“Sosyalistler Ekonomik Bir Mücadele Programını Çok Daha Etkin Bir Biçimde Sahaya Yansıtabilirlerse Bu Çok Etkili Sonuçlar Yaratacaktır.”

84 views
35 mins read
84 views
35 mins read

Mert Büyükkarabacak

El Yazmaları’nın Notu: Uzun bir süredir tartışılan Evrensel Temel Gelir uygulaması hakkındaki tartışmalara katkı sağlamak amacıyla karsimahalle.org yazarı Mert Büyükkarabacak ile gerçekleştirdiğimiz röportajı siz değerli okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.

El Yazmaları

Evrensel Temel Gelir (ETG) uygulaması ne anlama geliyor? Ne gibi uygulama örnekleri var? 

Öncelikle nazik davetiniz için teşekkür ederim. El Yazmaları ilgiyle takip ettiğim, çok yararlandığım bir mecra. Arkasındaki büyük emek için sizlere teşekkür etmek isterim.

Evrensel Temel Gelir, her vatandaşa belli bir miktar ödeneği hiçbir şart ve koşul olmaksızın, gelir sahibi olup olmama durumuna bakmaksızın garanti etmeye dair bir önerme. Dünyada oldukça kapsamlı bir örgütlenmeye dayanıyor ve çerçevesi de son derece detaylandırılmış bir durumda. Ancak bizim kendi politik ihtiyaçlarımızdan ve kendi koşullarımızdan yola çıkarak yeniden şekillendirmemize de açık bir politik talep.

ETG’yi küresel ölçekte şekillenmiş bir içeriğe eklemlenme zorunluluğu olarak ele almamıza gerek yok. Bizim açımızdan esas olan gelire ulaşma hakkının istihdam ile olan ilişkisini sorgulamak olmalı.

Kapitalizmin toplumsal gelirden pay ve geleceği güvence altına alma mekanizmalarının tamamı istihdam koşuluna bağlı ancak küresel bir eğilim olarak istihdam olanakları hiç durmadan azalıyor. Kırsal üretimin istihdam yaratma olanaklarının azalması, küçük köylülük üretiminin ve otarşinin yok olması neredeyse tüm insanları proleterleşmenin ve toplumsal meta üretiminin kapsamına sokuyor.

Başkalarının kullanımı için meta üreten insanların büyük bir toplumsal sürecin parçaları olduğu gerçeği düşünüldüğünde bu insanların gelire ulaşma haklarının istihdam koşuluna bağlanmasının hele de sürecin sekteye uğraması durumunda gelire ulaşamaz hale gelmesinin sürdürülebilir bir durum olmadığı açık. Kırsal ve aileye bağlı güvenceler azaldıkça emekçiler çalışma gelirine çok daha fazla bağımlı hale geliyorlar. Ancak otomasyon ve endüstrisizleşme istihdam olanaklarını giderek kısıtlıyor ya da yeni yaratılan işler genelde kısmi zamanlı ve düşük gelirli. Özellikle yeni istihdam olanaklarının daha yoğun biçimde yaratıldığı hizmet sektöründe kısmi zamanlı ve düşük gelirli işler çok daha fazla. Kısacası işin yapısında ortaya çıkan köklü değişim gelire ulaşma hakkının çalışmaya bağımlı olmasının aşılmasını gerektiriyor.

Neoliberalizmin kitleleri yönetmek için kullandığı en etkin kaldıraçlardan birisinin güvencesizlik olması da gelir güvencesi için mücadele etmenin ne kadar verimli bir araç olabileceğini gösteriyor. Güvencesizlik işçi sınıfının sınıfsal davranış geliştirebilmesini de son derece zorlaştırıyor. Gelirin sürekliliğine bağımlılık, ilk bakışta düşündürdüğünün aksine örgütlülüğü ve sermayeye karşı tutum almayı da zorlaştırıyor. Güvencesizliğin olumsuz etkilerinin pandemi gibi koşullarda kendisini çok daha belirgin biçimlerde ortaya koyması ETG’yi sadece Türkiye’de değil dünyanın birçok ülkesinde gündeme getirdi. Council on Foreign Relations tarafından çıkarılan Foreign Affairs dergisinin son sayısında bile ETG ile ilgili bir yazı var.

