Sosyalizmin Krizi

175 views
152 mins read
175 views
152 mins read
Hal Drapper (1914-1990)bence Marks'ı tilmizlerinin (Marksizm-Leninizm) uygunsuz hatta sapkın yorumlarından kurtarmaya çabalayan nadir düşünürlerden biri. Yaşamı boyunca yazdığı kitaplar bu çabanın lezzetli meyveleri. 
Sizlerle paylaştığım bu uzun makalesi yaptığı tartışmaların da iyi bir özeti. Sosyalizmin bir krizde olduğunu düşünüyorsanız, bu yazıyı sindirerek okumanızı sağlık veririm. Ayrıca "bilgi sevgisini ve merakını" kaybetmemiş olanlar için zaten haz dolu bir okuma yolculuğu olacağından da eminim. 
Burada yazının olası (40 yaş ve üstü) okuyucularına bir uyarı yapmam gerek; yazı oldukça uzun. "Uzun yürüyüşlerin" sağlığınız için önemini ya kabul ettiniz ya da etmek üzeresiniz. Bunu da fikrin patikalarında uzun bir yürüyüş olarak kabul etmenizi öneriyorum. Beyin sağlığına çok iyi geliyor.
Metin, fikri ve pratik tarih içinde "sosyalizmin iki ruhu" olarak adlandırdığı iki zihniyetin izini sürüyor: "Yukarıdan Sosyalizm vs. Aşağıdan Sosyalizm." 
Tam da bu noktada yine Murray Bookchin'in "Üçüncü Devrim" adlı 4 ciltlik başyapıtını okumanızı salık veririm.
(https://di-ligelecekzaman.net/2023/09/24/neolitige-karsi-komunalist-devrim/)

İyi okumalar.

A. Halûk Ünal

Hal Draper

Çeviri: Yener Çıracı

Sosyalizmin bugünkü krizi, sosyalizmin anlamına ilişkin bir krizdir. Dünya tarihinde ilk kez, büyük olasılıkla insanların çoğunluğu kendilerini şu ya da bu anlamda “sosyalist” olarak ifade etmektedir; ancak bu ifadenin daha az bilgilendirici olduğu bir zaman hiç olmamıştı. Çeşitli “sosyalizmlerin” ortak içeriğine en yakın şey negatif bir içeriktir: anti-kapitalizm. Olumlu yanından bakacak olursak, kendilerini sosyalist olarak adlandıran çelişkili ve uyumsuz fikirler yelpazesi, burjuva dünyasındaki fikirlerin yayılımından daha geniştir. 

Kapitalizm karşıtlığı bile giderek daha az ortak bir unsur haline gelmektedir. Yelpazenin bir bölümünde, bir dizi sosyal demokrat parti, programlarından özellikle sosyalist talepleri neredeyse tamamen çıkarmış ve mümkün olan her yerde özel teşebbüsü sürdürmeyi vaat etmiştir. Bunun en belirgin örneği Alman sosyal demokrasisidir (“Bir fikir, bir felsefe ve bir toplumsal hareket olarak sosyalizm Almanya’da artık bir siyasi parti tarafından temsil edilmemektedir” diye özetler D.A. Chalmers’ın son kitabı olan The Social Democratic Party of Germanyda). Bu partiler sosyalizmi varoluşun dışında tanımladılar, ancak resmileştirdikleri eğilim tüm reformist sosyal demokrasinin eğilimidir. Bu partiler hangi anlamda hala “sosyalist”tir? 

Dünyanın bir diğer kısmında, “sosyalist” olma iddiaları olumsuz bir temele dayanan Komünist devletler vardır; yani kapitalist özel kar sisteminin ortadan kaldırılması ve yöneten sınıfın özel mülk sahiplerinden oluşmaması. Olumlu açıdan bakıldığında ise kapitalizmin yerini alan sosyo-ekonomik sistem Karl Marx tarafından tanınmayacaktır. Devlet üretim araçlarının sahibidir – ama devletin “sahibi” kimdir? Sömürülen, özgür olmayan ve tüm toplumsal ve siyasi kontrol araçlarına yabancılaştırılan işçi kitlesinin değil elbette. Yeni bir sınıf hüküm sürer: bürokratik patronlar; kolektivist bir sistem üzerinde hüküm sürer – bürokratik bir kolektivizm. Devletleştirme mekanik olarak “sosyalizm” ile eşitlenmedikçe, bu toplumlar hangi anlamda “sosyalist”tir?

Kendilerini sosyalist olarak tanımlayan bu iki akım birbirinden çok farklıdır, ancak sanıldığından çok daha fazla ortak noktaları vardır. Sosyal demokrasi tipik olarak kapitalizmi yukarıdan “toplumsallaştırmayı” hayal etmiştir. İlkesi her zaman toplumda ve ekonomide artan devlet müdahalesinin kendiliğinden sosyalist olduğudur. Stalinistlerin sosyalizm denen şeyi yukarıdan aşağıya dayatma ve devletleştirmeyi sosyalizmle bir tutma anlayışıyla ölümcül bir benzerlik taşır. Her ikisinin de kökleri sosyalist fikrin muğlak tarihine dayanmaktadır. 

Köklere dönüş: Aşağıdaki sayfalar sosyalizmin anlamını tarihsel olarak yeni bir şekilde araştırmayı önerir. Her zaman farklı “sosyalizm türleri” olmuştur ve bunlar geleneksel olarak reformist ya da devrimci, barışçıl ya da şiddet yanlısı, demokratik ya da otoriter vb. olarak ayrılmıştır. Bu ayrımlar her zaman vardır, ancak temelde yatan ayrım başka bir şeydir. Sosyalist hareketlerin ve fikirlerin tarihi boyunca, temel ayrım Yukarıdan Sosyalizm ve Aşağıdan Sosyalizm arasındadır.

Yukarıdan Sosyalizmin pek çok farklı biçimini birleştiren şey, sosyalizmin (ya da makul bir benzerinin) minnettar kitlelere şu ya da bu biçimde, aslında onların kontrolüne tabi olmayan bir yönetici elit tarafından verilmesi gerektiği anlayışıdır. Aşağıdan Sosyalizm’in kalbi, sosyalizmin ancak hareket halinde, özgürlüğe kendi elleriyle uzanan, tarih sahnesinde aktörler (sadece özneler değil) olarak kendi kaderlerini ellerine alma mücadelesinde “aşağıdan” harekete geçen kitlelerin kendini özgürleştirmesi yoluyla gerçekleştirilebileceği görüşüdür. “İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır”: Marx’ın Birinci Enternasyonal için yazdığı Kurallar’ın ilk cümlesi budur ve bu onun yaşam boyu sürecek çalışmasının İlk İlkesi’dir. 

Komünist diktatörlüğün bir “sosyalizm” biçimi olarak kabul edilmesini açıklayan Yukarıdan Sosyalizm anlayışıdır. Sosyal-demokratların dikkatini toplumun parlamenter üstyapısına ve ekonominin “komuta zirvelerinin” manipülasyonuna yoğunlaştıran ve onları aşağıdan gelen kitle eylemine düşman kılan Yukarıdan Sosyalizm anlayışıdır. Sosyalizmin gelişiminde egemen olan gelenek Yukarıdan Sosyalizmdir. 

