Yazıyı fark eden, ciddi bir emekle ve -bence- çok başarılı bir tercümeyle Türkçeye kazandıran sevgili Ebru’ya teşekkür etmeden başlamak olmaz. Bu kalitede ve derinlikte analizlerle sıkça karşılaşmıyoruz. Bu tür metinler doğru/yanlış, haklı/haksız vb. dikotomilerin ötesinde bir zihinsel alan açarlar. Metnin en çekici yönü öncelikle İngiltere’de kurulan çok yenilikçi politik bir oluşumun (https://www.weareplanc.org/about/) sanki Türkiye’yi anlatıyor hissini yaratması. Yazıda da göreceğiniz gibi, yaptıkları tespitlerin çoğunlukla “kuzey” için geçerli olduğunu, “güney”in kendisine has özellikler gösterebileceğini dile getiriyorlar. Buna rağmen, ‘kaygı toplumu’ tasvir ve çözümlemesinin Türkiye ile bu kadar özdeşleşmesinin yarattığı şaşkınlık ve öğreticilik çok kayda değer. Yazı kapitalizmin geçtiğimiz yüzyıl içinde yaşadığı değişimi yarattığı toplumsal duygulanım ortak paydaları üzerinden ele alıyor ve üç dönem/sekans tanımlıyor: sefalet, can sıkıntısı ve kaygı. Bu noktada yazının ikinci önemli yönü ortaya çıkıyor; sosyal mücadele haritasına toplumların duygulanımlarını eklemenin önemi. Bu, geçtiğimiz yüzyılın sosyalist militanları için, adı bile anılmaya değemeyecek bir boyut. Oysa geldiğimiz noktada klasik “devrimci mücadele” tanımları bakımından ortaya çıkan çok boyutlu ihtiyaçları güçlü bir biçimde anlatıyor. Geçtiğimiz yüzyılda sosyal mücadele araç ve yöntemlerini siyaset ve militarizmin dar alanına hapsettik. Özne=parti idi, özneye dönüştürülecek (bilinçlendirilecek) nesne ise işçi sınıfıydı. Söz konusu nesneye “bilinç taşıdığımızda” (bu nasıl bir bilinç ise) kapitalizmi anlıyor ve onu yıkıp yerine sosyalizmi kuruyordu. Bu hipotez artık çökmüş durumda. Bu, elbette kapitalizmin tasfiyesi ve yerine sosyalist bir yaşamın kurulması hedefini küçültmüyor. Ama bu yazının da işaret ettiği gibi topluma çok boyutlu bakmanın önemini gösteriyor. Toplumlar yaşayan canlılardır ve değişimin matematiği oldukça karmaşıktır. Yeni hipotezlerin de bu karmaşık yapıyı doğru anlayan amaca uygun araç ve yöntemlerle ilerleyen “öncülere” ihtiyacı var. İyi okumalar. A. Halûk Ünal
YAZAN : WEAREPLANC
Çeviri : Ebru Ateş
Kaygı ve Kaygının Militanlığı Engellemekte Neden Etkili Olduğu Üzerine Altı Tez ve Kaygının Üstesinden Gelmek İçin Olası Bir Strateji [1]
Güvencesiz Bilinç Enstitüsü’nün izniyle yeniden yayınlanmıştır
1: Kapitalizmin her aşamasının kendine özgü bir hakim tepkisel duygulanımı vardır[2].
Kapitalizmin her aşamasında, onu ayakta tutan belirli bir duygulanım vardır. Fakat bu değişmez bir durum değildir. Belirli bir hakim duygulanımın hükmü[3] ancak bu duygulanımı ve/veya onun toplumsal kaynaklarını alt edecek direniş stratejileri formüle edilene kadar sürer. Dolayısıyla kapitalizm sürekli krize girmekte ve yeni hakim duygulanımlar etrafında tekrar tesis edilmektedir.
Kapitalizmin her aşamasındaki hakim duygulanımın bir başka özelliği de onun herkesin bildiği bir sır olmasıdır; yani bu sırrı herkes bilse de kimse itiraf etmez ya da üzerinde konuşmaz. Hakim duygulanım, herkesin bildiği bir sır olmaya devam ettiği sürece etkili olmayı sürdürür ve ona karşı stratejiler ortaya çıkmaz.
Herkesin bildiği sırların tipik bir özelliği de kişiselleştirilmeleridir. Sorun yalnızca bireysel veya psikolojik bir düzeyde görünür hale gelir; sorunun toplumsal kaynakları gizlenir. Kapitalizmin her aşaması, sistemin neden olduğu acılar için sistemin kurbanlarını suçlar. Sistemin işlevsel mantığının hayati bir parçası olan şeyi sanki tesadüfi ve mahalli bir sorunmuş gibi tasvir eder.
Modern dönemin hakim duygulanımı -II. Dünya Savaşı’ndan sonraki anlaşmaya dek- sefaletti. On dokuzuncu yüzyıldaki hakim anlatı, kapitalizmin genel bir zenginleşmeye yol açtığını söylüyordu. Bu anlatıda gizli olan herkesin bildiği sır ise, işçi sınıfının içinde bulunduğu sefil koşullardı. Bu sefaleti devrimciler teşhir ettiler. On dokuzuncu yüzyıldaki modern toplumsal hareketlerin ilk dalgası, sefalete karşı savaşmak için geliştirilen politik bir mekanizmaydı. Grevler, ücret mücadeleleri, siyasi örgütlenme, karşılıklı yardımlaşma, kooperatifler ve grev fonları gibi taktikler topluma belirli bir asgari geçim seviyesi sağlamak yoluyla sefaleti yenmenin etkili yöntemleriydi. Bu stratejilerden bazıları sefaletle mücadele etmek gerektiğinde hala işe yaramaktadır.