ETG’nin şimdiye kadar kimi pilot uygulamaları var. Hindistan’da, Nijerya’da, Kanada’da, Finlandiya’da ve daha başka yerlerde. Bunlardan çıkarılan sonuçlar ne kadar genellenebilir emin değilim. Çünkü çoğu bölgesel denemeler ve sınırlı sayıda insanı kapsıyor. ABD’de Alaska’da yaşamayı teşvik etmek amacıyla bölgenin hidrokarbon kaynaklarından elde edilen gelirin eyalette yaşayanlara kısmen paylaştırıldığı bir fon var. Neoliberallerin düşük gelirlilerin ellerine geçen parayı makul amaçlarla harcayamayacağına dair önyargılı yaklaşımları kırmak için gerekli doneleri sağlıyor ancak gelir güvencesinin ulusal ölçekte uygulanabilirliğinin delillerini sağlamıyor bu pilot çalışmalar. İsviçre’de ETG önermesini reddeden bir referandum yapıldığını da biliyoruz.

Neoliberalizm emekçilerden sermayeye yönelik gelir transferini son 50 yıldır gerçekleştiriyor ve bugün sosyopolitik sonuçlarını çok kapsamlı bir şekilde yaşadığımız derin bir gelir ve servet adaletsizliği içerisindeyiz. Son dönemde yapılan birçok çalışma gelir ve servet dağılımındaki adaletsizliğin neoliberal politik tercihlerin sonucu olduğunu gösteriyor. Her büyük krizde sermayenin zararlarının kamu tarafından üstlenilmesi, neredeyse süreklilik kazanan vergi indirimleri paranın onu en iyi kullanacakların elinde olmasının toplumsal iyi açısından makul olduğunu vazeden neoklasik iktisadın dogmalarından destek buluyor. Gözümüzün önünde ve açıkça gerçekleşen bu soygun, finans kapitale her türlü güvenceyi sağlarken küresel ölçekte emekçilere güvencesizliği dayatmak üzerinden kendisini yeniden üretiyor. O zaman güvencesizliği ortadan kaldıracak bir taktiksel çerçeve için harekete geçmek, bunu hele de işsizliğin neredeyse yüzde 50’lere dayandığı pandeminin belirsizlik koşullarında gerçekleştirmek sosyalistler açısından son derece önemli bir halkayı yakalamak anlamına gelebilir. Kısacası burada gözde bir fikrin Türkiye bayiliğine aday olmaktansa bunu ülke koşullarına uyarlayıp esas olarak sınıfı harekete geçirecek bir mücadele şiarı haline nasıl getirilebilir diye bakmak gerekiyor.

Gelir güvencesi talebi bizleri paradigmatik bir dönüşüme de zorluyor. Bundan 200 yıl önce herkesin oy hakkının olması ne kadar radikal bir fikir olarak karşılanıyor idiyse bugün de çalışma zorunluluğu olmaksızın üretilen toplumsal servetten pay sahibi olma talebi o kadar mesnetsiz görünebilir.

Oysa bu talep, üretimin kişisel ihtiyaçların karşılanması için yapıldığı ve emekçilerin birbirinden kopuk ve izole olduğu bir üretim tarzının dönüşmesinin ve üretimin toplumsal ölçekte metalaşmasının, herkesin birbirinin ihtiyacı olan değerleri üretmesine dönük bir üretim sisteminin ortaya çıkmasının doğal bir sonucudur. “Bunun uygulanması için kaynak nerede?” diye soranlara cevabımız etkin bir servet ve veraset uygulaması olacaktır.

Toplumsal kaynakların Saray’a yakın 7-8 şirkete dağıtılmasına ve bunlara sürekli olarak sağlanan vergi indirimlerine bakıldığında kaynak sorununun bulunmadığı anlaşılacaktır. Bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda dolar milyarderinin dünya nüfusunun yarısından daha fazla servete sahip olduğu koşullarda gelir güvencesinin sağlanması için yeterli kaynağın bulunmadığını iddia etmek gerçekçi değildir.

Dünyanın şu tablosu, dolar milyarderlerinin pandemi koşullarında bile servetlerine servet katması açıkçası herkese gelir güvencesinin sağlandığı bir dünyadan çok daha inanılmaz, anlaşılması mümkün olmayan ve “radikal” bir durumdur. Neoliberal hegemonya altındaki zihinlere bu aşırılığın, herkese gelir güvencesi talebinden çok daha normal ve mâkul görünmesi bu gerçeği kesinlikle değiştirmez.