Lütfen bunun sosyalizme özgü olmadığını unutmayın. Aksine, yukarıdan kurtuluş özlemi, yüzyıllar süren sınıflı toplum ve siyasi baskı boyunca her yere nüfuz eden bir ilkedir. Bu, insanların korunma ihtiyacından özgürleşmesi için kendilerine odaklanması yerine, korunmak için yukarıya bakmalarını sağlamak adına her egemen iktidar tarafından verilen kalıcı bir vaattir. İnsanlar lordlar tarafından yapılan adaletsizlikleri düzeltmek için krallara, kralların tiranlığını devirmek için mesihlere yöneldiler. Aşağıdan gelen kitlesel eylemin cesur yolu yerine, Halkı İyileştirecek “iyi” yöneticiyi bulmak her zaman daha güvenli ve daha ihtiyatlıdır. Yukarıdan özgürleşme modeli uygarlık tarihinde çok eskilere dayanır ve sosyalizmde de ortaya çıkmak zorunda kalmıştır. Yine de aşağıdan özgürleşme ancak modern sosyalist hareket çerçevesinde gerçekçi bir özlem haline gelebilmiştir; sosyalizm içinde ön plana çıkmıştır, ama bu da sadece arada bir olmuştur. Sosyalizmin tarihi, kendisini eski gelenekten, yukarıdan özgürleşme geleneğinden kurtarmak için sürekli ama büyük ölçüde başarısız bir çaba olarak okunabilir. 

Sosyalizmin mevcut krizinin ancak sosyalist gelenekteki bu Büyük Bölünme açısından anlaşılabilir olduğu inancıyla, sosyalizmin iki ruhuna dair birkaç örneğe dönüyoruz. 

  1. Bazı Sosyalist “Atalar” 

İkinci Enternasyonal’in önde gelen teorisyeni Karl Kautsky, Thomas More üzerine yazdığı kitabına sosyalizmin tarihini başlatan iki büyük figürün, yani More ve Münzer olduğu ve her ikisinin de “Likurgos ve Pisagor’dan Platon’a, Gracchi’ye, Katalin’e, İsa’ya kadar uzun bir sosyalist çizgiyi takip ettiği” gözlemiyle başlar. 

Bu, ilk “sosyalistlerin” çok etkileyici bir listesidir ve Kautsky’nin konumu göz önüne alındığında, bir sosyalisti gördüğünde kesinlikle tanıyabilmesi gerekirdi. Bu listenin en büyüleyici yanı, incelendiğinde birbirinden oldukça farklı iki gruba ayrılmasıdır. 

Plutarkhos’un Lycurgus’un hayatı adlı eseri, ilk sosyalistlerin onu Sparta “komünizminin” kurucusu olarak benimsemelerine yol açtı – Kautsky’nin onu listeye almasının nedeni budur. Ancak Plutarkhos’un anlattığı şekliyle Sparta sistemi, toprağın özel mülkiyet altında eşit olarak bölünmesine dayanıyordu; hiçbir şekilde sosyalist değildi. Sparta rejiminin betimlenmesinden elde edilebilecek “kolektivist” duygu farklı bir yönden gelmekteydi; kuşatma durumunda sürekli disiplinli bir garnizon olarak örgütlenen Sparta yönetici sınıfının yaşam biçimini ve buna helotlar (köleler) üzerinde uygulanan terör rejimini ekleyin. Modern bir sosyalistin Lycurgan rejimini okurken sosyalizmin bir atasıyla değil de faşizmin bir öncüsüyle karşılaştığını hissetmeden nasıl okuyabileceğini anlamıyorum. Arada büyük bir fark var! Ama nasıl oldu da sosyal-demokrasinin önde gelen kuramcıları üzerinde böyle bir etki bırakmadı? 

Pisagor, pleb-demokratik harekete karşı toprak sahibi aristokrasinin siyasi kolu olarak hareket eden bir elit düzeni kurdu; kendisi ve partisi sonunda bir halk devrimi ayaklanmasıyla devrildi ve kovuldu. Bu nedenle Kautsky barikatların yanlış tarafında gibi görünüyor! Ama bunun yanı sıra, Pisagorcu düzen içinde tam bir otoriterlik ve tasnif rejimi hüküm sürüyordu. Buna rağmen Kautsky, örgütlü Pisagorcuların komünal tüketim uyguladıkları inancından dolayı Pisagor’u sosyalist bir ata olarak görmeyi seçti. Bu doğru olsaydı bile (ki Kautsky daha sonra bunun doğru olmadığını öğrenmiştir) Pisagorcu düzeni herhangi bir manastır kadar komünist yapardı. Kautsky’nin listesinde totalitarizmin ikinci bir atası daha vardır. 

Platon’un Devletinin durumuyeterince iyi bilinmektedir. İdeal devletindeki tek “komünizm” unsuru, bürokrasi ve orduyu oluşturan küçük bir “Muhafızlar” eliti için manastır-komünal tüketimi reçetesidir; ancak bunu çevreleyen toplumsal sistemin sosyalist değil, özel mülkiyet sahibi olduğu varsayılır. Ve – işte yine burada – Platon’un devlet modeli aristokratik bir elit tarafından yönetilir ve onun argümanı demokrasinin kaçınılmaz olarak toplumun bozulması ve mahvolması anlamına geldiğini vurgulamaktır. Aslında Platon’un siyasi amacı, demokrasi eğilimiyle mücadele etmek için yönetici aristokrasinin rehabilitasyonu ve arındırılmasıydı. Onu sosyalist bir ata olarak adlandırmak, her türlü demokratik kontrolü önemsiz kılan bir sosyalizm anlayışını ima etmektir. 

Öte yandan, Catiline ve Gracchi’nin kolektivist bir yanı yoktu. İsimleri, Düzene karşı halkçı- demokratik isyanın kitlesel hareketleriyle anılır. Kuşkusuz sosyalist değillerdi ama antik dünyadaki sınıf mücadelesinin halk tarafında, yani aşağıdan halk hareketinin tarafında yer alıyorlardı. Sosyal-demokrasi teorisyenleri için her şey aynı görünüyordu. 

Burada, konumuzun tarih öncesinde, sosyalist hareketin panteonuna kabul edilmeye hazır iki tür figür bulunmaktadır. Bir yanda (sözde) kolektivizme sahip, ancak tam anlamıyla elitist, otoriter ve anti-demokrat olan figürler; diğer yanda ise kolektivist hiçbir yanı olmayan, demokratik sınıf mücadeleleriyle ilişkilendirilen figürler. Demokrasi olmaksızın kolektivist bir eğilim ve kolektivizm olmaksızın demokratik bir eğilim vardır, ancak bu iki akımı birleştiren henüz hiçbir şey yoktur

Alman Reformasyonunun devrimci sol kanadının lideri Thomas Münzer’e kadar böyle bir birleşme önerisine rastlamayız; çünkü bu hem komünist fikirlere sahiptir (Münzer’in) ve aynı zamanda aşağıdan derin bir halk-demokratik mücadeleye girişen bir toplumsal harekettir. Buna karşılık Sir Thomas More ise tam tersidir. Bu iki çağdaş arasındaki uçurum konumuzun merkezine gider. More’un Ütopyası sosyalist demokrasiden çok 1984üanımsatır; baştan aşağı elitist, hatta köleci, tipik bir Yukarıdan Sosyalizm olan ve tamamen düzenlenmiş bir toplum resmeder. Modern dünyanın eşiğinde duran bu iki “sosyalist atadan” birinin (More) diğerini lanetlemesi, onu ve hareketini öldüren cellatları desteklemesi şaşırtıcı değildir. 

