Vekâlet, velayet, kefalet: Siyasi ilahiyat alaturka!

158 views
36 mins read
158 views
36 mins read
Yazı, gerek dili, gerek seçtiği kavramlar nedeniyle yalnızca islamcıları, müslümanları ya da yerli halkı kastediyor diye okunursa çok eksik kalır. Ben, yazıyı bütün "solcuların/sosyalistlerin" de kendi örgüt parti hayatlarımızla mukayese içinde okumasını öneriyorum. 
"Yerli" kalemden, bürokratizmin, iktidarcılığın, temsili demokrasinin çok başarılı, evrensel bir eleştirisi, bence.

A. Halûk Ünal

Ayşe Çavdar

Ne zamandır aklımın içinde etrafında dolanıp durduğum üç kelimeyle ilgili olacak bu yazı: Vekalet, velayet ve kefalet bu kelimeler. Bu üçü üzerinden otoriterleşme deyip geçtiğimiz şeyin nasıl dilde başlayıp siyasal/müşterek davranışta tezahür eden ve düşündüğümüzden çok daha yaygın bir örüntü olduğunu iddia edeceğim. Mevzuyu da gene tarikat-cemaat ortamlarında çocukluğu ve dolayısıyla ömrü harcanan çocuklara getirip bağlayacağım. 

Ha diyeceksiniz ki Akbelen yanıyor bu mudur derdin? Belki demeyeceksinizdir ama ben diyorum kendime. Akbelen’de olan da, yalnız iki şirket kömür arayabilsin diye bir koca ormanın ve civarındaki 40 köyün içindeki tüm hayatla -hayatiyetin kendisiyle- birlikte jandarma eşliğinde yok edilmesi değil, oraya giden muhalefetin ne yaptığı da bu kelimelerin siyasi hayatımızın en küçük hücresini bile nasıl belirlediğiyle çok ilgili. O yüzden, kendimce tabii, hiç de boş işlerle uğraşmıyorum, sadede gelmeye çalışıyorum aslında. 

Vekâlet

Tam orta yerinden başlayayım mevzuya, azıcık da aldatmacalı olsun. 

Mebus çok güzel kelimeymiş, keşke hiç geçilmeseymiş vekil kelimesine. Öncesi de var tabii sözcük vekilin ama bugünkü siyasi anlamını çok partili sisteme geçişle bulmuş. Bayağı denemeler olmuş ona varana kadar. Mesela 1930’larda bugün bizim milletvekili dediğimiz karakterler için “saylav” kelimesini yerleştirmeye çalışmışlar. “Say” kelimesinden türetilmiş, o da seçmek, saymak, hesaba katmak gibi anlamlara geliyor (1). Seçilmiş kişi demek yani. Bir de “oruntak” kelimesini denemişler, o hiç tutmamış (2). Biri Antep ve Hatay’da kulağına böyle bir kelime çalındığını iddia etmiş galiba. “Orunta” temsil etmek anlamına gelen bir fiilmiş, oradan çıkarmış belli ki, tutturamamış nitekim. Dil öyle bir şey değil. Fakat mebus’la milletvekili de aynı anlama gelmiyor ve ikincisi, ilkinden daha iddialı. Arapça “bs” kökünden türeyen mebus gayet mütevazı bir anlama sahip, gönderilmiş demek. Delege, elçi gibi anlamlarda da kullanılmış kelime daha evvelden. Gönderilen de seçilir elbette, ama bir işi yapmak üzere seçilir. En azından bu kelimenin öyle bir iması var. Her işi yapmak üzere seçilmiyor yani, ona yüklenmiş bir iş var. Kim seçti, niye mebusun yerine vekili, helle milletvekilini koydu, hakikaten ne yaptığını biliyor muydu diye sormadan edemiyorum kendime. Çünkü adı konmuş bir işi yapmak üzere seçilmekle, birine ya da bir topluluğa vekalet etmek bambaşka şeyler. Anlaşılan ulus inşa olundukça soyutlaşmış, soyutlaştıkça yüceleşmiş, ele avuca sığmaz bir hale arz eylemeye başlamış ve öyle olunca da seçilenlerin üzerine bir havalar gelmiş. Böyle düşününce halkın, toplumun, ahalinin başına gelen şey tanrının başına gelene çok benziyor. Başlangıçta dağ, taş, ağaç, çiçek, hatta böcekler, meltem, fırtına, nehir, deniz, okyanus, bulutlar bile tanrıyken insan kendini bir halt zannetmeye başladıkça tanrının nüfuz/tezahür alanı da hayli daralmış. Sonra kendini tanrıya vekil atayanlar onu yeryüzünden koparıp bazen göklere, bazen her yere ve dolayısıyla hiçbir yere gönderivermişler. Onun adına konuştuklarını iddia edenlerin, yanin onun vekillerinin dirliği ve düzeni için böylesi lazım gelmiş çünkü.

