gelişmelere karşın toplumsal yapının değişmek zorunda olmadığını göstermek için verelim: Ortaçağ malikâne sistemi yeni bir tarihsel hareket noktası için toplumsal bir zemin hazırlamıştı. Teknik, on birinci yüzyıldan itibaren neolitik devrimden beri görülmemiş bir hızla ileri fırladı. Yeldeğirmenlerinin kullanımını hamut izledi (Bu ağır sabanların çekilmesini ve deniz kıyısından uzak bölgelerde malların ucuza taşınabilmesini sağladı). Ardından metalurjide ve madenden yapılan aletlerdeki çarpıcı ilerlemeleri, son derece gelişmiş tarım sistemi, büyük ölçüde tahtadan yapılan karmaşık makineler ve su dolabının ileri derecede geliştirilmesi izledi. Ama bunların hiçbirisi ortaçağın toplumsal ilişkilerinde önemli bir değişiklik yaratmadı. Ortaçağ kasabaları, Yunan polis’i hariç antik dönemdeki birçok yerleşimden daha demokratikti, tarım sistemi daha az hareketliydi ve daha az rasyonelleştirilmişti. Toplumsal ve teknik koşulların bu şekilde bir araya gelişini yalnızca Devlet’in ve bürokratikleşmenin tarihin en dip noktalarından birinde olmasıyla açıklayabiliriz. Onbeşinci ve onyedinci yüzyıllar arasında İngiltere, Fransa ve İspanya’da ulus-devletlerin ortaya çıkışına dek, Avrupa, Kuzey Afrika, Yakındoğu ve Asya’nın toplumsal yaşamını kuşatan despotizmlerden görece azadeydi.
Bu örnek bize Marksist düşüncede çok fazla inanılan alt yapının üst yapıyı belirlediği, toplumsal ilişkilerdeki değişimin esasen üretim ilişkilerindeki değişimden kaynaklandığı yolundaki düşüncenin sorgulanması gerektiğini gösterir. Bizim buradaki örneğimiz, bu düşüncenin tam aksine, ortaçağ Avrupası’nın bu görece özgür toplumsal yapısının teknik atılımlar için gerekli uygun zemini oluşturduğunu göstermektedir.
Örnekler bize toplumların baskı altında veya görece özgür bir toplumda yaşamalarının esas belirleyicisinin, teknolojinin gelişmesinden veya durgunlaşmasından bağımsız olarak, toplumsal ilişkiler ve politik yapılar (merkezi mi yoksa yerel politik yapılar mı) olduğuna yönelik epeyce bir malzeme sağlar. Teknolojinin burada bir rolü varsa bu rolü varsa eğer, bu rol, teknolojinin verili bir toplumsal ve politik alanda hem bir baskı aracı olarak hem de özgürlükçü bir toplum ütopyasını mümkün kılmanın bir aracı olarak kullanılabilmesidir. Bu tarihsel bilginin ışığı altında bakarsak, ekolojik krizin nedeni olarak görülmesine rağmen aslında teknolojinin ekolojik bir toplumun yaratılmasının maddi temelini de oluşturabileceğini görebiliriz. Ekolojik bir toplum kurma veya barbarlık seçeneğiyle karşıya gelmekte olduğumuz bir tarihsel kırılma noktasında, bu hiç de elimizin tersiyle itebileceğimiz bir olanak değildir.
Bir maddi olanak olarak teknoloji, yalnızca çevreyi tahrip etme değil aynı zamanda onu onarma kapasitesine de sahiptir. Teknolojinin kullanımı ve geliştirilmesi ise, içinde yer aldığı toplumsal ilişkilere bağlı olarak, doğadan zorunlu olarak yabancılaşmaya da neden olmaz. Tam aksine, doğa ve toplum arasında ahenkli bir bütünlüğün sağlanmasını da mümkün kılabilir. Günümüzden yaklaşık onbin yıl önce buzul devrinin (jeologlar Pleistosen, arkeologlar Paleolitik Çağ diye adlandırırlar) ardından gelen Neolitik Çağ, insanlığa tarım becerilerini, dokumacılığı, çömlekçiliği, hayvanların evcilleştirilmesini, tekerleğin keşfini ve daha birçok önemli ilerlemeyi sağlayan teknolojik bir devrim dönemiydi ve insanlık ile doğa arasında da ahenkli bir dönem yaratmıştı[4]. İnsanlık yiyecek toplayıcı ve avcı olarak doğada asalak halinde yaşarken bu teknolojik araçlar vasıtasıyla doğa ile etkin bir işbirliği içine girebildi. Bu da onun daha kararlı ve geleceği planlanabilir bir yaşam sürebilmesinin yolunu açtı.