O halde sosyalizmin dünyaya ilk geldiği zamanki anlamı nedir? En başından beri sosyalizm, iki ruhu arasında bölünmüştür ve aralarında savaş vardır. 

2. İlk Modern Sosyalistler

Modern sosyalizm, Büyük Fransız Devrimi ile 1848 devrimleri arasında kalan yaklaşık yarım yüzyıllık süreçte doğmuştur. Modern demokrasi de öyle. Ancak siyam ikizleri gibi birbirlerine bağlı olarak doğmadılar. İlk başta ayrı hatlar boyunca ilerlediler. Bu iki çizgi ilk olarak ne zaman kesişti? 

Fransız Devrimi’nin enkazından farklı sosyalizm türleri doğdu. Sorumuz ışığında en önemlilerinden üçünü ele alacağız. 

I. Babeuf. – İlk modern sosyalist hareket, Fransız Devrimi’nin son evresinde Babeuf (“Eşitlerin Komplosu”) tarafından yönetilen ve devrimci Jakobenizmin bir devamı ve daha tutarlı bir toplumsal hedef olarak tasarlanan harekettir: komünist eşitlik toplumu. Bu, modern çağda ilk kez sosyalizm fikrinin bir halk hareketi fikriyle birleştirilmesini temsil eder – oldukça önemli bir bileşimdir.[1]

Bu bileşim hemen kritik bir soruyu gündeme getirmiştir: Sosyalist fikir ile halk hareketi arasında görülen ilişki tam olarak nedir? Bu, önümüzdeki 200 yıl boyunca sosyalizmin için kilit sorusu olmuştur. 

Babouvistlerin şöyle bir tasarı yapar: Halkın kitlesel hareketi başarısız oldu; halk Devrime sırtını dönmüş görünür. Ancak hala acı çeker, hala komünizme ihtiyaçları vardır: bunu biliriz. Halkın devrimci iradesi sağcı bir komplo tarafından yenilgiye uğratılmıştır. İhtiyacımız olan şey, halk hareketini yeniden yaratmak, devrimci iradeyi hayata geçirmek için soldan bir komplodur. Bu nedenle iktidarı ele geçirmeliyiz. Ancak halk artık iktidarı ele geçirmeye hazır değil. Bu nedenle halkı o noktaya yükseltmek için iktidarı onlar adına ele geçirmemiz gerekir. Bu, kuşkusuz bir azınlık tarafından geçici bir diktatörlük anlamına gelir; ancak bu, gelecekte demokratik kontrolü mümkün kılacak koşulları yaratmayı amaçlayan Eğitsel Diktatörlük olacaktır (Bu anlamda biz demokratız.) Bu, proletarya bir yana, Komün’de olduğu gibi halkın diktatörlüğü bile olmayacaktır; açıkçası halk üzerinde bir diktatörlüktür – çok iyi niyetlerle. 

Önümüzdeki elli yılın büyük bir bölümünde, halk üzerinde Eğitsel Diktatörlük anlayışı devrimci solun programı olarak kalacaktır – üç B (Babeuf’ten Buonarroti’ye ve Blanqui’ye) ve anarşist laf kalabalığıyla Bakunin de dahil olmak üzere. Yeni düzen, devrimci grup tarafından acı çeken insanlara teslim edilecektir. Bu tipik Yukarıdan Sosyalizm, devrimci sosyalizmin ilk ve en ilkel biçimidir, ancak bugün bu yöntemin hala devrimcilikte son söz olduğunu düşünen Castro ve Mao’ya hayran olanlar vardır. 

II. Saint-Simon. – Devrimci dönemden çıkan parlak bir zihin tamamen farklı bir yol izler. Saint-Simon devrime, düzensizliğe ve kargaşaya karşı bir tiksintiyle hareket eder. Onu büyüleyen şey endüstri ve bilimin potansiyelleridir. 

Onun vizyonunun eşitlik, adalet, özgürlük, insan hakları ya da bunlara benzer tutkularla hiçbir ilgisi yoktur: sadece modernleşmeye, sanayileşmeye, planlamaya bakar ve bu tür düşüncelerden uzak kalır. Planlı sanayileşme yeni dünyanın anahtarıdır ve belli ki bunu başaracak olanlar da finansörler ve iş insanları oligarşisi, bilim insanları, teknoloji uzmanları ve yöneticileridir. Bunlara başvurmadığı zamanlarda Napolyon’u ya da halefi Louis XVIII’i kraliyet diktatörlüğü planlarını uygulamaya çağırmıştır. Onun planları çeşitliydi, ancak hepsi de son planlanmış yönetmeliğe kadar tamamen otoriterdi. Sistematik bir ırkçı ve militan bir emperyalist olarak, Fransız Devrimi’nin çocuğu olarak nefret ettiği eşitlik ve özgürlük fikrinin amansız düşmanıydı.

Ancak hayatının son evresinde (1825), doğal elitlerin görevlerini yerine getirme ve yeni modernleştirici oligarşiyi dayatma tepkisi karşısında hayal kırıklığına uğrayarak, aşağıdan işçilere hitap etmeye yöneldi. “Yeni Hıristiyanlık” bir halk hareketi olacaktı, ancak rolü sadece iktidar sahiplerini Saint-Simoncu planlamacıların tavsiyelerine kulak vermeye ikna etmekti. İşçiler örgütlenmeli – kapitalistlerine ve yönetici patronlarına “aylak sınıflardan” yönetimi devralmaları için ricada bulunmalıydı.

O halde Planlı Toplum fikri ile halk hareketi arasındaki ilişki neydi? Halk ve hareket, birilerinin elinde bir koçbaşı olarak yararlı olabilirdi. Saint-Simon’un nihai düşüncesi, yukarıdan bir Sosyalizmi gerçekleştirmek için aşağıdan bir hareketti. Ancak iktidar ve kontrol her zaman olduğu yerde, yani yukarıda kalmalıydı. 

III. Ütopyacılar. – Devrim sonrası kuşakta ortaya çıkan üçüncü bir sosyalizm türü de ütopyacı sosyalistlerdi – Robert Owen, Charles Fourier, Etienne Cabet, vs. Bunlar, Hayırsever Güç’ün kanatları altında hayırsever zenginlerin lütfuyla finanse edilecek, Lider’in zihninde canlanan ideal bir komünal koloni tasarladılar. 