Sefalet bir denetim stratejisi olarak artık işe yaramaz olduğunda ise, kapitalizm onun yerine can sıkıntısını tedavüle sokmuştur. Yirminci yüzyılın ortalarında kamuoyundaki hakim söyleme göre, tüketime, sağlığa ve eğitime erişim yaygınlaştıkça yaşam standardı da yükseliyordu. Zengin ülkelerde yaşayan herkes mutluydu ve yoksul ülkeler de kalkınma yolundaydı. Bu dönemdeki herkesin bildiği sır ise herkesin sıkılmakta olduğuydu. Bu can sıkıntısı, 1980’lere kadar egemen olan Fordist sistemin bir sonucuydu – ömür boyu garantili tam zamanlı işlere, güvence altına alınmış refaha, kitlesel tüketime, kitle kültürüne ve sefaletle mücadele etmek için inşa edilen işçi hareketinin koopte edilmesine dayanan bir sistemdi bu. İş güvencesi ve sosyal yardımlar kaygı ve sefaleti azaltıyordu ama işler sıkıcıydı ve basit, tekrara dayalı görevlerden oluşuyordu. Yüzyıl ortasına özgü kapitalizm insanlara hayatta kalmak için gerekli her şeyi veriyordu ama yaşamaya fırsat tanımıyordu; hayatta kalma mantığını -tıka basa doyana dek- insanlara zorla beslemeye dayanan bir sistemdi bu.
Elbette Fordizm döneminde tüm işçiler istikrarlı işlere ya da güvenceye sahip değillerdi – ancak sistem genel olarak bu temel çalışma modeli etrafında şekillenmişti. Bu aşama aslında üç farklı anlaşmadan oluşuyordu -Fordizm ve can sıkıntısı konjonktüründe en sık rastlanan ise, güvenlik karşılığında can sıkıntısı sunan B sınıfı işçi anlaşmasıydı. Bugün B sınıfı işçisi anlaşması, gerisinde A sınıfı ve C sınıfı işçiler (yani tüketim toplumuna uyum sağlayanlar ile otonom ve güvencesiz en marjinaller) arasındaki dev uçurumu bırakarak büyük ölçüde tasfiye edilmiş bulunmaktadır.
2: Günümüz direnişleri, 1960’ların hakim duygulanımı olan can sıkıntısına cevaben gelişen dalgadan doğmuştur.
Egemen sistemin her aşamasının bir hakim duygulanımı varsa, o halde, direnişin her aşaması da bu duygulanımı alt etmek ya da onun çözülmesine yol açmak için stratejilere gereksinim duyar. Eğer toplumsal hareketlerin ilk dalgası sefaletle savaşmak için geliştirilmiş bir politik mekanizma idiyse, 1960’lar ve 1970’lerdeki -ya da daha geniş (veya dar ) anlamıyla 1960’lar ve 1990’lar arasındaki- ikinci dalga da can sıkıntısıyla savaşmak için geliştirilmiş bir politik mekanizmaydı. Bugünkü hareketlerimizin içinden doğduğu, teori ve pratiklerimizin çoğunu biçimlendirmeye devam eden de bu dalgadır.
Bu dönemdeki taktiklerin çoğu, çalış-tüket-öl döngüsünden kaçınmanın yollarıydı/yollarıdır. Sitüasyonistler, “Ancak can sıkıntısından ölme riskini kabul ettiğimizde açlıktan ölmeyeceğimizin garantisini satın alabildiğimiz bir dünya istemiyoruz” diyerek can sıkıntısına karşı mücadele etmek için bir dizi taktiğe öncülük ettiler. Otonomi hareketi, hem iş yerinde -sabotaj ve iş yavaşlatma ile- hem de iş hayatına karşı çıkarak -kaytarma ve iş bırakma ile- çalışmayı reddetmek suretiyle can sıkıntısına karşı mücadele etti. Bu protesto biçimleri, sıkıcı işlerden ve hakim toplumsal rol modellerinden karşı-kültürel tarzda bir hicrete dayanan, çok daha geniş bir toplumsal süreçle bağlantı içindeydi.
1960’ların feminist hareketi, “ev kadını rahatsızlığı”nı sistemik bir sorun olarak kuramsallaştırdı. Daha sonra, bilinç yükseltme çalışmaları ve bu çalışmalarda üretilen metinler ve eylemler (“Vajinal Orgazm Miti “nden Redstockings’deki kürtaj yasağına karşı ses yükseltme eylemine kadar) başka bazı hoşnutsuzlukları da açığa çıkardı. Benzer eğilimler Ezilenlerin Tiyatrosu’nda, eleştirel pedagojide ve -karnavalvari, militan ve pasifist gibi- belli başlı doğrudan eylem türlerinde görülebilir; hatta 1990’ların sonlarındaki özgür parti hareketi, Sokakları Geri Alalım, DIY (Kendin Yap) ve hacker kültürü gibi hareketlerde bile.
Sefaletten can sıkıntısına doğru yüzyılın ortalarında gerçekleşen bu yön değişimi, yeni bir isyan dalgasının ortaya çıkması için hayati bir öneme sahipti. Biz bu dalganın sonunda yer alıyoruz. Sefaletle savaşırken birinci dalganın taktikleri nasıl hala işe yarıyorsa, can sıkıntısıyla savaşırken de ikinci dalganın taktikleri hala işe yarıyor. Ancak buradaki sorun şu: can sıkıntısı ana düşman olarak artık daha az karşımıza çıkmakta. İşte bu yüzden militan direnişler bugünkü çıkmazlarına saplanıp kalmış bulunuyorlar.