19. yüzyıldan geçen yüzyılın ortalarına kadar, maddi üretimin henüz bütün insanların ihtiyacını karşılayabilmekten uzak olduğu dönemlerde, doğaya teknolojinin zoruyla boyun eğdirilerek insanlığın refahının sağlanması neredeyse bütün politik görüşlerin (liberallerin, Marksistlerin ve anarşistlerin) üzerinde ortaklaştıkları “ütopya”ydı -muhtemelen yalnızca uygarlık karşıtı, doğasever romantiklerin karşı olduğu bir “ütopya”. Sosyalistler bütün insanların maddi ihtiyaçlarının karşılanmasını özgürlüğün gerçekleşmesinin bir önkoşulu olarak gördüler. Bugün bildiğimiz kapsamı ve derinliğiyle ekoloji, az sayıdaki sanayi kentinde görünebilir kirlenme dışında herhangi bir olgusal belirtinin fazlaca ortada olmaması nedeniyle, öncelikli birtoplumsal sorun olarak öngörülemezdi. Thames nehrinin sanayi atıklarıyla simsiyah aktığı, çocuk ve ergin işçilerin içine tıkıştırıldıkları pislik içindeki fabrikaların ve konutların olduğu, kapitalist dünyanın sanayi ve finans kalbi Londra için bu türden kimi çevre sorunlarına işaret edilmişse de, maddi bir kıtlık çağınındüşünürleri, sanatçıları ve yazarları için bu konular esasen eşitlik sorunu etrafında düşünülmüştür[5]. Ekolojinin tarihsel bir toplumsal sorun haline gelmesi ancak çok daha yakın dönemlerde gerçekleşmiştir.
İşte bu “ütopya” nedeniyle Marx, üretici güçlerin ileri bir “aşaması” olan kapitalizmi tarihsel açıdan “zorunlu” görmüştü. Kapitalizm rekabet halindeki girişimcilerin birbirlerine avantaj sağlamak için daha ileri teknolojiler kullanmalarını zorunlu kılıyor, bu ise kapitalizmin eşitlikçi bir dünyanın oluşmasının önündeki engelleri temizlemesine neden oluyordu.
Sınai kalkınma, ister kapitalist ister reel “sosyalist” isterse faşist dünyada olsun, ilerlemenin hiç sorgulanmayan bir şiarı olabildi. Ekonomik sistemin “serbest” piyasa, merkezi planlama, sosyal-demokrat refah devleti veya askeri-sınai kompleks olması bu durumu değiştirmedi. Sovyetler Birliği koca bir fabrikaya dönüştü; şirketler, partiler ve sendikalar aralarındaki çıkar çatışması ne olursa olsun ulusal sanayinin gelişmesinin ve genişlemesinin ortak çıkarları olduğu konusunda hemfikirdiler. Ortak ideoloji kalkınma oldu. Ekolojik krizin örtük bir halden gündelik gerçekliğe dönüştüğü bugün bile kalkınma sözcüğü politikacıların (örneğin Adalet ve Kalkınma Partisi ve amblemi olan ampulü düşünün) halka seslenirken kullandıkları, derinlerde yatan bir vaat duygusunu hala içinde barındırabilmektedir.