Owen (pek çok açıdan aralarındaki en sempatik kişi) en az diğerleri kadar kesin konuştu: “Bu büyük değişim… zenginler ve güçlüler tarafından gerçekleştirilmelidir ve gerçekleştirilecektir. Bunu yapacak başka bir taraf yoktur … yoksulların zengin ve güçlülere karşı mücadele etmesi zaman, yetenek ve maddi kaynak israfıdır …” Doğal olarak “sınıf nefretine”, sınıf mücadelesine karşıydı. Buna inananların pek azı, bu “sosyalizmin” amacının “tüm toplumu, en gelişmiş doktorların hastalarını en iyi düzenlenmiş akıl hastanelerinde yönettikleri ve tedavi ettikleri gibi yönetmek veya tedavi etmek” olduğunu, “mevcut en akıl dışı toplum sisteminin mantıksızlığı ve adaletsizliği nedeniyle bu hale gelen” talihsizler için “hoşgörü ve nezaket” ile bu kadar açık bir şekilde yazmıştır. 

Cabet’in toplumunda seçimler vardı, ancak özgür tartışma olamazdı ve kontrollü bir basın, sistematik telkin ve tamamen tekdüzelik olunmasında reçetenin bir parçası olarak ısrar ediyordu. 

Bu ütopik sosyalistler için sosyalist fikir ile halk hareketi arasındaki ilişki neydi? İkincisi, iyi bir çoban tarafından bakılması gereken bir sürüydü. Yukarıdan Sosyalizmin mutlaka zalimce despotik niyetler anlamına geldiği düşünülmemelidir. 

Yukarıdan Sosyalizmlerin bu tarafı hiç de eskimiş değildir. Aksine, o kadar moderndir ki, Martin Buber gibi modern bir yazar, Ütopyadaki Yollardaeski ütopyacıları büyük demokratlar ve “özgürlükçüler” gibi ele alma konusunda olağanüstü bir başarıya imza atabilmektedir! Bu mit oldukça yaygındır ve sosyalist yazarların ve tarihçilerin, sosyalizmin iki ruhundaki baskın bileşen olarak Yukarıdan Sosyalizmin köklü siciline karşı olağanüstü duyarsızlığına bir kez daha işaret etmektedir. 

3. Marx Ne Yaptı 

Ütopyacılık özünde elitist ve anti-demokratikti çünkü ütopyacıydı – yani önceden hazırlanmış bir modelin reçetesine, var olması istenecek bir planın hayaline bakıyordu. Her şeyden önce, özgürlük arayan kitlelerin alt üst edici müdahalesiyle toplumu aşağıdan dönüştürme fikrine özünde düşmandı, hatta en sonunda yukarıya baskı yapmak için bir kitle hareketi aracına başvurmayı kabul etmişti. Marx’tan önce geliştiği şekliyle sosyalist harekette, Sosyalist İdea çizgisi hiçbir yerde Aşağıdan Demokrasi çizgisiyle kesişmedi. 

Bu kesişme, bu sentez Marx’ın büyük katkısıydı: Kapitalintüm içeriği buna kıyasla ikincildir. Marksizmin kalbi budur: “Yasa budur; geri kalan her şey yorumdur.” 1848’deki Komünist Manifesto(Engels’in sözleriyle) “en başından beri işçi sınıfının kurtuluşunun bizzat işçi sınıfının eylemi olması gerektiği fikrini taşıyan” ilk hareketin öz-bilincine işaret ediyordu. 

Genç Marx’ın kendisi de tıpkı insan embriyosunun solungaç aşamasından geçmesi gibi daha ilkel bir aşamadan geçti; ya da başka bir deyişle, ilk bağışıklıklarından birini, en yaygın hastalık olan Kurtarıcı-Despot yanılsamasına yakalanarak elde etti. 22 yaşındayken yaşlı Kayzer öldü ve liberallerin övgüleriyle Friedrich Wilhelm IV, yukarıdan demokratik reform beklentileri arasında tahta geçti. Böyle bir şey olmadı. Marx, Kurtarıcı-Diktatörlere ya da Kurtarıcı- Başbakanlara bağladığı umutlarla tüm sosyalizmin başına bela olan bu fikre bir daha asla geri dönmedi. 

Marx siyasete, sanayileşmiş Rhineland’ın liberal demokrasisinin aşırı solunun organı olan bir gazetenin mücadeleci editörü olarak girdi ve kısa sürede Almanya’da siyasi demokrasinin en önde gelen editoryal sesi haline geldi. Yayınladığı ilk makale, basının devletin her türlü sansüründen muaf tutulması lehinde bir polemikti. İmparatorluk hükümeti onu görevden almaya zorladığında, Fransa’dan gelen yeni sosyalist fikirler hakkında daha fazla bilgi edinmeye yöneldi. Liberal demokrasinin bu önde gelen sözcüsü sosyalist olduğunda, görevini hala demokrasinin savunulması olarak görüyordu – ancak demokrasinin artık daha derin bir anlamı vardı. Marx, sosyalizme, liberal demokrasi mücadelesi yoluyla ulaşan ilk sosyalist düşünür ve liderdi. 

{1844’te yazdığı el yazması notlarda, insanın kişiliğini yadsıyan mevcut “kaba komünizmi” reddetti ve “tamamen gelişmiş bir hümanizm” olacak bir komünizme yöneldi. 1845’te o ve arkadaşı Engels, Bruno Bauer tarafından temsil edilen sosyalist akımın elitizmine karşı bir argüman geliştirdi. 1846’da Brüksel sürgününde “Alman Demokratik Komünistleri”ni örgütlüyorlardı ve Engels şöyle yazıyordu: “Zamanımızda demokrasi ve komünizm birdir.” “Sadece proleterler komünist demokrasi bayrağı altında gerçekten kardeşleşebilirler.”}

Yeni komünist düşünceyi yeni demokratik özlemlerle ilk kez birleştiren bakış açısını geliştirirken, mesihçi bir diktatörlük hayal eden Weitling’inki gibi mevcut komünist hiziplerle çatışmaya girdiler. (Komünist Manifestoyuyazacakları)Komünist Birlik haline gelen gruba katılmadan önce, örgütün eski tip elit bir komplodan açık bir propaganda grubuna dönüştürülmesini, “batıl otoriterliğe yol açan her şeyin kurallardan çıkarılmasını”, lider komitenin “yukarıdan kararlar” geleneğine karşı tüm üyeler tarafından seçilmesini şart koştular. Birliği yeni yaklaşımlarına ikna ettiler ve Komünist Manifestodansadece birkaç ay önce 1847’de yayınladıkları bir dergide bunu duyurdular: 

“Bizler kişisel özgürlüğü yok etmek isteyen, dünyayı büyük bir kışlaya ya da devasa bir imalathaneye dönüştürmek isteyen komünistlerden değiliz. Vicdanları rahat bir şekilde, kişisel özgürlüğü reddeden ve tam bir uyumun önünde engel olduğunu düşündükleri için onu dünyanın dışına itmek isteyen bazı komünistler kesinlikle vardır. Ancak bizim özgürlüğü eşitlikle takas etmek gibi bir arzumuz yok. Hiçbir toplumsal düzende kişisel özgürlüğün, ortak mülkiyete dayalı bir toplumda olduğu kadar güvence altında olamayacağına inanıyoruz… [Her partinin sözle ya da yazıyla kendi fikirlerini çoğunluğa kabul ettirebileceği demokratik bir devlet kurmak için elimizi taşın altına koyalım…”