Mevzumuza dönelim. Nitekim vekiller bir seçim bölgesinden seçilseler de “millet”i temsil etme yetkisiyle donanıyor ya da böyle bir sorumluluk üstleniyorlar. Hatta sorunları çok daha büyük ve karmaşık olan büyük şehirler, başka yerlerden seçilemeyecek siyasetçileri halka kakalamak üzere kullanılan havuzlara dönüşüyor. 

Tabii vekillerin seçildikleri yerleri temsil etme işini ne kadar yaptıkları, yapmaya değer görüp görmedikleri ayrı mesele. Milletle vekil arasındaki mesafenin nasıl büyüdüğü (yok yok yalnız maaşlardan bahsetmiyorum ama o da bir gösterge elbette) ve bunun vekillik işini neye dönüştürdüğü konusunda seçim sistemlerinden yola çıkarak da bir şeyler söylemek isterdim ama, yapamam. Ayrıca hal-i hazırda bu soyutlamanın ulaştığı derecenin fiili işlevsizlik anlamına geldiğini ortaya koymak için o tarihsel detaya ihtiyacımız da yok zaten. Zira iktidar partilerinden seçilmiş vekiller, aslında ram oldukları tek kişinin iradesini gerçekleştirmek üzere seçildikleri için hükümsüzler. Muhalefetteki vekiller ise aynı irade karşısında mızıldanıyormuş gibi yaparak ona küçüklü büyüklü zaferler kazandığı hissiyatı yaşatmak dışında bir iş yapmıyorlar. Yani (her bir işe yetişmeye çalışan birkaçı hariç) vekil taifesinin o maaşlara ve görünürdeki forsa rağmen işlevleri bundan ibaret.

Hülasa milleti ve vekili yücelterek soyutlama işi sonunda bizi başladığımız yerin bile gerisine götürmüş. Somut insanlardan, topluluklardan oluşan halka, topluma millet; somut dağdan, taştan, ormandan, nehirden ve üzerinde yaşayan topluluklardan, insanlardan, canlardan mürekkep ülkeye vatan demek nasıl bir tür yüceltme yoluyla görünmezleştirme fiiline tekabül ediyorsa; bazı işlerimizi görmek üzere yetki verip ülkenin başkentine gönderdiğimiz insanlara “vekil” demek de aksi yönde, bu defa yücelterek az önce görünmez kılınanın yerini alma kastını içeriyor. Zira “vekil” bayağı ürkütücü bir kelime: “Temsil etmek” ama aynı zamanda “birinin yerine geçmek.” Hele şimdikileri gördükçe benim aklıma sürekli İngilizce’deki “imposter” kelimesi geliyor. Birilerinin kimliğine bürünerek dolandırıcılık edenlere böyle diyorlar. 

Her yerine geçiş, aynı zamanda bir yerinden etmedir. Bunu da yerine geçilenden iyi bilir o yere geçen. Bilmese hiç, “sizin yüzünüzden seçim kaybettik” der mi, diyebilir mi? Bir mebus, yani bir delege, bir yerde yaşayan insanların bazı işlerini halletmek üzere yetkilendirilmiş, önünde sonunda o işi yaptığı ya da yapmadığı için hesap verecek biri böyle bir şey diyemez. Seçimi kaybettiyse böyle bir yetkiye layık görülmemiştir, yani liyakatsizdir zaten. Seçimi kazanması da kimsenin yerine geçtiği anlamına gelmez elbette.