3: Kapitalizm can sıkıntısına karşı mücadeleyi büyük ölçüde massetmiştir.
Can sıkıntısına karşı mücadele kısmen yeniden canlandı. Kapitalizm toplumsal fabrikayı, yani tüm toplumun bir işyeri gibi örgütlendiği alanı yaratarak iş dışındaki mekanlara olan hicretini sürdürdü. Güvencesizlik artık insanları, toplumsal fabrikanın tamamını kapsayan, genişletilmiş bir emek alanı içinde çalışmaları için iş hayatına geri dönmeye zorlamak amacıyla kullanılıyor.
Bu çabanın pek çok örneği sayılabilir. Şirketlerin benimsediği yataylaştırılmış yönetim modelleri, sadece işlerini idare etmekle kalmasınlar, ruhlarını da işlerine vakfetsinler diye çalışanları dolduruşa getiriyor. Tüketim toplumu insanlara artık daha geniş bir niş ürün yelpazesi ile birlikte, kitlesel beğeninin eskisi kadar belirlemediği ve sürekli oyalama amacı güden eğlenceler sunuyor. Video oyunları ve sosyal medya gibi yeni ürünler, yüksek düzeyde aktif bireysel katılım talep etmekte ve sosyallikten arındırılmış uyaranlar içeriyor. İşyerindeki deneyimler, mikro farklılıklar ve performans yönetimiyle olduğu kadar, kapitalizmin çeperlerindeki yevmiyeli ve yarı serbest çalışma düzenlemelerinin çoğalmasıyla da çeşitlendirilmekte. Kapitalizm, saplantılı bir şekilde idame ettirilmek zorunda olan medyatik ikincil kimliklerin (sosyal medya, görünür tüketim ve yaşam boyu öğrenme aracılığıyla sergilenen benlikler) gelişmesini teşvik etmiştir. Daha önceki döneme ait çeşitli direniş biçimleri, orijinalleri sönümlendikten sonra evcilleştirilmiş bir formda ya asimile edilmiş ya da yeniden canlandırılmıştır; örneğin, kurumsal gece kulüpleri ve müzik festivalleri rave partilerinin yerini almıştır.
4: Çağdaş kapitalizmin hakim tepkisel duygulanımı kaygıdır.
Günümüze özgü herkesin bildiği sır, hepimizin kaygı dolu olduğudur. Kaygı, daha önceki -cinsellik benzeri- mahalli konumlarından toplumun bütününe yayıldı. Yoğun hislerin, kendini ifade etmenin, duygusal bağ kurmanın, yakınlığın ve keyif almanın tüm biçimleri artık kaygıyla örülü. Kaygı, itaatin temel dayanağı haline geldi.
Kaygının toplumsal temelinin önemli bir parçası da, çok katmanlı ve her zaman her yerde hazır ve nazır olan gözetim ağıdır; Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA), kapalı devre televizyonlar (CCTV), performans değerlendirme sistemleri, iş merkezleri, hapishanelerdeki ayrıcalık kazanma sistemleri, en küçük okul çocuklarının sürekli değerlendirilmeye ve sınıflandırılmaya tabi tutulması gibi. Ancak bu bariz ağ sadece bir dış kabuktur. Neoliberal bir başarı fikrinin hangi yollarla bu gözetim mekanizmalarını nüfusun büyük bir bölümünün öznelliklerine ve yaşam öykülerine enjekte ettiği üzerine düşünmemiz gerekiyor.
İnsanlar , görünür tüketim ve fikirler alanında aldıkları pozisyonlar aracılığıyla, bile isteye ve güya gönüllü olarak sosyal medyada kendilerini teşhir ediyorlar. Aynı zamanda bu teşhirin sanal dünyadaki ötekilerin süreğen bakışları altında nasıl bir performansa dönüştüğü üzerine de kafa yormalıyız. Sonsuza dek izlenen, daimi bir performansın ortak aktörleri olarak birbirimizi bulma, değerlendirme ve tanıma yöntemlerimizin bu bakıştan nasıl etkilendiği üzerinde de düşünmemiz gerekiyor. Sonuçta bu performanstaki başarımız, insan sıcaklığına erişme becerimizden geçim araçlarına erişme becerimize kadar her şeyi -sadece ücret olarak değil, kredi şeklinde de- etkiliyor. Kamusal alan bürokratikleştirilip özelleştirildikçe ve insana özgü faaliyetlerin hep daha geniş bir bölümü risk, güvenlik, musibet, yaşam kalitesi veya anti-sosyal davranışlar gibi gerekçelerle kriminalize edildikçe, gözetim şebekesinin kapsama alanı dışında kalan yerler git gide daha çok erişime kapatılmaktadır.
Hep daha güvenlik odaklı ve görünür hale gelen bu alanda iletişim kurmamız buyuruluyor bize. İletişim kurulamayan kişiler dışlanıyor. Herkes kullanılıp atılabilir olduğu için -alternatiflerin önceden menedildiği şartlarda- sistem, istediği zaman istediği kişiyi zorla ağdan koparma ve dolayısıyla sosyal bağlarından da yoksun bırakma tehdidini elinde tutuyor -bu durum da insanları sosyal ilişkiden yoksun bırakan bir içerme ile onları sosyal ilişkiden yoksun bırakan bir dışlama arasında saçma bir seçimsizliğe yol açıyor. Bu tehdit, -“zaman aşımı” ve internet yasaklarından, işten çıkarmalara ve sosyal yardım yaptırımlarına kadar uzanan-günümüze özgü disiplin uygulamalarında kendini küçük dozlarda göstermekte ve hapishanelerde uygulanan acımasız hücre hapsi biçimleriyle doruğa ulaşmaktadır. Bu tür rejimler, “kaygı yoluyla denetim”in sıfır derecesidir: kişiliği yıkmayı amaçlarlar ve bu amaca ulaşmak için daimi bir tehlike ortamı yaratarak bizi birbirimize bağlayan tüm koordinatları çökertirler.