Bu tartışmalar sonucunda ortaya çıkan Komünist Manifestodevrimin ilk hedefinin “demokrasi savaşını kazanmak” olduğunu ilan ediyordu. İki yıl sonra ve 1848 devrimlerinin düşüşünden sonra Komünist Birlik bölündüğünde, aydınlanmış bir işçi sınıfının gerçek kitle hareketinin yerine kararlı devrimci grupları koymayı düşünen darbeciliğin “kaba komünizmi” ile bir kez daha çatışma yaşandı. Marx onlara şöyle demişti: 

“Azınlık … fiili ilişkiler yerine salt iradeyi devrimin itici gücü haline getirir. Biz işçilere: ‘Sadece mevcut koşulları değiştirmek için değil, aynı zamanda kendinizi değiştirmek ve siyasi egemenliğe uygun hale getirmek için de on beş, yirmi ya da elli yıllık iç savaşlardan ve uluslararası savaşlardan geçmeniz gerekecek’ derken, siz işçilere: ‘Bir an önce iktidara gelmeliyiz, yoksa uyumaya devam edebiliriz’ diyorsunuz.” 

Kendinizi değiştirmek ve siyasi egemenliğe uygun hale getirmek için”: bu, hem işçilere her Pazar iktidarı alabileceğini söyleyenlere hem de asla alamayacağını söyleyenlere karşı Marx’ın önerdiği programdır. Böylece Marksizm, Eğitsel Diktatörlük savunucularına, Kurtarıcı-Diktatörlere, devrimci elitistlere, komünist otoriterlere, hayırsever iyilikseverlere ve burjuva liberallerine karşı öz-bilinçli bir mücadele içinde ortaya çıkmıştır. Bu Marx’ın Marksizmidir; ne Marx’ın kapitalist statükoya karşı uzlaşmaz devrimci muhalefet ruhundan ürperen Düzen’in profesörlerinin ne de Marx’ın kendi türlerine savaş açarak gözlerini oyduğu gerçeğini gizlemek zorunda olan Stalinistler ve neo-Stalinistler tarafından bu yaftayla resmedilen karikatürize canavarlık değil. 

“Sosyalizm ve Demokrasi fikirlerini nihayet bir araya getiren Marx’tı”[2] Çünkü bu sentezi ilk kez mümkün kılan bir teori geliştirdi. Teorinin kalbi şu önermedir: sistemi değiştirmek için çıkar ve motivasyona sahip bir toplumsal çoğunluk vardır ve sosyalizmin amacı bu kitlesel çoğunluğun eğitimi ve harekete geçirilmesi olabilir. Bu, devrimin nihai itici gücü olan sömürülen sınıf, işçi sınıfıdır. Dolayısıyla, belirli bir zaman ve mekanda geri kalmış görünseler bile geniş kitlelerdeki devrimci potansiyelleri gören bir teori temelinde aşağıdan bir sosyalizm mümkündür. Sonuçta Kapitalbu önermenin ekonomik temelinin kanıtlanmasından başka bir şey değildir. 

Devrimci sosyalizm ile devrimci demokrasinin kaynaşmasını mümkün kılan yalnızca böyle bir işçi sınıfı sosyalizmi teorisidir. Bu noktada, bu kanaatin haklı olduğuna dair inancımızı tartışmıyoruz, sadece alternatif üzerinde ısrar ediyoruz: bu kanaati reddeden tüm sosyalistler ya da reformcu adayları, ister reformist, ütopik, bürokratik, Stalinist, Maoist ya da Castrocu olsun, yukarıdan bir sosyalizme yönelmelidir. Ve yöneliyorlar da. Komünist Manifestodanbeş yıl önce, 23 yaşında çiçeği burnunda bir sosyalist hala eski elitist gelenekle yazıyordu: “Saflarımızı sadece oldukça iyi bir eğitim almış sınıflardan, yani üniversitelerden ve ticari sınıftan oluşturabiliriz…” Genç Engels daha iyisini öğrendi; ancak bu eskimiş bilgelik hala her zamanki gibi bizimle.

4. Anarşist “Özgürlükçülük” Miti 

Radikalizm tarihindeki en katı otoriterlerden biri, özgürlük kelimesini bıkıp usanmadan tekrarlaması ve “aşağıdan devrim”e yaptığı çağrılar nedeniyle adı periyodik olarak büyük bir “özgürlükçü” model olarak canlandırılan “Anarşizmin Babası” Proudhon’dan başkası değildir. 

Bazıları onun Hitlervari antisemitizmini (“Yahudi insanlığın düşmanıdır. Bu ırkı Asya’ya geri göndermek ya da yok etmek gerekir …”) ya da genel olarak ilkeli ırkçılığını (Güney’in Amerikalı zencileri kölelik altında tutmasının doğru olduğunu düşünüyordu, çünkü onlar aşağı ırkların en aşağısıydı) veya savaşı kendi iyiliği için yüceltmesini (tıpkı Mussolini gibi) ya da kadınların hiçbir hakka sahip olmadığı görüşünü (“Kadının her türlü siyasi hakkını ve her türlü inisiyatifini reddediyorum. Kadının özgürlüğü ve refahı yalnızca evlilikte, annelikte, ev işlerinde yatar…” ) – yani Nazilerin “Kinder-Kirche-Küche”sinde- es geçmeye gönüllüdür. 

Ancak onun sadece sendikacılığa ve grev hakkına (hatta polisin grev kırıcılığını desteklemesine) değil, oy hakkı, genel oy hakkı, halk egemenliği ve anayasa fikrinin kendisine yönelik şiddetli muhalefetini görmezden gelmek mümkün değildir. (“Bütün bu demokrasi beni iğrendiriyor… Sıkılı yumruklarımla bu kalabalığın içine dalmak için neler vermezdim!”) İdeal toplumuna ilişkin notları arasında diğer tüm grupların bastırılması, 20’den fazla kişinin katıldığı her türlü kamusal toplantı, özgür basın ve seçimler yer almaktadır; aynı notlarda “genel bir engizisyon” ve “birkaç milyon insanın” zorunlu çalışmaya mahkum edilmesini dört gözle beklemektedir – “Devrim yapıldıktan sonra”. 

Tüm bunların ardında, halk kitlelerine yönelik şiddetli bir aşağılama yatıyordu – bu, Yukarıdan Sosyalizmin gerekli temeliydi, zıttı ise Marksizmin temeliydi. Kitleler yozlaşmış ve umutsuzdur (“İnsanlığa tapıyorum, ama insanların yüzüne tükürüyorum!”) Onlar “sadece vahşilerdir… onları uygarlaştırmak bizim görevimizdir ve onları egemenimiz yapmadan” diye yazıyordu küçümseyerek azarladığı bir arkadaşına: “Sen hala halka inanıyorsun.” İlerleme ancak halka hiçbir egemenlik vermemeye özen gösteren bir elitin hakimiyetiyle sağlanabilir. 