Velayet

Buraya kadar güya “seküler” sulardaydık. Halkı millet yapıp yerine bazı adamları/kadınları geçirdik. Onlar da bulundukları yüce ama zerre miktar işlevi olmayan bir yere yerleştiler. “Ya hu çalışmıyorsunuz, işinizi yapın” dediğimizde, “ama Meclis’in bir işlevi kalmadı ki” diyerek bize ayar veriyorlar hatta. Hiçbir şey yerli yerinde değil yani. İşte o yerinde olmayan şeylerin yerini alan şeylerden bahsetmeye geliyor sıra şimdi. Bunlardan ilki velayet… 

Veli, vali, evliya, velayet, vilayet hepsi aynı kökten (ولاية) geliyor. Bu kökün de birbirini tamamlayan anlamları var. Hem yönetmek hem korumak anlamına geliyor. Nerede biri baba-oğul, abi-kardeş vb benzetmelerle bir durumu anlatsa, “hımmmmm bu (genellikle) adamın, oğul ya da kardeş yerine koyduğu kişi(ler) üzerinde otorite kurma arzusu var” diye düşünmemizi gerektiren bir içerik bu. Üzerinde otorite kurmak, yani onları iradelerinden soyundurmak istiyor. Görünürde şefkat akıyor harflerin arasından ama aynı zamanda “sen kendin hakkında neyin doğru olduğunu bilmezsin, kendi kararlarını veremezsin, kafan çalışmıyor, tecrüben eksik, o yüzden ben ne diyorsam onu yapacaksın” demek oluyor. 

Bunun örneklerinden birini Kemal Kılıçdaroğlu ile Ekrem İmamoğlu arasında görmüştük. Hani hakkındaki meş’um dava görülürken ansızın(!) karar çıkmıştı da, Kılıçdaroğlu Almanya’da yakalanmıştı. Mevzuyu, tıpkı bir babanın, çocuğun okul müdüründen yediği dayağı önemsememesi ama komşular sesini yükselttikten sonra “bari gideyim görevimi yapayım” demesi gibi toparlamaya çalışmış, İmamoğlu’nu alıp Meclis sıralarına bir oğlan çocuğu gibi sesini çıkarmamak üzere oturtmuş ve kürsüden onunla arasında bir baba-oğul ilişkisi olduğunu söylemişti. O zaman bu mevzuyu şu videodaki duruma benzetmiştim. Payitaht Abdülhamit dizisinin 25’inci bölümünden bu video ve bence on yıllardır Türkiye’de siyasetin hangi temelde yapıldığını pek güzel anlatıyor. 

Velayet ilişkisi. Parti başkanları, sendika başkanları, patronlar, dernek, vakıf başkanları vs yalnızca birinci olmak değil, aynı zamanda kutsal olmak, tapınılmak istiyorlar. Dediklerinde ve demediklerinde bir hikmet olduğunu farz edelim, sesimizi kesip oturalım, sokağa çıkın dediklerinde onlar için çıkalım, evde oturun dediklerinde kıçımızı kırıp oturalım. İstedikleri bu. Demek ki, eğer kendi sesimizi duymak, duyurmak istiyorsak önce onların seslerini kesmemiz gerekiyor. 

Bakın işte anlatıyor II. Abdülhamit oğluna: “Mete’nin yaptığını yap.” O ne yapmıştı? Ordusunu eğitip bir babadan doğmak değil ama aynı babayı öldürmek suretiyle kardeş olmuştu askerleriyle. Velayet ilişkisi sert bir ilişki çünkü. İmamoğlu örneğinde de gördüğümüz üzere, reşit olmanız ilişkinin sona erdiği anlamına gelmiyor. Hele bizim memlekette… Keşke o gün, sessizce oturmak üzere götürüldüğü Meclis’te bu sözü duyduğu zaman “Ne münasebet, ne siz babamsınız ne ben sizin oğlunuz, burası Cumhuriyet Halk Partisi ben de bu partinin seçilmiş bir başkanıyım” diyebilseydi. Hâlâ demedi bunu… Neyse… 

Ve fakat bu velayet ilişkisini asıl, sözüm ona “millet” adına halka, onu, bunu, şunu, yakında kim bilir belki nefes almayı yasaklayan idarede görüyoruz. Bizim iyiliğimiz için ormanlarımızı kesiyor, ortak yararımızı gördüğü için nehirlerimizi kurutuyor, ona oy verenler üzerinden kurguladığı bir soyut millet adına hepimizin söğüşlendiği havalimanından bizim hazinemize aktarılacak kira gelirini 20 yıl sonraya erteliyor. Bütün bu ilişki biçiminde onun bedeninde hem cisimleşip hem bir nevi kutsiyet kazanan tuhaf bir velayet ilişkisi var ve bu ilişki halka/evlatlara sürekli kaybettiriyor. Yetmezmiş gibi onları birbirine düşürüyor.