Türkiye’de devlet ile yurttaş arasındaki ilişki Osmanlı’nın geleneksel devlet-kul ilişkisinden çıkagelmiş. Böyle bir ilişki biçimi ile birlikte düşünüldüğünde ETG uygulamasının bu ilişki çerçevesinde değerlendirecek olursak, bu uygulamanın bahsettiğimiz devlet-kul ilişkisini yeniden üretme tehlikesi yok mu? ETG’nin uygulanması yeni bir anayasal düzenle birlikte düşünülmesi kaçınılmaz değil midir? 

Gelir güvencesinin bir vatandaşlık hakkı olarak uygulandığında toplum-birey ve toplum-sermaye ilişkilerini radikal biçimde dönüştürebileceğini düşünüyorum. Devlet kul ilişkisini sürekli üreten aslında toplum ile devlet arasındaki, alt sınıflar ile egemen sınıflar arasındaki güç dengesidir.

Toplumsal kaynakların keyfi bir biçimde dağıtımı, hak temelli değil de bir lütuf veya ayrıcalık olarak enformel biçimde kaynak transferleri egemen-köle ilişkisini sürekli yeniden üretir. Oysa gelirin bir vatandaşlık hakkı olarak, aynen yaşam hakkında olduğu gibi mutlak ve sorgulanamaz bir koşul olarak kabul edilmesi bu güç dengesini bozar.

Ezilenleri devlet ve egemen sınıflar karşısında güçlendirir. Neoliberalizmin imha etmeye çalıştığı “toplum”u hissedilir bir olgu haline getirir. Patronaj ilişkilerinin devlet ile toplum arasındaki güç asimetrisini yeniden üretebilmesi egemenlerin hak sahiplerinin kim olduğuna dair seçiciliğine bağlı olmasıdır. Bu seçiciliğin bir imkân olarak egemen sınıfların elinden alınması, işsizliğin sosyal maliyetinin işçi bireyin sırtından alınarak toplumsallaştırılması ve giderek emek gücünü bir meta olarak algılanmaktan çıkaracak bir perspektif aslında yeni bir toplumsallık fikrinin, yeni bir sosyalizm mücadelesinin serpileceği bereketli topraklar anlamına geliyor.

Neoliberalizmin kendi kaderine terk ettiği, yaşadığı tüm olumsuzlukları kendi zaaflarının bir sonucu olarak okumaya itilmiş, öfkesini kendisine ya da kendisi gibi olanlara yöneltmeye meyilli bireyini yeni bir toplumsallık fikrine kazandığımız ölçüde kapitalizm karşısında topyekün bir huruç hareketine kalkışabilmemizin daha olanaklı olduğunu düşünüyorum. Neoliberalizmin aldığı yaralara rağmen 2008 sonrasında hala ayakta olması zihinlerde sürdürebildiği hegemonyasına, karşısında güçlü bir toplumsal paradigma ile çıkılamamasına büyük oranda bağlı. Toplumsallaşmış üretimin sonuçlarına toplum olarak el koyma hedefinin bir boyutu da toplumsal ihtiyaçları karşılamak adına üretim sürecinin parçası olan işçilerin toplumsal bir güvence şemsiyesi altına alınmasıdır.

Yalnızca bizim geleneksel ilişki biçimimiz açısından değil, genel bir bakışla soracak olursak… ETG uygulaması beraberinde yurttaşlar üzerinde daha fazla bir denetim ağını gerekli kılıyor ya da daha fazla denetim ve daha fazla bürokrasi üretir gibi görüşler var. Bu görüşlere katılıyor musunuz?

ETG tartışmasının en önemli önceliklerinden birisi de sosyal yardımları hak ettiğine otoriteleri ikna etme zorunluluğunun ortadan kaldırılması hedefi. Ken Loach’ın “I Daniel Blake” filmini hatırlayalım. İşsizlik sigortasından yararlanabilmek için sürekli iş aramak zorunda olmak, ömür boyu eğitim ve gelişim programlarının parçası olmak ve bu konuda kimi koşulları gerçekleştirdiğinize dair çalışma toplumu bürokrasisini sürekli bir şeylere ikna etmeye çalışmak sonunda Blake’in bir kritik toplantı öncesinde kalp krizinden ölmesine kadar varıyordu bu filmde.