Kaygının günümüzdeki hakim etkisi güvencesiz yaşam (prekarite-çn) olarak da bilinmektedir. Güvencesiz yaşam, denetim kurmak amacıyla insanlara tek kullanımlık muamelesi yapılan bir tür güvende olmama durumudur. Güvencesizlik sefaletten farklıdır çünkü güvencesiz olduğumuzda, yaşamak için zorunlu gereksinim maddelerinden bütünüyle yoksun kalmış değilizdir. Bu gereksinim maddeleri aslında elimizin altındadır ancak onlara erişim koşullara bağlı olarak engellenmektedir.
Güvencesiz yaşam yaygın bir umutsuzluğa yol açar; bedenin, boşalma imkanı bulamadan sürekli uyarılmasıdır. Gençlerin gittikçe daha büyük bölümü evde yaşıyor. Nüfusun önemli bir kısmı- Birleşik Krallık’ın %10’dan fazlası- antidepresan kullanıyor. Güvende olmama hali insanların aile kurma isteğini kırdığı için doğum oranı düşmekte. Japonya’da milyonlarca genç evlerinden hiç çıkmazken (hikikomori), diğerleri de -kelimenin tam anlamıyla- ölümüne çalışma salgınına kapılıyorlar. Araştırmalar Birleşik Krallık nüfusunun yarısının gelir güvencesine sahip olmadığını gösteriyor. Ekonomik açıdan bakarsak, kaygı düzenine özgü özellikler arasında “yalın” üretimi; finansallaşma ve bunun sonucunda ortaya çıkan borç köleliğini; hızlı iletişimi ve sermaye çıkışları ile üretimin küreselleşmesini sayabiliriz. Herkesin kendisini izlediği ve arzu edilen “hizmet odağını” sürdürmeye gayret ettiği; çalışanların, hem çağrı sayılarına yönelik niceliksel talepler hem de çoğunu istikrarlı bir işten mahrum bırakan süreçler (çalışanlar artık işi iş yerlerinde öğrenmiyor, tam aksine işe alınmak için bile önce altı ay çalışmak zorunda kalıyorlar) nedeniyle sürekli yinelenen deneme sınavlarına ve sınavı geçememe olasılığına maruz bırakıldıkları çağrı merkezi türü işyerleri giderek yaygınlaşıyor. İmaj yönetimi, yazılı kurallar ile gerçekte olup bitenler arasındaki uçurumun her zamankinden daha büyük olduğu anlamına geliyor. 11 Eylül sonrası iklim de bu yaygın kaygıyı küresel siyasete akıtıyor.
5: Kaygı herkesin bildiği bir sırdır.
Aşırı kaygı ve stres herkesin bildiği bir sırdır. Bu duygular, dile getirildiklerinde dahi kişiye özgü psikolojik sorunlar şeklinde algılanırlar ve bu sorunlardan genelde sağlıksız düşünce kalıpları veya topluma uyum sağlama eksikliği sorumlu tutulur.
Aslında, hakim kamusal anlatı -güvenlikçi politikalar sayesinde- “güvende” ve -performans yönetimi sayesinde- “rekabetçi” olabilmemiz için daha fazla strese ihtiyaç duyduğumuzu iddia eder. Her ahlaki panik, her yeni baskı furyası veya baskıcı yasaların her yeni sürümü aşırı yasal düzenlemeden kaynaklanan kaygı ve stresin toplam ağırlığına yük bindirir. Gerçek ve insani bir güven kaygısı, güvenlikçi politikaları körüklemek için kullanılır. Bu bir kısır döngüdür çünkü aslında güvenlikçi politikalar kaygıya yol açan başlangıçtaki koşulları (kullanılıp atılabilirlik, gözetim, aşırı yasal düzenleme) çoğaltırlar. Sonuçta, Anavatanın güvenliği, Benliğin güvenliğini dolaylı olarak ikame etmek amacıyla kullanılır. Bu duruma benzer örnekler de geçmişte bulunabilir: sefaletin dolaylı olarak telafi edilmesi için ulusun yüceliğinin veya can sıkıntısından kaynaklanan gerilimin boşaltılması için küresel savaşın kullanılması gibi.
Kaygı aynı zamanda yukarıdan aşağıya doğru da yönlendirilir. İnsanlar kendi hayatları üzerinde yeterince denetim sahibi olamadıkları için, denetim altında tutabilecekleri şeyleri mikro ölçekte yöneterek saplantılı bir şekilde denetimi yeniden ele geçirmeye çalışırlar. Örneğin ebeveynler için yönetim teknikleri, ebeveynlerin harfiyen uyguladıklarında kaygılarını azaltabilecekleri garantili senaryolar şeklinde pazarlanmaktadır. Daha genel ve toplumsal bir düzeyde ise, güvencesizlikten kaynaklanan gizil kaygılar toplumsal düzenleme saplantısını ve toplumsal denetim projelerini beslemektedir. Bu gizil kaygılar gittikçe daha fazla azınlıklara yansıtılmaktadır.