Şu ya da bu zamanda, devrimi gerçekleştirecek tek adam diktatörü olarak iktidardaki despotlara baktı: Louis Bonaparte (1852’de İmparatoru Devrimin taşıyıcısı olarak öven koca bir kitap yazdı); Prens Jerome Bonaparte; son olarak Çar Alexander II (“Çarın despotizminin uygarlık için gerekli olduğunu unutmayın”). 

Diktatörlük için elbette daha yakın bir aday vardı: kendisi. Kooperatif biçiminde “mutualist” bir iş için ayrıntılı bir plan hazırladı ve bu plan önce tüm iş dünyasını, sonra da devleti ele geçirecek şekilde yayılacaktı. Proudhon notlarında kendisini Baş Yönetici olarak yazdı, doğal olarak o çok küçümsediği demokratik kontrole tabi değildi. Ayrıntılarla önceden ilgileniyordu: “Tüm yöneticiler için gizli bir program hazırlayın: kraliyetin, demokrasinin, mülk sahiplerinin, dinin [ve benzerlerinin] geri dönülmez bir şekilde ortadan kaldırılması.” – “Yöneticiler ülkenin doğal temsilcileridir. Bakanlar sadece üst düzey yöneticiler ya da genel müdürlerdir: tıpkı benim bir gün olacağım gibi… Biz efendi olduğumuzda, Din bizim istediğimiz gibi olacaktır; Eğitim, felsefe, adalet, idare ve hükümet de öyle.” 

Anarşist “liberteryanizm” hakkında olağan yanılsamalarla dolu olabilecek okuyucu şunu sorabilir: O zaman özgürlüğe olan büyük sevgisi konusunda samimiyetsiz miydi? 

Hiç de değil: sadece anarşist “özgürlüğün” ne anlama geldiğini anlamak gerekir. Proudhoun şöyle yazmıştı: “Özgürlüğün ilkesi [Rabelais’deki] Theleme Manastırı’nın ilkesidir: ne istiyorsan onu yap!” ve bu ilke şu anlama geliyordu: “istediğini ve istediği her şeyi yapamayan her insan, tek başına bile olsa, hükümete karşı isyan etme hakkına sahiptir, hükümet başka herkes olsa bile.” Bu özgürlüğün tadını çıkarabilecek tek kişi bir despottur; Dostoyevski’nin Şigalev’inin parlak kavrayışının anlamı budur: “Sınırsız özgürlükten yola çıkarak sınırsız despotizme varıyorum.” 

Diktatörlük ve demokratik kontrolü bastırma planları Proudhon’unkinden daha iyi bilinen ikinci “Anarşizmin Babası” Bakunin için de benzer bir hikaye söz konusudur. 

Temel neden aynıdır: Anarşizm aşağıdan demokratik kontrolün yaratılmasıyla değil, yalnızca birey üzerindeki “otoritenin” yok edilmesiyle ilgilenir, buna toplumun hayal edilebilecek en aşırı demokratik düzenlemesinin otoritesi de dahildir. Bu durum önde gelen anarşist yazarlar tarafından defalarca açıklığa kavuşturulmuştur; örneğin George Woodcock: “demokrasi mümkün olsaydı bile, anarşist yine de onu desteklemezdi … Anarşistler siyasi özgürlüğü savunmazlar. Savundukları şey siyasetten özgürleşmektir…” Anarşizm ilke olarak şiddetle anti-demokratiktir, çünkü ideal olarak demokratik bir otorite yine de otoritedir. Ancak demokrasiyi reddettiğinden, Theleme sakinleri arasındaki kaçınılmaz anlaşmazlıkları ve farklılıkları çözmenin başka bir yolu olmadığından, kontrolsüz her birey için sınırsız özgürlüğü, hem teoride hem de pratikte böyle bir birey tarafından sınırsız despotizmden ayırt edilemez. 

Çağımızın en büyük sorunu, modern toplumsal otoritenin devasa iktidarı üzerinde aşağıdan demokratik kontrolün sağlanmasıdır. Aşağıdan bir şeylere dair laf kalabalığı konusunda en özgür olan anarşizm, bu hedefi reddeder. Tüm değerleri ters yüz edilmiş bürokratik despotizm, madalyonunun diğer yüzüdür, tedavi ya da alternatif değildir. 

5. Lassalle ve Devlet Sosyalizmi

Modern sosyal-demokrasinin bu modeli, Alman Sosyal-Demokrat Partisi, genellikle Marksist bir temelde ortaya çıkmış gibi gösterilir. Bu, sosyalizmin mevcut tarihlerindeki pek çok şey gibi bir efsanedir. Marx’ın etkisi, bir süre için bazı üst düzey liderler de dahil olmak üzere, güçlüydü, ancak partiye nüfuz eden ve nihayetinde partiyi saran politika esas olarak iki başka kaynaktan geldi. Biri, Alman sosyalizmini örgütlü bir hareket olarak kuran Lassalle (1863); diğeri ise Eduard Bernstein’ın “revizyonizmine” ilham veren İngiliz Fabianlarıydı. 

Ferdinand Lassalle, devlet sosyalistinin prototipidir – yani sosyalizmi mevcut devlet eliyle getirmeyi amaçlayan kişi. İlk önemli örnek o değildi (o Louis Blanc’tı), ama onun için mevcut devlet Bismarck yönetimindeki Kaiser’in devletiydi. 

Lassalle işçilere devletin “hiçbirimizin kendisi için başaramadığını her birimiz için başaracak” bir şey olduğunu söyledi. Marx ise bunun tam tersini öğretiyordu: işçi sınıfı kendi kurtuluşunu kendisi gerçekleştirmeli ve bu süreçte mevcut devleti ortadan kaldırmalıydı. E. Bernstein, Lassalle’ın devleti “gerçek bir kült haline getirdiğini” söylerken oldukça haklıydı. Lassalle bir Prusya mahkemesine, “Tüm uygarlığın kadim ateşi olan devleti, o modern barbarlara [liberal burjuvaziye] karşı sizinle birlikte savunuyorum” demişti. Lassalle’ın biyografisini yazan Footman, Marx ve Lassalle’ı “temelden karşıt” kılan şeyin bu olduğunu belirtir ve Lassalle’ın Prusya yanlısı, Prusya milliyetçisi ve Prusya emperyalizmi yanlısı olduğunu ortaya koyar. 