Yoksul ve yardıma muhtaç oldukları konusunda devleti ikna etmek zorunluluğu birçok işsiz emekçi açısından utanç verici ve başvurulmaması gereken bir yol. Bu bile gerçekten hak edenlerin başarılı manipülatörler karşısında hakkını alamadığı bir sistemin oluşmasına yol açabilecek bir etken.

Yardımların koşullara bağlanması aslında koşulsuz ve bir vatandaşlık hakkı olmasına göre çok daha geniş ve yetkin bir kontrol ve denetim bürokrasisi yaratıyor. Bu takip sistemi gelişen teknolojik olanaklarla birlikte sosyal yardımlara ulaşabilmek için kişisel özgürlükleri bütünüyle hiçe sayan Orwellci gözetim toplumu uygulamalarına biat etmek ve rıza göstermek sonuçlarına da yol açabilir. Aynen pandemi koşularında olduğu gibi “toplumsal iyiye hizmet etmek” gerekçesiyle kendisine meşruiyet sağlayabilen gözetim toplumu paradigması için bu sahada da kabul görme olanakları mevcut. Oysa hiç ayrımsız ülkede yaşayan herkese belli bir miktar ödemenin sisteme kayıtlı hesaplara aktarılması çok daha kolayca neredeyse 0 bürokrasi ile halledilebilecek bir mesele.

Gelir güvencesinin sadece vatandaşlarla sınırlı kalmayan evrensel bir hak olması, yoksulluğun yönetilmesine dayanan Post-Washington Konsensusu çerçevesinde neoliberal sağ popülist-neofaşist hareketlerin kurdukları patronaj ağları aracılığıyla iktidara gelme ve iktidarlarını koruma olanaklarını da ortadan kaldırabilir. Bu süreci ülkemizden de çok iyi biliyoruz. AKP’nin varoşların 1990’larda giderek belirginlik kazanan ve yıkıcılık emareleri gösteren kent varoşlarının öfkesini kendi sistem içi yükselişinin temel gücü haline getirmesi bunun en iyi örneğidir. Yaratılan kent rantlarının, zengin edilen yandaş şirketlerin bağışları ile büyüyen paralel bütçelerin güvencesiz işçilerin bağlandığı patronaj ağlarını nasıl finanse ettiğini ve bu desteğin Türkiye’de adım adım faşizme ilerleyen süreç açısından ne kadar hayati bir rol oynadığı ortada. Bugün iktidar bloğu kaybettiği belediyeler sonrasında bu ağları finanse etmekte giderek zorlanıyor. Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) gibi kimi yöntemlere ağırlık verilmesi ise kamu maliyesinin nasıl soyulduğunu daha görünür hale getirerek patronaj ilişkilerini sürdürmenin politik maliyetini arttırıyor. Sosyalistlerin antifaşist mücadelesi açısından güvencesiz işçilerle kalıcı bağlar kurabilmek, patronaj ilişkilerinin etkinliğini deşifre etmek ve çökertmek, sol politik alternatiflerle AKP’nin işçi sınıfının güvencesiz kesimleri üzerinde kurduğu hegemonyayı gerçek anlamda çökertmek buradan alınan güçle de üst orta sınıflarla finans kapitalin ittifakına dayanan restorasyoncu demokrasi koalisyonunu ileri itecek ve aşacak bir güç yaratabilmek hayati önemde. Temelinde gelir güvencesi talebi olan mücadelenin ana siyasi hedefi bu olmalıdır. Emekçilerin demokrasiye sırt dönmesi temsili demokrasinin neoliberal sınırlara sıkışması ve toplumsal ölçekte aşağıdan yukarıya büyük çaplı kaynak transferine kayıtsız kalmasıdır. Bugün demokrasi ya ekonomik alana da genişleyecek, emek gücünü bir meta olmaktan çıkaracak uygulamalarla genişleyecek ya da faşist otoriter rejimler karşısında yaşama şansı kalmayacaktır. Güvence mücadelesinin bu açıdan demokrasi mücadelesinin en önemli halkası olduğu görmezden gelinmemelidir. Sosyalistler toplumu siyaset ve ekonomi kompartımanlara ayırarak yaklaşmaktan kesinlikle imtina etmeli bu iki sahanın arasındaki ayrımın kurgusal olduğunu unutmamalı ve iç içe geçmişliği görünür kılacak taktik hamleleri öncelemelidir.