Kaygı, yoksulluklarından ötürü yoksulları suçlayan Yeni Sağ söylemlerden kaygıyı nörolojik bir dengesizlik ya da arızalı bir düşünme biçimi olarak ele alan çağdaş terapilere uzanan çok çeşitli şekillerde kişiselleştirilir. “Yönetim” lafzının -zaman yönetimi, öfke yönetimi, ebeveynler için yönetim, kendini markalaştırma veya oyunlaştırarak pazarlama gibi- yüzlerce çeşidi, kapitalist öznellik modeline hep daha fazla itaat etmeleri karşılığında kaygılı öznelere bir denetim yanılsaması sunar. Ayrıca kriminalize edici ve suçu günah keçileri üstüne yıkan daha pek çok söylem, güvencesizliği kişisel bir sapkınlık, sorumsuzluk ya da patolojik bir kendi kendini dışlama problemi gibi ele alır. Bu söylemlerin birçoğu Fordizmin üstyapısını (yani milliyetçilik ve sosyal entegrasyonu) altyapısı olmaksızın (yani ulusal ekonomi, refah ve herkes için iş olmadan) sürdürmeyi amaçlamaktadır. Savunmasızlık halini ve kullanılıp atılabilir olma durumunu pekiştiren bireysel sorumluluk doktrinleri bu siyasal geri tepmenin merkezinde yer alır. Tabii bir de özsaygı endüstrisinden söz etmek gerek – medyada, insanlara olumlu düşünerek nasıl başarılı olacaklarını anlatıp duran bir içerik patlaması var; sanki kaygı ve hüsran sadece zihnimizden kaynaklanıyormuş gibi. Bunların hepsi de, hem iş hayatındaki sorunları hem de psikolojik problemleri kişiselleştirmeye dönük eğilimin göstergeleridir.
Yukarıda, herkesin bildiği bir sırrın işe yaraması için öncelikle insanların toplumdan yalıtılması gerektiğini öne sürmüştük. Bu sav, gerçek iletişimin giderek daha seyrekleştiği günümüz şartlarında da geçerlidir. Her zamankinden daha fazla iletişim kuruyoruz ancak bu iletişim gitgide daha çok sadece bu sistemin aracılık ettiği kanallar üzerinden gerçekleşiyor. Dolayısıyla sistem birçok yönüyle herkesin birbiriyle bağlantılı ve iletişim kurulabilir olmasını talep etse bile, aslında insanların gerçekten iletişim kurması engellenmekte. Hem kendimizi ifade etmek yerine “iletişim kur” emrine itaat ediyoruz, hem de iletişim kurduğumuz ortamlarda oto-sansür uyguluyoruz. Benzer bir şekilde, duygusal emek kaygıyı hafifletmediği gibi tüketicilerin dikkatini dağıtırken çalışanların acılarını artırmaktan başka bir işe yaramıyor (araştırmalar, çalışanlara mutluymuş gibi davranmaları için yapılan dayatmanın, onlarda ciddi sağlık sorunlarına yol açtığını gösteriyor).
İletişimin hacminin bir önemi yok. Özgürlükçü toplumsal güçlerin yeniden boy göstermeleri –ya da birbirleriyle yeniden ilişkiye geçmeleri- herkesin bildiği sırrın dile getirilebileceği kanallar olmadan gerçekleşmeyecek. Bu anlamda, temelde insanlar her zamankinden daha yalnızlar. Çoğu insan için deneyimlediği ve hissettiği şeylerin gerçekliğini kabul etmek çok zor (aynı şey birçok radikal için de geçerli). Bir şeyin gerçekliğinin onaylanması için ya sayısallaştırılması ya da dolayımlanması (sanal dünyada yayınlanması) gerekiyor; veya –bizim gibiler için- çoktan politik bir mesele statüsü kazanmış olmalı. Herkesin bildiği sır bu kriterleri karşılamadığı için de görünmez kalıyor.
6: Mevcut taktik ve teoriler işe yaramıyor. Kaygıyla mücadele etmek için yeni taktik ve teorilere ihtiyacımız var.
Seferberlik ve etkili toplumsal değişim dönemlerinde insanlar bir güçlenme duygusu, kendilerini ifade etme becerisi, bir sahicilik hissi ve aynı zamanda -depresyona ve diğer psikolojik sorunlara etkili bir tedavi işlevi de görebilecek olan- baskıdan ve yabancılaşmadan kurtulma duygusu ile dolup taşarlar. Bu bir tür doruk noktası deneyimidir. Siyasi faaliyeti devam ettiren şey de budur.
Bu tür deneyimler son yıllarda çok nadir görülüyor.
Burada birbiriyle bağlantılı iki gelişmeye odaklanabiliriz: ön alma ve sürecin cezaya dönüşmesi. Ön alma amaçlı taktikler, protesto gösterilerini başlamadan veya herhangi bir kazanım elde edemeden durduran taktiklerdir. Polis kordonu ile çevirme, toplu gözaltılar, yol kesip GBT yapma, tecrit, ev baskınları ve ön alma amaçlı gözaltılar bu tür taktiklere örnektir. Sürecin cezaya dönüşmesi ise, başka amaçlar için tasarlanmış prosedürlerin kötüye kullanımı yoluyla insanları korku, acı veya savunmasızlık durumunda tutmayı içerir – örneğin bir iddianame hazırlamadan veya yargılamayı başlatmadan, kişileri günlük yaşamı sekteye uğratmayı amaçlayan şartlarda tutmak; muhalif olduğu bilinenleri taciz etmek için yurt dışı yasakları koymak veya şiddet kullanılan şafak baskınları yapmak; kişilerin fotoğraflarını gereksiz yere basına servis etmek; insanları -bazen sırf kota doldurmak için- sadece şüphe üzerine tutuklamak; can acıtarak itaat sağlama tekniği kullanmak veya insanlara izlenmekte olduklarını üstü örtülü şekillerde bildirmek gibi. Bir kez içimize işledikten sonra, devletin müdahalesinden duyduğumuz korku görünür gözetim ağı ile de pekiştirilir; bu gözetim ağı, kamusal alanın her yerini sarar ve stratejik olarak yerleştirilmiş bir travma ve kaygı tetikleyicisi işlevine sahiptir.