Lassalle bu ilk Alman sosyalist hareketini kendi kişisel diktatörlüğü olarak örgütledi. Oldukça bilinçli bir şekilde,yukarıdan sosyalizme ulaşmak için aşağıdan bir kitle hareketi olarak inşa etmeye koyuldu (Saint-Simon’un koçbaşını hatırlayın). Amaç, Bismarck’ı taviz vermeye ikna etmekti – özellikle de genel oy hakkı, bu temelde Lassalle yönetimindeki bir parlamenter hareket, liberal burjuvaziye karşı bir koalisyonda Bismarck devletinin kitlesel bir müttefiki olabilirdi. Bu amaçla Lassalle aslında Demir Şansölye ile pazarlık yapmaya çalıştı. Ona örgütünün diktatörlük tüzüğünü “belki de beni kıskanacağınız krallığımın anayasası” olarak gönderen Lassalle şöyle devam etti:

“Ancak bu minyatür, işçi sınıfının diktatörlüğe karşı içgüdüsel bir eğilim duyduğunun ne kadar doğru olduğunu göstermek için yeterli olacaktır, eğer önce diktatörlüğün kendi çıkarları doğrultusunda uygulanacağına doğru bir şekilde ikna edilebilirse; Ve tüm cumhuriyetçi görüşlere rağmen – ya da daha doğrusu tam da bu görüşler nedeniyle – daha geçenlerde size söylediğim gibi, burjuva toplumunun egoizmine karşı Kraliyet’i toplumsal diktatörlüğün doğal temsilcisi olarak görmeye ne kadar eğilimli olduğuna; eğer Kraliyet kendi adına gerçekten devrimci bir çizgi izlemeye ve kendisini ayrıcalıklı düzenlerin monarşisinden toplumsal ve devrimci bir halk monarşisine dönüştürmeye karar verebilirse – ki bu kesinlikle çok olanaksızdır -.” 

Bu gizli mektup o zamanlar bilinmese de Marx, Lassallecılığın doğasını mükemmel bir şekilde kavramıştı. Lassalle’ın yüzüne karşı onun bir “Bonapartist” olduğunu söylemiş ve “Onun tutumu geleceğin işçi diktatörünün tutumudur” diye yazmıştı. Marx, Lassalle’ın eğilimini “Prusya Kraliyet Hükümeti sosyalizmi” olarak adlandırdı ve onun “burjuvaziye karşı mutlakiyetçi ve feodal muhaliflerle ittifakını” suçladı. 

“Toplumun devrimci dönüşüm süreci yerine” diye yazıyordu Marx, Lassalle sosyalizmin “devletin üretici kooperatif topluluklarına verdiği ve işçinin değil devletin ‘var ettiği’, ‘devlet yardımından’ meydana geldiğini” düşünüyordu. Marx bununla alay eder. “Ancak mevcut kooperatif birlikleri söz konusu olduğunda, bunlar yalnızca işçilerin bağımsız yaratımları oldukları ve hükümetin ya da burjuvazinin himayesinde olmadıkları ölçüde değerlidirler.” Burada, devlet sosyalizmine karşı Aşağıdan Sosyalizmin kilit taşı olarak bağımsız kelimesinin anlamının klasik bir ifadesi yer alır. 

Amerikan tipi bir akademik anti-marksistin Marx’ın bu yönüyle karşılaştığında ne olduğuna dair öğretici bir örnek vardır. Mayo’nun Demokrasi and Marksizm(daha sonra Marksist Teoriye Girişolarak revize edilmiştir) adlı kitabı, Marksizmi “Moskova ortodoksisi” olarak tanımlamak gibi basit bir yöntemle Marksizmin anti-demokratik olduğunu kanıtlamaktadır. Ama en azından Marx’ı okumuş ve Marx’ın uzun yaşamı boyunca hiçbir yerde devlet için daha fazla güç kaygısı taşımadığını, aksine bunun tam tersini düşündüğünü fark etmiş görünür. Ona göre Marx bir “devletçi” değildir: 

“Marksizme yöneltilen popüler eleştiri, onun bir tür ‘devletçiliğe’ dönüşme eğiliminde olduğudur. İlk bakışta [yani, okurken] bu eleştiri isabetsiz görünmektedir, çünkü Marx’ın siyaset teorisinin erdemi … devletin yüceltilmesinden tamamen yoksun olmasıdır.”

Bu keşif, elbette Marksizmin devleti yüceltmesi gerektiğini önceden bilen Marx eleştirmenleri için kayda değer bir meydan okuma sunar. Mayo bu zorluğu iki ifadeyle çözer: (1) “Devletçilik, toplam planlamanın gerekliliklerinde örtüktür …” (2) Rusya’ya bakın. Ancak Marx “toplam planlama” fetişi yapmamıştır. Tam da seleflerinin ütopik “plancılığına” ya da yukarıdan plancılığına bu kadar şiddetli tepki gösterdiği için, sosyalizmin bir planını hazırlayamadığı için (diğer Marx eleştirmenleri tarafından) sık sık kınanmıştır. “Planlamacılık” tam da Marksizmin yok etmek istediği sosyalizm anlayışıdır. Sosyalizm planlamayı içermelidir, ancak “topyekûn planlama” sosyalizm anlamına gelmez, tıpkı her aptalın profesör olabileceği ama her profesörün aptal olmak zorunda olmadığı gibi.

6. Fabian Modeli

Almanya’da Lassalle figürünün arkasında ilginç bir yönde ilerleyen bir dizi “sosyalizm” parıldamaktadır. 

Akademik Sosyalistler (“Kürsü Sosyalistleri”, Kathedersozialisten – Düzen akademisyenlerinin bir akımı) Lasalle’dan daha açık bir şekilde Bismarck’a bakıyorlardı, ancak devlet-sosyalizmi anlayışları ilke olarak onunkine yabancı değildi. Sadece Lassalle bu amaçla aşağıdan bir kitle hareketi başlatmak gibi riskli bir yola başvurmuştu – riskliydi çünkü bir kez harekete geçtiğinde kontrolden çıkabilirdi, nitekim birden fazla kez öyle oldu. Bismarck’ın kendisi de paternalist ekonomi politikalarını bir tür sosyalizm olarak sunmaktan çekinmedi ve “monarşik sosyalizm”, “Bismarckçı devlet sosyalizmi” vb. hakkında kitaplar yazıldı. Daha da sağa doğru gidildiğinde ise bir proto-Nazi olan Friedrich List’in “sosyalizmine” ve anti-kapitalist bir anti-Semitizm biçiminin (Dühring, A. Wagner, vb.) Adolf Hitler döneminde kendisini sosyalizm olarak adlandıran hareketin temelinin bir parçasını oluşturduğu çevrelere varıldı. 

Tüm bu yelpazeyi tüm farklılıklarıyla birleştiren şey, sosyalizmin yalnızca devletin ekonomik ve toplumsal hayata müdahalesine eşdeğer olduğu anlayışıdır. “Staat, greif zu!” Lassalle seslendi. “Devlet, her şeye el koy!” – İşte tüm sosyalizm budur. 

Bu nedenle Schumpeter, Alman devlet sosyalizminin İngiliz eşdeğerinin Sidney Webb’in sosyalizmi olan Fabianizm olduğunu gözlemlerken haklıdır. 