Kitlesel işsizliğin yaşandığı bir dönemdeyiz. Üretim teknolojilerindeki gelişmeler git gide artan oranda bir işsizlik olgusunu doğuruyor ve bu kalıcı bir nitelik taşıyor. Ve bu olgunun üzerine de küresel salgın koşulları geldi. ETG uygulaması bu tabloyu ne şekilde değiştirebilir? 

Türkiye’de örneğin istihdam oranı %45’lerin altına düşmüş durumda ve bu tablo sadece Türkiye ile sınırlı değil. İstihdam kaybının tek gerekçesi otomasyon ve robotlar değil. Genel olarak endüstrisizleşme Asya dışında dünyanın her bölgesinde yaşanan bir olgu. Yukarıda bahsi geçen istihdam ve gelir elde arasında oluşmuş zorunlu bağ bu genel istihdam kaybının politik istikrarsızlıklara ve gelir dağılımında aşırı bozulmaya yol açarak kapitalizmi giderek rızaya dayalı olarak yönetilemez hale getirdiği de ortada. Arap Baharı sonrasında gelişen isyanlar ve buna karşı sermayenin küresel ölçekte desteklediği otoriterleşmeye ve neofaşizme açılan dalga, bu tablonun sonucu.

Toplumun çok geniş kesimlerinin artık nüfus haline geldiği (sevgili Alp Altınörs’ün deyimiyle çöp nüfus), özellikle sanayinin kimi alanlarında 24 saat çalışan ve içinde hiç ışık yanmayan fabrikaların varlığının konuşulduğu bir konjonktürde ETG’nin gündeme gelmemesi mümkün değil.

IMF dâhil sermayenin önemli düşünsel merkezleri ve kimi geleneksel aydınlar bir süredir ETG’yi gündemleştiriyorlar. Bu açıdan altını çizmek gerekir ki ETG neoliberalizmin mimarları Hayek ve Friedman’ın negatif gelir vergisi mefhumları ile fikirsel akrabalığa sahip. Bu açıdan sosyalistlerin çoğu zaman yaptıkları gibi ETG tartışmasının altında bir bit yeniği aramaları gayet doğal. Bu açıdan gelir güvencesi talebini sınıfı güvencesiz ve işsiz kesimleri de kucaklayacak bir çıkışın temel mücadele şiarı olarak ele alanlarla neoliberalizmin aşırılıklarını sürdürebilmenin olanağını yaratma aracı olarak görenler arasındaki farka dikkat çekmek önemli. Neoliberaller negatif gelir vergisini yoksulluğu yönetebilmek ve eş zamanlı olarak da kapitalist merkezlerde sosyal devleti yıkabilmek için bir havuç olarak kullanmak istediler. Ben açıkçası gelir güvencesi talebini 20. yüzyıl başındaki topraksız köylüye toprak talebine benzetiyorum. Tarım toplumlarında gelir güvencesinin koşulu belli bir miktar toprağa sahip olmaktı. Toprak reformu talebi, Rusya’da olduğu gibi sosyal devrimlere giden yolda önemli bir kaldıraç görevi görebildiği gibi (Lenin’in Ekim 1917 öngünlerinde SR’ın toprak reformu programını kabul etmesine referans veriyorum) Fransa’da, Meksika’da, G. Kore’de olduğu gibi burjuva cumhuriyetlere de meşruiyet sağlayan işlevler görebildi. Bu açıdan günümüzde kapitalizmin kriz konjonktüründen çıkamaması bir aşırı üretim/eksik talep döngüsünün sonucuysa ve bu duruma finansallaşma eliyle bulunan çözümlerin limitine ulaşıldıysa ETG’nin IMF-DB-BM-OECD gibi kurumlar tarafından ve Elon Musk gibiler tarafından daha çok duyulacağı anlamına geliyor. Bu tablo gelir güvencesi talebinin sosyalistler açısından etkin bir araç olarak kullanılabilmesinin önünde engel değil. Yeniden paylaşımcı talepler aşağıdan yukarıya hareketler tarafından geliştirildiğinde devrimci sonuçlar yaratabilecekken yukarıdan aşağıya geliştiğinde gerici sonuçlar yaratabilir. ABD’de demokratik sosyalist hareketin toparlanmasında kamusal sağlık talebinin ne kadar merkezi bir rol oynadığı son derece öğretici bir deneyim sunuyor. Ancak ETG gibi bir uygulamanın kapitalizm çerçevesine girebilse bile merkez kapitalist ülkelerle sınırlı kalacağı bizimki gibi yarı-çevre ve çevre ülkelerde devletin elindeki mali olanaklarla burjuvazi açısından rasyonel bir seçenek haline gelemeyeceği de ortada.