Hiç benzemiyormuş gibi görünse ve şimdiki kabinede pek göze çarpmasa da eskiden vekalet de denilen bakanlıkların orijinal tasarımında da vardı benzer bir ilişki. Sınıf başkanı atar gibi atamıştı bakanları adeta. Bir yandan bir holding patronunun yatırım yaptığı sektörlerdeki temsilcileri ya da bir babanın mülkünün başına işleri görsünler diye gönderdiği oğulları gibiydi bakanlar. Sanıyorum ki yerel seçimi de kazanmayı bekliyor, sonra gene o düzene dönecektir. Onu durduracak kimse görünmüyor ortalıkta zira. O bakanlar bize değil, ona karşı sorumlulardı, şimdikiler de ona karşı sorumlular. Çünkü seçilen o, bakanları/oğulları/sınıf başkanlarını seçen de o. Kimse bize ya da yukarıda bizimle bağlarını nasıl kopardıklarına işaret etmeye çalıştığım vekillerden mürekkep Meclis’e karşı sorumlu değil.

Vekâlette, vekilin, vekâlet ettiklerinin yerine geçmediğinden bahsetmiştim. Bu, yerine geçileni ortadan kaldıran bir ilişki kurgusu. Her yok edici fiilde olduğu gibi bir şekilde yüceltilmedikçe kabullenilemez. O yüzden kendilerini manasızlaşacak kadar yüceltmiş insanlardan oluşuyor o Meclis. Velayet ilişkisi ise, zaten yerine geçilerek yok edilmiş olanın aklını, iradesini yok saymakla mümkün oluyor. Yani mevcut velayet düzenini mümkün kılan şey tam da yüceltilerek arşta buhar kıvamına eriştirilmiş bulunan vekâlet ilişkisi. Fakat bir katman daha kutsallaştırılması, cilalanması lazım. Yo yo, bu velayet ilişkisinin kutsallığı yalnızca süreğenleşen krizlerden, yani her an kıyısında yaşadığımız yok oluş kıvamından gelmiyor. Evet o krizler de gerekli ama bir şey daha var…

Nihayet bütün bu düzenekte çoluğun çocuğun yerinin nereye düştüğüne geliyor sıra… 

Kefalet

Niye bu kadar uzun yol katederek geldim bu kelimeye önce onu diyeyim. Delege ilişkisi vekâlet ilişkisine dönüşmese ve içi midemizi bulandıracak hatta açlıktan kanatacak kadar boşalmasaydı, hepimizin aklının ve iradesinin hem iktidar hem muhalefet tarafından sürekli aşağılanmasından ibaret velayet ilişkisine lüzum kalmazdı. Ama o ilişki de, “şeyh uçmaz, mürit uçurur” misalindeki gibi mesnetsiz olamaz. Her an hesap sorabilecek reşit yurttaşları, veliyi uçuracak müritlere dönüştürmek de lazım. Peki bu nasıl olacak? 

Şeyhler müritlerine, öte dünyada onlara kefil olmayı vaat ederler, kefil oldukları mürit sayısı arttıkça da güçlenirler. Çünkü öte dünyaya dair kefalet, bu dünyada kurulacak ilişki ağlarının bir telmihinden (örtülü mecaz) ibarettir aslında. Zira her bir mürit şeyh üzerinden birbirine de kefil olur. Kefalet enteresan bir müessese. Osmanlı mahalle düzeninin önemli bir parçası, devletin “ismi var cismi yok” bir mahluk olarak resmedilmesinin temeli. Bir zamanlar çok meşhur olan mahalle baskısının da çekirdeği. 

Yeri-yurdu, ölçeği belli, sahici mahalle, hane ve kişi ile devlet arasındaki basamak çünkü. Bir mahalleye, o mahalleden bir kefil bulmadan taşınmanız hiç kolay değil. Mahalleden biri mahalle nezdinde size kefil olacak önce. Böylece, mahalle de devlet nezdindeki kefiliniz olmayı kabullenecek. Herkes birbirinin kefili, yani hem suç ortağı hem polisi. Böyle olunca mahalle sizi, davranışlarınızı gözetleme ve sınırlama yetkisine (evet yetki) sahip. Zira size kefil olmuş bir mahallede yaşıyorsanız, yanlış bir iş yaptığınızda hesabı yalnız size sorulmayacak, mahalleli de mes’ul tutulacak. Yanlış yapanlar çoğaldığında mahallenin kefaletinin değeri düşecek, yani daha sık teftiş edilecek, daha şüpheyle bakılacak orada yaşayanlara. Mahalleli size kefil olmayı bıraktı diyelim, o zaman orada rahat edemeyeceksiniz artık, başka mahalleye de gidemeyeceksiniz (3). 