Sözlü anlatıma dayalı kanıtlar, bu tür taktiklerin etkileri hakkında bize çok sayıda dehşet hikayesi anlatıyor – sonuçta beraat ettikleri suçlamalar yüzünden yıllarca yargılanmayı bekledikleri için sinirleri harap olmuş insanlar; aylar boyunca arkadaşları ve aileleriyle irtibatları kesildiği için intihar edenler veya taciz içeren uygulamalara maruz kaldıktan sonra dışarı çıkmaya korkar hale gelenler gibi. Bu tür etkiler, devletin insanları öldürmesi ya da zorla kaybetmesi kadar gerçek oldukları halde çoğunlukla gözlerden ırak kalırlar. Bütün bunlara ek olarak, radikal değişim isteyen birçok kişi de, güvencesiz istihdamı ve sosyal yardımları cezalandırma aracı olarak kullanan rejimlerden nasibini alıyor. Her yere yayılmış kaygı üretiminden kaçmayı başaramıyoruz.
Birinci dalga bize sefalete karşı savaşmak için, ikinci dalga da can sıkıntısına karşı savaşmak için bir politik mekanizma sundu. Şimdi ihtiyacımız olansa kaygıya karşı savaşmak için bir politik mekanizmadır- bu ise henüz sahip olmadığımız bir şey. Kaygıya içeriden bir bakış bize -Sitüasyonistlerin tabiriyle- “bakış açısını tersine çevirme”yi -yani iktidar yerine arzunun gözleriyle görmeyi- henüz gerçekleştiremediğimizi gösterir. Günümüzün temel direniş biçimleri hala can sıkıntısına karşı mücadeleden kaynaklanıyor ve can sıkıntısının yerini kaygı aldığı için artık etkili olamıyorlar.
Mevcut militan direniş şekilleri kaygıyla mücadele etmez, edemezler. Tam tersine, yüksek kaygı üreten durumlara bilerek maruz bırakılmayı içerirler. Başkaldıranlar, olumsuz hisleri öfkeye dönüştürür ve onları hücuma geçiren bu öfke doğrultusunda hareket ederek kaygının üstesinden gelirler. Bu tavır birçok açıdan kaygıya bir alternatif oluşturur. Bununla birlikte, insanların kaygıdan öfkeye geçiş yapması zordur. Travma nedeniyle ters istikamete doğru geri itilmeleri ise çok kolaydır. Dikkatimizi çeken bir başka eğilimse, başkaldıranların militan eylemler önünde yükselen psikolojik bariyerleri ciddiye almayı reddetmeleri. Bu gibi durumlara genelde “Yap gitsin!” diyerek tepki veriliyor. Ancak kaygı sadece bir heyula değil, gerçek ve maddi bir güçtür. Muhakkak ki, kaygının kökü genel olarak heyulalara dayanır, ancak çok ender durumlarda bir heyulanın pençelerinden kurtulmak için sadece onun varlığını zihnimizde inkar etmek yeterli olur. Heyulanın varsayılan gücü tepkisel duyguların bir sonucudur ve bu varsayılan gücün altında bir dizi psikolojik tıkanıklık yatar. “Yap gitsin!” demek, bacağı kırık birine “Yürü gitsin!” demekten farklı değildir.
Durum umutsuz ve kaçınılmaz gibi görünse de aslında öyle değil. Güvencesizliğin yarattığı etkiler yüzünden böyle hissediyoruz. Bu etkileri, sürekli olarak aşırı strese maruz kalmak, zamanın sonsuz bir şimdiye sıkışması, birbirinden ayırılan -ya da ilişkileri sistem tarafından dolayımlanan- bireylerin savunmasızlığı ve sistemin toplumsal alanın her çehresine tahakküm etmesi şeklinde özetleyebiliriz. Aslında sistem yapısal bakımdan oldukça kırılgan. Kaygı, daha güçlü itaat araçlarının yokluğunda çaresizlikten başvurulan bir yöntem. Sistemin insanlara kendilerini güçsüz hissettirerek işlemeye devam etme çabası, onu ani kopuşlara ve isyan patlamalarına da açık hale getiriyor.
Öyleyse, kendimizi artık güçsüz hissetmeyeceğimiz noktaya nasıl gelebiliriz?
7: Güvencesizlik odaklı yeni tarz bir bilinç yükseltme çalışmasına ihtiyaç var.
Kaygıya karşı yeni yanıtlar üretebilmek için en başa geri dönmeliyiz. Aşağıdan yukarıya doğru yeni bir dizi bilgi ve teori inşa etmemiz lazım. Bunun için de, mevcut duruma dair deneyimlerimizle dönüşüm teorileri arasında yoğun kesişmeler üreten çok sayıda tartışma yapmalıyız. Bu tür süreçleri, dışlanan ve ezilen tüm katmanlarda başlatmak gerekse de, işe önce kendimizden başlamamak için hiçbir neden yok.