Çözümü gerçekten zor bir “paradoks”la karşı karşıya olduğumuzu düşünebiliriz. Ekolojik düşüncenin –politik olsun veya olmasın– büyük bir bölümü de zaten bu “parodoks” karşısında alınan farklı, ama çoğu da öyle ya da böyle tutarsız olan tutumlarla birbirlerinden ayrılmaktadır. İster reel “sosyalist” ister kapitalist dünyadaki biçimiyle olsun, eğer bütün sanayileşme çabaları sonunda geldiğimiz nokta ekolojik kriz ise; ya bütün insanların maddi refahını sağlamaya yönelik bu çabadan vazgeçmeliyiz ya da ekolojik krize razı olmalıyız sonucuna kolaylıkla varabiliriz. Aynı mantık bizi, ekolojik krizin gerçekleşmesi gezegenin sonu olacağına göre bu durumda kalkınmaktan vazgeçmek zorundayız noktasına da getirecektir. Bu da ancak, ya Buzul Çağına (Pleistosen’e) geri dönme isteğindeki bir uygarlık ve teknoloji karşıtı bir ilkelci olmakla, ya gezegenin “taşıma kapasite”sinin üzerine çıkan bir nüfusun azaltılması talebiyle en iyisinden Yeni-Malthusçu en kötüsünden “ekolojik” bir diktatör olmakla, ya insanların aşırı tüketimlerinin sona ermesi gerektiğini söyleyen bir maneviyatçı olmakla ya da maddi refah bütün insanlar için mümkün olamayacağına göre serbest piyasayı meşru gören “ekolojik” bir liberal olmakla mümkündür.[6]
Bütün bu gerici “ekolojiler” üzerinde tek tek durmak oldukça uzun bir tartışma gerektirir. Biz bu tartışmaya girerek dikkatimizi dağıtmadan, bütün insanların özgür ve demokratik bir toplumda yaşamaları için gerekli olan maddi imkana ekolojik parametrelerle uyumlu olacak biçimde de nasıl erişilebileceği, farklı türden gelişmenin nasıl olabileceği üzerinde duralım. Bu nedenle kalkınma “paradoksuna” geri dönüp üzerinde biraz daha dikkatlice düşünelim:
Teknoloji ve Kıtlık-Sonrası
Öncelikle 2. Dünya Savaşı sonrası Batı ülkelerinde açık biçimde görülmeye başlandığı üzere bir kıtlık-sonrası dünyada yaşadığımızı belirtmemiz gerekiyor. Bunun anlamı kapitalist rekabet koşulları altında gerçekleşmiş olsa dahi, teknolojinin bugün ulaşmış olduğu olağanüstü üretim seviyesinin halihazırda bütün insanların temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir maddi bolluk imkanı yaratmış olmasıdır. Bu maddi bolluk imkanının politik ve ekonomik eşitsizliğin ve kültürel gericiliğin (kapitalizmin yalnızca ekonomik bir sistemden ziyade yaşamın kültürel belirleyeni haline de gelmesi) tepede olduğu bir noktada gerçekleşmesi elbette tarihsel bir ironidir ama demokratik ve ekolojik bir toplum vizyonu oluştururken bu imkanı mutlaka göz önünde bulundurulmalıyız.
Kapitalizmin reklamlar aracılığıyla ve toplumsal eşitsizlik ve rekabet üzerine kurulu kültürüyle ideolojik bir kıtlık duygusu yarattığı doğrudur. Televizyondan ve diğer medyadan üzerimize bombardıman edilen tüketim “kültürü”nün bizde yarattığı eksiklik duygusu ile sahip olmadığımız herhangi bir şey için kendimizi kötü hissediyoruz. Çocuklarımız dahi sınıflarında birbirlerine sahip olunan şeylere göre değer biçiyorlar. Bu durum öyle bir noktaya varmıştır ki, artık bu ideolojik örtüyü delip gerçek ihtiyaçlarımızın neler olduğunu dahi belirleyemeyecek bir şaşkınlık ve sersemlik içerisindeyiz.
O halde bütün bu gıda “kıtlığı”, hammadde ve enerji “kıtlığı” çığırtkanlığının ortasında bu ideolojik perdeyi ortadan kaldırmamız ve kar uğruna yalnızca gerçek ihtiyaçlarımızı değil bütün bu ıvır-zıvırları da üretebilen bu kapitalist sistemin kendisinin bu “kıtlığın” gerçek nedeni olduğunu tespit etmemiz gerekiyor. Yalnızca merkezi finans merkezlerine ve merkezi yönetimlere sahip değiliz, merkezi enerji üretiminin ve bu enerjiyi bir uçtan diğerine – müthiş enerji kayıpları ile – kanser gibi yayılmış kentsel alanlara ileten nakil hatlarına da sahibiz. Ekonomimiz ve tezgahlanmış taşıma sistemimiz bizi hergün şehrin bir ucundan diğerine özel arabalarla gidip gelmemize, yaşam enerjimizi trafiğin hayhuyu içinde tüketmemize neden oluyor. Merkezi kapitalist ülkelerde insanların yüzde seksenden fazlası artık üretim sektöründe değil, devasa şirket ve devlet bürokrasilerinde, ordu, polis ve hızla genişleyen güvenlik sektörü gibi hizmet alanlarında istihdam edilmektedir. Dünyanın bütün vır-zıvırının üretimi ise insan emeğinin ucuz olduğu Asya ve Pasifik ülkelerine kaymış ve bunlar hergün uçak ve gemilerle dünyanın bir ucundan diğerine taşınmaktadır.