Pandemi gelir güvencesi talebinin meşruiyetini büyütüyor ve bizler açısından daha kolay anlatılabilir bir hale getiriyor. Kapitalizmin kar merkezli doğasının canlı yaşamı üzerindeki yıkıcılığı bu dönemde her veçhesiyle ortaya çıkıyor. Sosyalistler ekonomik bir mücadele programını çok daha etkin bir biçimde sahaya yansıtabilirlerse çok etkili sonuçlar yaratacaktır. Bağımsız Maden-İş yürüyüşünde Kâmil Kartal’ın konuşmasının yarattığı heyecan ve Denizli Valisi’ni özür dilemek zorunda bırakan emekçilerin “yaşayamıyoruz” çığlığı bu olanakların işareti olarak okunmalı.

Temel gelir talebi emek ve sermaye arasındaki çelişkiye dair nasıl bir zemine düşüyor? Bu salt kapitalizm sınırları içerisinde bir talep midir?

Yukarıda da bahsettiğim gibi yeniden paylaşımcı ve sosyal dayanışmaya dayalı taleplerin iki yönlü etkileri üzerine düşünmek ve risklerin farkında olmak olanaklara sırt dönmeye gerekçe olmamalı. Bugün esas olan sosyalistlerin öncelikleri ve ideolojik tutarlılıkları değil ekserisi güvencesizleştirilmiş işçi sınıfının öncelikli talepleridir. Sosyalistlerin 2008 krizi sonrasında dahi etkili bir alternatif geliştirememiş olmaları çok önemli politik sonuçlara yol açtı ve objektif olarak sağ popülizme ve neofaşist hareketlere büyük bir alan bıraktı. Pandeminin neoliberalizmin yarattığı güvencesizlik koşullarını katbekat aşan etkileri ortamında dahi ezberini bozmamak, ideolojik ezberlerinin sağladığı konfor alanlarından çıkamamak bana çok sorunlu görünüyor. Elimizde çok etkili bir ekonomi politik önermesi varsa neden örgütlenemiyoruz eğer yoksa yenilerini geliştirmek için neden kendimizi aşacak çabalar geliştirmiyoruz? Sosyalistler sınıf hareketinin kilidini açacak anahtarı bulamazsa son 30 yıllık etkisizliklerini de aşamazlar ve ülkenin giderek yaklaşan kırılma anında da hiçbir belirleyici rol oynayamazlar. Güvence mücadelesini bu kilidi açacak potansiyel bir anahtar olarak görüyorum, nasıl sonuç alacağımızı uğruna büyük bir mücadele ve emek harcamadan görmemiz ise mümkün değil.

Sosyalizmin son kertedeki politik hedefi toplumun insanı ve doğayı güvence altına alacak biçimde örgütlenmesidir, sınıfsal ayrımların aşılması toplumun bu olanağı açığa çıkarmasının koşuludur. Sınıflı varoluş karın yaşama tercih edilmesinin, zorbalığın özgürlüğe galebe çalmasının, güvencesizliğin ve gelecek kaygısının forsaya dönüşmüş emekçinin sırtındaki kırbaç işlevi görmesinin koşuludur. 20. Yüzyıl sosyalizminin katı devletçi modelinin başarısızlığı, bugün 21. yüzyıl sosyalizmini savunanları sosyalizmin kamusal mülkiyet gibi araçlarından ziyade güvence toplumun inşası gibi amaçlarını öne çıkarmayı konjonktürel bir zorunluluk haline getiriyor.

Temel gelir talebi Türkiye gibi yüksek enflasyonlu ekonomilerde ne gibi etkilere yol açar? 

Türkiye’de yüksek enflasyon ara mallarında ve finansmanda dış bağımlılıktan kaynaklanıyor. Gelir güvencesi toplam talepte büyük bir patlama yaratmaz. Sadece emekçilerin temel harcamalarını borçlanmaya dayalı olarak finanse etme zorunluluğunu büyük oranda ortadan kaldırır ve sermayenin borçlandırmayı işçi sınıfını yönetirken bir araç olarak kullanma araçlarını elinden alır.

Çok teşekkür ediyorum ve El Yazmaları’na ufuk açan çalışmalarında başarılar diliyorum. Dostluk ve dayanışmayla.