Enstitümüzde bu tür bir pratiğin olanaklarını araştırırken, geçmişteki benzer uygulamaların örneklerini gözden geçirdik. 1960’lı ve 1970’li yıllardaki feminist bilinç yükseltme çalışmalarına ilişkin anlatıların incelenmesi sonucunda, aşağıda özetlenen temel özellikleri çıkardık:
- Deneyimlerimizden yola çıkarak ayakları yere basan yeni bir teori oluşturmak. Geçmiş aşamaların teorilerine bağlanmak yerine, şimdinin deneyimleriyle tekrar bağ kurmalıyız. Burada amaçlanan, içinde bulunduğumuz duruma dair hakim varsayımlarımızın bastırdığı ya da kısıtladığı algılarımızı açığa çıkartmaktır. Odak noktamız, herkesin bildiği sırla ilişkili deneyimlerimiz olmalı. Bu deneyimleri önce gruplar içinde, sonra da kamuya açık olarak anlatmak ve derlemek gerekiyor.
- Deneyimlerimizin gerçekliğini ve sistemik doğasını fark etmek. Söz konusu farkındalığın önemli bir parçası da deneyimlerimizin gerçek olduğunu kabul etmektir. Acımızın gerçekten acı olduğunu, gördüklerimizin ve hissettiklerimizin gerçek olduklarını ve sorunlarımızın sadece kişisel sorunlar olmadıklarını kabul etmeliyiz. Bu kabul, bazen göz ardı ettiğimiz veya bastırdığımız deneyimleri gündeme getirerek yapılır, bazen de sorunların kişiselleştirilmesine meydan okuyarak.
- Duyguların dönüşümü. İnsanlar adlandıramadıkları duygular yüzünden ve kendilerini genel olarak berbat hissettikleri için felç olmuş durumdalar. Bu duyguları, hem bir adaletsizlik hissine hem daha az kırgın ve daha iyi odaklanmış bir öfkeye hem de kendimizi ifade etmek için bir çabaya dönüştürmeliyiz. Aynı zamanda bu duyguları direnişi tekrar canlandırmak için de kullanmalıyız.
- Ses çıkarmak veya ses yükseltmek. Herkesin bildiği sırrın etrafındaki sessizlik kültürü yıkılmalı. Mevcut varsayımları doğal sanmaktan vazgeçmeli ve sorgulamalı, ayrıca kafamızın içindeki polislerden kurtulmalıyız. Sesin kullanılması, hakikat ve gerçeklik merciini sistemden konuşmacıya taşır ve bakış açısının tersine çevrilmesine katkıda bulunur- dünyayı sistemin değil kişinin kendi bakış açısı ve arzularından doğru görmek demektir bu. Farklı deneyim ve hikayelerin bir araya getirilmesi, sesi geri kazanmanın önemli bir yoludur. Bu bir kendini ifade etme süreci olduğu kadar bir şeyleri açıkça dile getirme sürecidir de.
- Yabancılaşmadan arındırılmış bir alanın inşası. Böyle bir alanın varlığı toplumsal farklılıkları azaltır, kişinin kendi yaşamına eleştirel bir mesafe almasını sağlar, ayaklarının altına bir nevi duygusal güvenlik ağı sererek korkularını dağıtır ve dönüşümü başlatmak için adım atmasına olanak sağlar. Ancak bu alan, kişinin mevcut faaliyetlerini devam ettirmek için başvurduğu bir kişisel gelişim aracı olmamalı, radikal bir bakış açısını yeniden inşa etmeye yardımcı olmalıdır.
- Benzer deneyimlerden yola çıkarak yapısal nedenlerin analizi ve kuramlaştırılması. Buradaki tek amaç deneyimleri başkalarına aktarmak değil, o deneyimleri teoriye dönüştürmek ve yeniden yapılandırmaktır. Katılımcılar, farklı varsayımlardan yola çıkarak zihinlerinde haritalandırdıkları deneyimlerin hakim anlamını değiştirirler. Genellikle, deneyimlerimizde özgürleştirici teoriye ilişkin örüntüler bularak ve kişisel sorunları ve küçük adaletsizlikleri daha geniş yapısal sorunların belirtileri olarak görerek bu değişimi gerçekleştiririz. Bu da yeni bir bakış açısı ile yeni bir güdüler dağarcığı ve politikaya karşı olmaya karşıt bir ufuk üretir.
Amaç, her şeyin kafalarda tık diye yerine oturduğu o anı yaratmaktır– sorunların yapısal kaynağı, deneyimlerle bağlantısı kurulduğu anda anlaşılır hale gelir. Bu tık anı, öfkeyi odaklayan ve dönüştüren şeydir. Daha iyi anlamak, psikolojik baskıları hafifletebilir ve depresyon ya da kaygı yerine öfkeyle karşılık vermeyi kolaylaştırabilir. Bu tür gruplar, terapinin ve özsaygı geliştirme amaçlı çalışmaların düzene uyum sağlama hedefini reddetseler de, grup çalışmalarına katılımı teşvik etmek için bir tür kişisel gelişim faaliyeti şeklinde tanıtılabilirler.
Sonuçta, eylemden ziyade bakış açısı ve analiz odaklı bir çeşit üye grubu kurulur. Ancak grup içinde, bu yeni farkındalığı bir şekilde eyleme dönüştürme zorunluğu büyük ölçüde kabul görmelidir; aksi takdirde, bu çalışmalar bıktırıcı bir iç görü faaliyetinden öteye geçemez.
Bu strateji, pratiğimize çeşitli şekillerde yardımcı olacaktır. İlk olarak, söz konusu grupların potansiyel “suç ortaklarından” oluşan bir çalışma grubu meydana getirmeleri muhtemeldir. İkincisi, insanları gelecekteki başkaldırı anlarına hazırlayabilirler. Üçüncüsü, kamuoyu denilen o geniş alanı eyleme geçmek için daha uygun bir ortama dönüştürme potansiyeli yaratırlar. Aynı zamanda yaşam destek ünitesi ve gömüldüğümüz gündelik dertlerden başımızı kaldırmamıza yardım edecek bir ufuk işlevi de görürler. Günümüzde birçok insanın sahip olmadığı bir beceriyi, radikal ve muhalif kavramlarla düşünme becerisini de sağlayacaklardır.