Büyük şirketler için büyük karlar sağlamasına rağmen gerçekte müthiş bir enerji ve insan emeği harcayan, ekolojik kriz yaratan bu sistem varlığını hala sürdürülebiliyorsa bu onun herhangi bir rasyonellikte taban bulmasında değil bu olağanüstü verimsizliğini dahi tolere edebilen müthiş bir bilimsel ve teknolojik tabana dayanmasından kaynaklanmaktadır. Tüm bu ıvır-zıvır üretimi ve gereksiz hizmet ekonomisi bir toplumsal devrimle alt edildiğinde hem maddi hem de serbest zaman açısından bir bolluğa sahip olabileceğiz. Bu ise ekolojik bir toplumu kurmak için gerekli temel donanımı zaten sağlamış olacaktır.
Teknoloji, Üretim ve Ekolojik Ölçek
Daha fazla devam etmeden önce, özgür, eşitlikçi ve demokratik bir ekolojik toplum vizyonu için gerekli bir parametre olan ekolojik ölçek üzerinde de düşünmemiz gerekmektedir. Varolan ekonomiyi, toplumsal ve tarihsel ilişkileri ve yürürlükteki merkeziyetçi politikaları göz önüne almayan veya doğru okuyamayan bir ekolojik bakış nasıl düşüneceği ve mücadele edeceğini belirleyemez. Aynı şekilde ekolojik ölçeği göz önüne almayan bir ekolojik politika da demokratik bir ekolojik toplumda doğrudan yüz-yüze demokrasinin nasıl gerçekleştirileceği, enerji ve ihtiyaç üretiminin nasıl yapılacağı konusunda aydınlanmış bir fikre sahip olamaz. Kapitalizmin küresel ekonomisinin büyük ölçüde kendine yeterli yerel ekonomileri boğmasının, kentsel alanların kanserojen genişlemesinin, devletlerin ve devlet-üstü kurumların sıradan yurttaşların ulaşamayacağı devasa bürokrasiler ve politik karar alma mekanizmaları oluşturmasının ve tüm bunların gezegenin evrimsel sürecinin temellerini ortadan kaldıracak bir ekolojik krizine yol açmasının bize gösterdiği gibi, bu ekolojik ve politik ölçek desantralizasyondur. Bir şeyin yerel veya küçük olması onu kendiliğindenekolojik veya demokratik yapmaz. Ama politik yapısı tabana, yerel yönetimlere (ve bunların bölgesel, ulusal ve daha geniş konfederasyonlarına) dayalı olmayan, planlama ve finansman gibi ekonomik kararları bu yerel birimlerde almayan ve bölgesel veya daha geniş eşgüdüm gerektiğinde bunları kendi konfederasyonu ile yürütmeyen, bu kararlara dayalı enerji/ihtiyaç üretimini ve dağıtımını büyük ölçüde yerel olarak gerçekleştirilmeyen herhangi bir toplum vizyonu da, “ekolojik” olsun veya olmasın, artık bu gezegende taşınamaz ve sürdürülemez.[7]
Marx’ın ve Marksistlerin merkeziyetçi kurumların ve karar alma mekanizmalarının yarattığı hiyerarşi, tahakküm ve bürokrasileri çözememelerin ardında yatan gizem, dünyanın dört bir köşe bucağını yalnızca finans kapitalin ekonomisiyle değil yozlaştırıcı ve yabancılaştırıcı kültürüyle de aynılaştıran kapitalizmin doğasında varolan şey, teknolojiyi bir kontrol ve boyun eğdirme aracı olarak kullanırken ve maddi refah yolunda kalkınmayı formüle ederken dayandığı şey hep bu merkeziyetçi ölçektir.[8]
Dolayısı ile bir yandan ekolojik krizi ortadan kaldırırken diğer taraftan bütün insanların temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek, kent ve kırın bir harmonizasyon içinde varolmasını sağlarken insanlığın daha özgürlükçü bir dünyaya doğru evrilmesini de mümkün kılacak bir ekolojik toplum vizyonu işte bu ekolojik ölçeğe göre yeniden kurulmak zorundadır. Teknoloji, kalkınma, ekonomi, üretim ve tüketim ve yönetim gibi kavramlar bu çerçeve içinde tartışıldığında gerçek ağırlıklarına kavuşacaklardır.