Ehl-i AKP’nin, veli olarak seçtiği şahsın iktidarını sabit kılmak üzere kutuplaştırma siyasetini içselleştirirken diline doladığı soyut bir “bizim mahalle” vardı. Bir yandan sahiden oturulan mahalleler darma duman olmuştu. Bizzat kendi elleriyle yıkmışlardı o mahalleleri, ani ve hızlı ekonomik zenginleşme sayesinde. Bu yüzden “bizim mahalle” tabiri o dağılma halini toparlayan görünmez ve bu yüzden şiddeti daha bir derinden hissedilen manevi bir vekil gibiydi. “Tamam çıktık Fatih’ten, Eyüp’ten, Üsküdar’dan, kendimize geçmişimizi hatırlamayan mahallelerde bazı mülkler edindik. Amma bu birbirimizi gözetlemeyeceğiz demek değil” anlamı taşıyordu dile değdiği her yerde. Tabii kaymak tabaka için. Malum bundan ibaret değil her şey. Nihayet, bu kaymak tabakanın da çoğu zaman küçümseyerek baktığı ama gene de gücüne güç katsın diye el üstünde tuttuğu tarikatların ne işe yaradığı bahsine geliyoruz şimdi. 

Velinin kefalet ağını genişletiyor, adeta tabana yayıyorlar. Farazi bir hikâyeyle aktarmaya çalışayım. 

Diyelim Anadolu’nun merkeze hayli uzak bir şehrinde kendi çapınızda bir tarikat şeyhi haline geldiniz. Olabilir bu, herkes yapabilir. Sık sık tekrarlanan seçimlerde siyasetçilerle tanıştınız, birkaç küçük hediyecik de aldınız. Mesela vakfınız kamu yararına çalışan vakıf ilan edildi. En azından vergi vermek yerine Allah rızasına para harcamak isteyen birkaç yerel zengin, kim bilir müteahhit bağladınız bu sayede. E bu zenginlerin de devletle şu ya da bu şekilde işleri olacak tabii. Bu işlere de aracılık etmeye başladınız. Vakıfta bir Kur’an Kursu açtınız, kadınlara özel bir mescit de yaptırdınız. Kursun binası değilse bile arsası iktidar belediyesinden. Kadınlara özel mescitte kermesler vs yapılıyor, para üniversite öğrencileri için yaptıracağınız yurda akıyor. Onun arsası da belediyeden. Bütün bu işlemleri yapar ve imtiyazları koparırken cemaatinize, size bu ayrıcalıkları sağlayan nezdinde kefil oluyorsunuz. Bulduğunuz her torpil, devlette bir makama yerleştirdiğiniz her genç, ihale almasına aracı olduğunuz her müridiniz için kefilsiniz. 

Bu, şu anlama geliyor: olur da onlardan biri yanlış yaparsa -ki bu yanlış da ortada yazılı bir hukuk ya da anlaşma olmadığı için gayet değişkendir- cezalandırılan yalnız yanlışı yapan kişi olmayacak. Siz ve geriye kalan müritleriniz de cezalandırılacak. Ayrıca, o kişiyi cezalandırma hakkına da sahipsiniz. Çünkü bunu yapmazsanız artık torpiliniz işlemeyecek, cemaatiniz adına imtiyaz alamayacaksınız. Hatta çok büyük bir meseleyse söz konusu “yanlış,” belki de takibata uğrayacaksınız göstermelik başka bir sebeple. 

Peki bu niye lazım? Yani durup dururken bir topluluk böyle bir ilişkiye niye girsin? 

Bilinen, herkesin denediği yollardan zenginliğe ve güce ulaşmak çok zor olduğu, zaman aldığı ya da o yollara erişim de başka yollarla yine birer ayrıcalığa dönüştüğü için. 

Bir yerde bu kefalet ilişkisinin güçlendiğini ve yaygınlaştığını hissediyorsanız şundan emin olabilirsiniz. Böyle bir yerde hukuk işlemiyordur. Kimse kimseye bu özel ve gayet gayrı-hukuki kefalet ilişkileri dışında güvenmiyordur ve kimse kimseye güvenmedikçe de bu gayrı-hukuki kefalet ilişkileri güçleniyordur. İşler böyle bir yerde yalnızca çeşitli zor mekanizmalarıyla yürütülebilir. Fiziksel şiddetten bahsetmiyorum yalnızca, ekonomik baskı, dışlama, damgalama vs. aklınıza ne gelirse işte… 

Peki bunun çocuklarla ne ilgisi var?