Kaygıyı güçlendiren faktörler arasında “piyasanın” bizden ne istediğinin hiçbir zaman net olmaması, yani itaat talebinin önceden bilinmeyen, muğlak bir dizi kritere bağlı olması da sayılabilir. Günümüzde yeni yönetim ya da üretim teknolojileri ortaya çıktıkça, en itaatkar insanlar bile gözden çıkarılabilir oluyor. Küçük gruplarda yapılan tartışmaların ve bilinç yükseltme çalışmalarının işlevlerinden biri de bu durumu anlamlandırmaya yarayacak bir bakış açısı inşa etmektir.
En önemli zorluklardan biri, üzerimizde zamanımızı ve dikkatimizi talep eden sürekli bir baskı hissettiğimiz bir ortamda, bu faaliyetlere düzenli zaman ayırma taahhüdümüzü yerine getirmek olacaktır. Süreç, günümüz kültürünün kaldırabileceğinden daha yavaş bir tempoya ve daha insani bir ölçeğe sahiptir. Bununla birlikte bu gruplar, gündelik dertlerden bir mola alma imkanı sağladıkları ve dikkatimizi talep eden baskıyı hafifletecek daha sakin bir etkileşim ve dinleme tarzı sundukları için insanlara çekici gelebilir. Katılımcıların -banal bilgileri paylaşma saplantısından kaynaklanan neo-liberal bir performans sergilemek yerine- kendilerini ifade edecek şekilde konuşmayı öğrenmeleri ve hem dinlemeleri hem de analiz etmeleri gerekecektir.
Bir diğer sorun da deneyimlerimizin karmaşıklığıdır. Kişisel deneyimlerimiz, kapitalist anlam evreninin kodları içine yerleştirilen nüanslı ayrımcılıklarla birbirlerinden yoğun bir ayrışmaya maruz bırakılırlar. Bu karmaşıklık da sürecin analitik kısmını özellikle önemli hale getirir.
Süreç -her şeyden önce- kaygının kaynakları hakkında yeni önermeler ortaya koymalıdır. Bu önermeler yeni mücadele biçimleri ve yeni taktikler ortaya çıkartabilir. Aynı zamanda, eyleme geçme gücümüzün mevcut politik baskılardan kurtarılarak canlandırılması için bir temel, yani kaygıyla mücadele için bir politik mekanizma da oluşturabilir.
———————————————
Dipnotlar
[1] Buradaki tartışma küresel Güney için tam anlamıyla geçerli değildir. Güney’in kendine özgü durumu şudur: egemen kapitalist toplumsal biçimler, kapitalizmin daha önceki aşamalarının ya da kapitalizm öncesi sistemlerin yerine geçmemiş, katmanlar halinde onların üzerinde yükselmiştir. Dolayısıyla sefalet ve can sıkıntısı eksenindeki mücadeleler Güney’de daha etkilidir. Güney, dünyanın büyük bir bölümünün -özellikle Afrika’da- küresel kapitalizmden zorla koparıldığı ve buna bağlı olarak kayıt dışı sektörün muazzam büyüdüğü, önceki dönemlerde görülen türlerinden farklı, kendine özgü bir güvencesizlik türü yaşamaktadır; Güney’de kayıt dışı sektör artık neredeyse her yerde kayıt altındaki sektörü gölgede bırakmaktadır. Bolivya’da toplumsal hareketlerin merkezinde yer alan ve öz-örgütlenmeyle yönetilen gecekondu mahallelerinden oluşan El Alto kenti, Chiapas’ta yerli toplulukların özerkleşmesine öncülük eden Zapatista isyanı ve Güney Afrika’da gecekondu mahalleleri sakinlerinin özerk hareketi olan Abahlali baseMjondolo gibi örneklerde açıkça görüldüğü gibi, kayıt dışı sektör otonom politikalar için verimli bir alan sağlamaktadır. Bununla birlikte, örneğin devlet gecekondu mahallelerini buldozerle yıkabileceği, seyyar satıcıların mallarını ellerinden alabileceği veya yasadışı faaliyetler üzerindeki baskıyı artırabileceği -ve düzenli aralıklarla tüm bunları yaptığı- için, kayıt dışı sektör genellikle bir şekilde kollektifleşen güvencesizliğe maruz kalmaktadır. Sidi Bouzid’deki isyanı tetikleyen ve daha sonra Arap Baharı’na dönüşen olayın, devletin bu tür mülksüzleştirmelerine maruz kalan bir seyyar satıcının kendini yakmasıyla başlamış olması bu konuda çok şey söylüyor. Benzer nedenlerden kaynaklanan kitlesel huzursuzluklar Çin’de de giderek yaygınlaşıyor. Kayıt dışı sektörün, hiyerarşik çeteler ya da -Müslüman Kardeşler gibi- otoriter partilerin birbirleriyle ilişkili farklı kanatlarının hakimiyeti altında olması da yaygın bir olgudur.
[2] Duygulanım: duygu, bedensel eğilim, ilişki kurma biçimi
[3] Hakim duygulanım terimini kullanırken, bunun tedavüldeki tek tepkisel duygulanım olduğu ima edilmemektedir. Yeni bir hakim duygulanım diğer duygulanımlarla dinamik bir şekilde ilişki kurabilir: bir çağrı merkezi çalışanının canı sıkılır ve ücreti de acınasıdır, ancak onu bu koşullarda tutan şey, sendikalaşma, sabotaj ve işten ayrılma gibi eski stratejileri kullanmasını da engelleyen kaygıdır.