Tarihte bugünkü anlayışımız ile ekolojik dediğimiz bir kent ölçeği vizyonuna sahip olarak yüz-yüze demokrasinin doğuşuna tanıklık eden Atina polisi bunun maddi altyapısını köleler ve evde kadın emeği ile sağladı. Bugün elimizde bulunan ileri teknoloji sayesinde insanlıktan çıkarıcı rutin işleri makinelere yaptırabiliriz ve böylece yüz-yüze demokrasiyi bütün insanlar için mümkün kılacak bir boş zaman yaratabiliriz. O zaman yönetimsel ve politik kararlar, yalnızca elitlere ve profesyonellere değil bütün yurttaşlara ait olacaktır. Kapitalizmin rekabete dayalı kar amacı için değil ortaya çıkan gerçek ihtiyaçlar doğrultusunda yerel yönetimlerde karara bağlanan üretimi gerçekleştirmek için kullanılacak olan ekoteknolojiler de zaten bu ölçekte bir üretim yapmak üzere tasarlanmış olacaklardır.
Bu aynı zamanda hangi teknolojinin ekolojik yönelimli olup olmadığının da belirleyicisi bir ölçü olacaktır. Rüzgar enerjisinin ulusal enerji şebekesine aktarılmasıyla müthiş bir kar yaratması beklenen büyük şirketlerin rüzgar türbini tarlalarının çevreyi kirletmedikleri ve ekolojik oldukları iddia edilebilir ve bu şirketlerin halkla ilişkiler müdürleri ve kimi çevreciler bunu iddia ediyorlar da. Ama bu enerjinin hangi ihtiyaçlar için kullanıldığı, enerji veriminin ne olduğu, bu kadar türbinin yapılması için ne kadar hammadde gerektiği ve bunların dünyanın hangi bir ucundan getirildiği, bu türbinlerin üzerine kurulduğu tarım arazilerinin kullanılamaz hale gelmesinin sonuçlarıyla ilgili sorular sorabiliriz ve bu sorulara alacağımız cevaplar bizim ölçeğimizin neden bir kriter oluşturduğunun anlaşılmasını sağlayacaktır.
Belki birkaç rüzgar türbininin sağlayacağı mütevazi bir enerjiyle yerel bir bölge dışarıya bağımlı kalmadan kendi enerji ihtiyacını sağlayabilecektir. Bazen bu sizin yerelinizin özelliği nedeniyle hiç mümkün de olmayabilir, örneğin rüzgar türbininden enerji sağlayabilecek bir rüzgar potansiyeline sahip olamayabilirsiniz. Bu durumda aynı bölge konfederasyonuna bağlı olduğunuz bir yerel bölgeden bu ihtiyacınızı karşılamak zorunda kalabilirsiniz ama hiçbir şekilde Trakya’da oturup da Keban’dan veya Avrupa’da oturup da Afrika’daki devasa güneş panelleri tarlalarından enerji ihtiyacınızı karşılamanız gerekmeyecektir. Burada hangi teknolojinin kullanıldığı genellikle bunların hangi perspektifle kullanıldığından daha az önemli olacaktır.