Tarikatlar ve cemaatler bir dolu yolla kalabalıklaşabilirler. Fakat çekirdek bir mürit takımı oluşturmaları gerekir. Gözü hiç açılmamış, açmış ama kapatmayı tercih etmiş ya da açmayı aklına bile getirmemiş olanlardan mürekkep olmalı o çekirdek mürit takımı. Hem yeni müritler kazandırmalı hem mevcutları şeyh adına denetlemeli. Şeyhin ölümüyle bitecek, dağılacak bir tarikata yatırım yapmaz, onunla böyle bir kefalet ilişkisine girmez çünkü muktedir. Dolayısıyla şeyhin asıl garantisi bir, hatta mümkünse iki kuşak sonrasını da vaat edebilmesi. Ancak böyle kendisine yatırım yapacak olanın iktidardaki ömrünü uzatmasına katkıda bulunabilir. Etkisi kendi ömrüyle sınırlı bir şeyh kefalet ilişkisine dahil etmeye de değmez.

Aileler açısından bu, hem kendi refahları hem çocuklarının geleceği için -başka bütün yolların tıkalı olduğunu düşündükleri ya da o yollarda yürüyecek mecalleri olmadığı için- yapacakları bir yatırım. Şeyhi, yani devletle kefalet ilişkisini kendi bedeni üzerinden kuran zatı hanenin samimiyetine inandırmanın en kestirme yolu ise o kefalet ilişkisinin geleceğine somut bir katkıda bulunmak: Bir çocuk vermek. Ya da daha iyisi bütün çocukları oraya vermek. 

Bir müddet Menzil Tarikatı’nda bulunup ayrılan bir genç kadın, gazeteci Canan Kaya’ya verdiği şu söyleşinin bir yerinde, tarikat yurtlarında ölen çocuklar için babaların, annelerin ağlamamalarına şaşırmadığını söylüyor dehşet içinde. Hem şaşırmıyor hem de dehşet içinde. Bir tür “collateral damage” olarak görüyorlar diyeceğim ama o bile değil. Çocuk yarayacağı işe yaramamış oluyor sadece. O işe yaramayacaksa çok anlamı da yok o çocuğun (tıpkı bizim seçim kazandırmadığımız vekil karşısında bir anlamımız olmaması gibi). Çünkü şeyh aracılığıyla girilen o kefalet sistemi dışında bir hayat yok aslında o hane için. O kefalet ilişkisi dışardaki dünyayı düşmanlaştırmak suretiyle var olabiliyor zira. 

Kötü bir haberim var. Bu türlü ilişkiyi yalnızca tarikatlarla kurmuyor iktidar. Kimi sendikalarla, futbol takımlarıyla ve şirketlerle arasındaki ilişki de bu. Kefalete dayalı bu ilişki biçimini “dini” ya da “seküler olmayan-unsecular” yapan tarikatla kurulmuş olması değil, o ilişki dışındaki hayatı “cehennem” ilan etmesi, hayatın kaynağının Veli-Devlet’ten ibaret kalması yani. 

Daha da devam edeceğim kaldığım yerden. Çünkü ne Türkiye’deki kutuplaştırma siyaseti basit bir seküler-dindar ayrımı üzerinden gidiyor ne Erdoğan’la başladı ne de onunla bitecek. Mevcut muhalefet partilerinin hali ve siyasetçilerin o kopasıca dilleri bu ilişki biçiminin memleketin iliğine-kemiğine ne denli ağır bir şekilde nakşedildiğinin en açık delili. 

  1. Günal Seyit, “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde milletvekili izin ve devamsızlık uygulamaları: Tarihsel gelişim ve sorun alanları,” Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 2021, 70(1), 171-228, s. 179.
  2. Ferdi Güzel, “Derleme Sözlüğü’ndeki derlenmemiş kelimeler üzerine,” SUTAD, Ağustos 2020, (49); 105-114. 
  3. Şu makalede bu ihtimallerin her birine 16’ncı yüzyıldan çeşitli örnekler görebilirsiniz. Tahsin Özcan, “Osmanlı mahallesi sosyal kontrol ve kefalet sistemi,” Marife, yıl 1, sayı 1, s. 129-151.