Aynı şekilde küçük olmasına rağmen kendine özgü bir flora ve faunası olan vadileri katledecek mini Hidro Elektrik Santralleri’nden elde edilen enerjinin -önce ulusal enerji nakil hatlarına vermeyecek olsanız dahi- yerel ihtiyaç için de kullanılmaması gerektiği açıktır. Görüldüğü üzere sadece yerel üretime dayalı bir ölçek ekolojik bir üretim için her zaman yeterli olmayabilir, bu durumda diğer ekolojik ve politik parametreleri de göz önünde bulundurarak bir karara varmamız gerekecektir. Ama herşeyden önce gözetmemiz gereken şey doğrudan demokrasinin işlemesinin garanti altına alınmasıdır: Yerel bölgelerin herbiri kendilerine özgü farklı politik ve ekolojik parametrelere sahip olabilirler, ama herhangi bir konudaki karar o yerelde oturan ve bu karardan doğrudan doğruya etkilenecek insanlar tarafından alındığı sürece doğrudan demokrasinin işlemesi mümkün olabilecektir.
Bu kararların sonucu her zaman ekolojik, ekonomik veya politik açıdan doğru olmayabilir. Bazen yerel olarak aldığınız böyle bir karar sadece sizi değil bölgenizdeki başka bir yereli de ilgilendirebilir, etkileyebilir ve çeşitli uzlaşmazlıklara yol açabilir. Örneğin yerelinizde enerji üretimi için başka imkanınız olmadığından ve bu enerjiyi de dışarıdan temin etmek istemediğinizden kömür kullanmak isteyebilirsiniz. Bu belki kendi yereliniz için ekonomik olabilir ama sadece sizin için değil bölgenizdeki diğer yerellikler için de sağlığı tehdit eden enerji tercihi olacaktır. Bu durumda sorunun bu yerelliklerin bağlı olduğu bölge konfederasyonu tarafından çözülmesi gerekecektir. Böylece yerel yönetimler ölçeğinde doğrudan demokrasinin işlemesiyle alınmış olsa da ekolojik açıdan yanlış olan bir kararın uygulanması engellenebilecektir. Hatta, bu örneğimizi uçlaştıracak olursak, bu yerellerin bağlı olduğu bölge konfederasyonu bölgenin tamamında enerji üretimi için kömürü seçmiş olabilir. Bu durumda ise bölgelerin bağlı olduğu bir üst konfederasyon bu sorunu çözmek için devreye girecektir.
Ekolojik ölçeğe ilişkin bu faslı kapatmadan önce, bu ölçeğin yalnızca ekolojik değil aynı zamanda politika, ekonomi ve insanca yaşanabilir bir alan için de bir ölçek oluşturduğunu bir kez daha önemle belirtmek isterim.
Teknolojinin bu ölçeği göz önünde tutan biçimi olan ekoteknojilerin de böylesi bir ekolojik toplumu mümkün kılacak bir maddi altyapıyı sağlaması nedeniyle çok önemli olduğunu da tekrar belirtmek isterim.
Teknoloji kavramı etrafında yaptığımız bu antropolojik, tarihsel, politik ve ekolojik kısa incelemenin bizi onun potansiyellerini daha iyi görülmesini sağlamış olduğunu umuyorum. Bu potansiyel, bir kez daha vurgulanması gerekirse, var olduğu toplumsal bağlama bağlıdır. Bizimki gibi merkezi ve bürokratik bir toplumda, kar amacı etrafında güdülenmiş bir ekonomik sistemde teknoloji kontrol altına alıcı, baskıcı ve hatta ölümcül olabilecekken, ekolojik bir toplumda yaşamı kolaylaştırıcı ve özgürleştirici olacaktır. Teknolojinin bu pozitif potansiyeli kapitalizmin onun güdümüne girdiği bir dönemde dahi bir bolluk yaratabilmesiyle, kıtlığın tarihsel olarak ortadan kaldırılmasıyla gerçeğe dönüşmüştür. Kapitalist toplum, şu anki ekonomik sistemin varoluşunu gereksiz kılacak bu bolluğu gözlerden kaçırabilmek için ekonomistleri, politikacıları ve medyası ile daimi bir uğraş vermek zorundadır. Bu bolluğu savaş aygıtlarına, uzay teknolojilerine, reklamlar aracılığla yaratılmış “gereksinimlere” ve hatta “yeşil” yatırımlara aktarmak zorundadır. Bu mistifikasyon ne yazık ki bu hiyerarşik, bürokratik ve kapitalist toplumu değiştirme amacı taşıyan radikal insanların da büyük kısmının gözlerini bağlayabilmekte ve krizin nedenlerini teknolojinin, bir kapitalizm ve merkeziyetçi yönetim eleştirisi olmaksızın sanayileşmenin ve kalkınmanın kendisinde arayabilmektedirler.
[1] Biyosfer: Dünyada canlıların yaşadığı 16-20 km tabaka; “canlı küre” de denir. Yeryüzünün hava, toprak, kaya ve su içeren, içinde yaşam bulunan, biyotik (biyota=fauna+flora) dönüşümler ve çevrimler gerçekleşen bölümüdür.
[2] Yeryüzünün ve Atmosferin bugüne kadarki doğal evrimine ilişkin bir referans olarak bkz. James C.G. Walker, Yerin Tarihi, Nar Yay., Ekim 1996, İstanbul. Biyosfer için ise aynı kitabın 11. Bölümü’ne bakınız.
[3] Tarihsel dönemlerde teknolojinin algılanışındaki farklılıklar ile teknolojinin toplumsal bağlamı için bkz. Murray Bookchin, Özgürlüğün Ekolojisi (Bölüm IX ve Bölüm X), Ayrıntı Yay., Kasım 1994. Teknolojinin toplumsal bağlamına ilişkin tartışmada bu yazıda verilen tarihsel örnekler de kitabın aynı bölümlerinden alınmıştır.
[4] Neolitik Dönem’de bahsettiğimiz teknolojik devrim sonucunda oluşan doğa ile ahenkli bir ilişki konusunda arkeolojik bir referans olarak bkz. Gordon Childe, Tarihte Neler Oldu (Bölüm III), Alan Yay.
[5] Bu türden ilk örnekler Friedrich Engels’in “Anti-Dühring” ve “Konut Sorunu” gibi yapıtlarında ve ve Charles Dickens’ın romanlarında görülebilir. Bir sosyalist olan William Morris’in sanatçı duyarlılığının ise eşitlik kavramının ötesine geçerek insan ve doğanın harmonizasyon içinde olduğu ekolojik bir toplumu düşleyebildiğini belirtmemiz gerekiyor. “Hiçbir Yerden Haberler” isimli ütopyasını bu gözle okuyabiliriz. Bu duyarlılığın büyük bir kısmı endüstriyel dönem öncesi ortaçağ toplumunun kır ve kent ilişkisi ile zanaatçı dünyasından esinlenmiştir. Ortaçağ’ın dengeli kent ve kır ilişkisi ile zanaatçı dünyasından esinlenen ekolojik bir duyarlılık ve ayrıntılı bir gelecek vizyonu Peter Kropotkin’in eserlerinde daha kapsamlı ve bütünlüklü bir şekilde ortaya çıkar. “Karşılıklı Yardımlaşma” içindeki bazı bölümlere, “Ekmeğin Fethi” ve “Fabrikalar, Tarlalar ve İşlikler” isimli eserlerine bkz. Bu son eser aynı zamanda bugün adına ekoteknolojiler dediğimiz düşüncelerin de öncüsü olma niteliğine sahiptir.
[6] Burada yeri gelmişken şunu belirtmek zorundayız ki: Bu ilkelcilere, Yeni-Malthusçulara, maneviyatçılara ve liberallere bir de insanı doğayı tahrip eden veya tahrip etmeye programlanmış bir tür olarak gören ve onu bu ayrıcalıklı konumundan alıp diğer “türlerin seviyesine” indiren insansevmezcileri ve derin ekolojistleri eklediğimizde tepkisel “ekolojik düşüncenin” geniş bir paranomasını çıkarmış oluruz.
[7] Bu konuda Türkçe bir kaynak olarak benim şu makaleme bkz. “Özgürlükçü Yerel Yönetimler”, Toplumsal Ekoloji Dergisi, Mart 2000.
[8] Anarşistlerin devlet ve merkeziyetçilik karşıtı olmaları ise ,büyük çoğunluğunun aynı zamanda yerel olsun olmasın her türlü kuruma karşı olmaları nedeniyle kalıcı olarak nasıl örgütlenecekleri ve demokrasiyi nasıl gerçekleştirecekleri sorusunu açık bırakmaktadır.
Not : Yazı ilk olarak 2012 yılında https://komunalizm.wordpress.com sitesinde yayınlanmıştır. Sezgin Ata, Bookchin’in Türkçe’ye kazandırılmasında önemli isimlerden biridir.