Fabianlar (daha doğru bir ifadeyle Webbianlar), sosyalist düşüncenin tarihinde, Marksizm’den tamamen ayrılarak gelişen ve Marksizm’e en yabancı olan modern sosyalist akımdır. Bu, özellikle Britanya’da kitlesel işçi ve sosyalist hareketin yükselişinden önce, istemediği ve inşa edilmesine yardımcı olmadığı (aksi yöndeki yaygın efsaneye rağmen), neredeyse kimyasal olarak saf sosyal-demokratik reformizmdi. Bu nedenle Marksizm’in dilinin bir kısmını benimseyip özünü çarpıtarak ona saygılarını sunan diğer reformist akımların aksine, çok önemli bir denemeydi. 

Kasıtlı olarak orta sınıf bir yapıya ve çekiciliğe sahip olan Fabianlar, herhangi bir kitle hareketi inşa etmekten yana değillerdi, hele ki Fabian hareketi hiç değil. Kendilerini, toplumun mevcut kurumlarına nüfuz edecek, Muhafazakâr ya da Liberal tüm alanlardaki gerçek liderleri etkileyecek ve toplumsal gelişmeyi “tedriciliğin kaçınılmazlığı” ile kolektivist hedefine doğru yönlendirecek küçük bir danışman grubu eliti olarak görüyorlardı. Sosyalizm anlayışları tamamen devlet müdahalesi (ulusal ya da belediye) anlamında olduğundan ve teorileri onlara kapitalizmin kendisinin her geçen gün hızla kolektifleştiğini ve bu yönde ilerlemesi gerektiğini söylediğinden, işlevleri sadece süreci hızlandırmaktı. Fabian Topluluğu 1884’te bir köpekbalığına kılavuz balık olmak üzere tasarlanmıştı: ilk başta köpekbalığı Liberal Parti’ydi; ancak Liberalizmin nüfuz etmesi sefil bir şekilde başarısız olduğunda ve emek nihayet Fabianlara rağmen kendi sınıf partisini örgütlediğinde, kılavuz balık basitçe kendini yeniden bağladı. 

Belki de teorisini Yukarıdan Sosyalizm olarak bu kadar sistematik ve hatta bilinçli bir şekilde geliştirmiş başka bir sosyalist eğilim yoktur. Bu hareketin doğası erken dönemde fark edilmiş olsa da daha sonra Fabianizm’in İşçi reformizmi ile birleşmesi sonucu üstü örtülmüştür. Fabian Topluluğu içindeki önde gelen Hıristiyan sosyalist bir keresinde Webb’e “bürokratik bir Kolektivist” olarak saldırmıştı (belki de bu terimin ilk kullanımıdır.) Hilaire Belloc’un 1912’de yazdığı bir zamanların ünlü kitabı The Servile State  büyük ölçüde “kolektivist ideali” temelde bürokratik olan Webb tipi tarafından tetiklenmişti. G.D.H. Cole şöyle anımsıyor: “O günlerde Webb’ler, siyasette aktif olan herkesin ya ‘A’ ya da ‘B’ – yani anarşist ya da bürokrat – olduğunu ve kendilerinin de ‘B’ olduklarını söylemekten hoşlanırlardı…” 

Bu nitelemeler Fabianizm olan Webbian kolektivizminin anlamını tam olarak yansıtmamaktadır. Baştan sona yönetimsel, teknokratik, elitist, otoriter ve “planlamacıydı”. Webb neredeyse siyasetle eşanlamlı olarak ipleri elinde tutma terimine düşkündü. Bir Fabian yayınında “Sosyalizmin Cizvitleri” olmak istedikleri yazıyordu. Müjde, Düzen ve Verimlilikti. Nazik davranılması gereken halk, yalnızca yetkin uzmanlar tarafından yönetilmeye uygundu. Sınıf mücadelesi, devrim ve halk çalkantıları delilikti.Fabianizm ve İmparatorlukta emperyalizm övülmüş ve benimsenmişti. Eğer sosyalist hareket kendi bürokratik kolektivizmini geliştirdiyse, o da buydu. 

Fabian sözcüsü Sidney Ball, okuyucuyu bu fikirden vazgeçirmek için, “Sosyalizmin esasen aşağıdan bir hareket, bir sınıf hareketi olduğu düşünülebilir,” diye yazıyordu; ancak şimdi sosyalistler “soruna popüler görüşten ziyade bilimsel açıdan yaklaşıyorlar; onlar orta sınıf teorisyenleridir,” diye övünüyor ve “sokağın Sosyalizmi ile sandalyenin Sosyalizmi arasında belirgin bir kopuş” olduğunu açıklamaya devam ediyordu. 

Sonrası da bilinmekte, ancak genellikle göz ardı edilmektedir. Özel bir eğilim olarak Fabianizm 1918’de İşçi Partisi reformizminin daha geniş akışı içinde kaybolurken, önde gelen Fabianların kendileri başka bir yöne gittiler. Hem Sidney ve Beatrice Webb hem de Bernard Shaw – en üst üçlü – 1930’larda Stalinist totalitarizmin ilkeli destekçileri oldular. Daha da önce, sosyalizmin bir Süpermen’e ihtiyacı olduğunu düşünen Shaw, birden fazlasını bulmuştu. Sırasıyla Mussolini ve Hitler’i “sosyalizmi” Yahoo’lara devredecek hayırsever despotlar olarak benimsedi ve sadece kapitalizmi gerçekten ortadan kaldırmadıkları için hayal kırıklığına uğradı. Shaw 1931’de Rusya’ya yaptığı bir ziyaretin ardından Stalin rejiminin gerçekte Fabianizm olduğunu açıkladı. Webb’ler de Moskova’ya gittiler ve Tanrı’yı buldular. Sovyet Komünizmi: Yeni Bir Uygarlıkadlıkitaplarında, (Moskova’nın kendi belgelerinden ve Stalin’in kendi iddialarından özenle araştırarak) Rusya’nın dünyanın en büyük demokrasisi olduğunu; Stalin’in diktatör olmadığını; herkes için eşitliğin hüküm sürdüğünü; tek parti diktatörlüğünün gerekli olduğunu; Komünist Parti’nin Slavlara ve Moğollara (ama İngilizlere değil) uygarlık getiren tamamen demokratik bir elit olduğunu; Batı’da siyasi demokrasinin zaten başarısız olduğunu ve çağımızda siyasi partilerin hayatta kalması için hiçbir neden olmadığını kanıtladılar … 

Moskova tasfiye davaları ve Hitler-Stalin Paktı boyunca Stalin’i gözle görülür bir şekilde tereddüt göstermeden desteklediler ve var olan Politbüro’dakilerden daha eleştirel olmayan Stalin yanlıları olarak öldüler. Shaw’ın açıkladığı gibi, Webb’lerin Rus Devrimi’nin kendisini küçümsemekten başka yaptıkları bir şey yoktu, ancak “Webb’ler değişimin enkazı ve yıkımı sona erene, hataları giderilene ve Komünist Devlet adil bir şekilde sunulana kadar beklediler.” Yani, devrimci kitlelere deli gömleği giydirilinceye, devrimin liderlerine nakdi ödeme yapılıncaya, diktatörlüğün etkin sükuneti sahneye yerleşinceye, karşı-devrim sağlam bir şekilde kuruluncaya kadar beklediler; ve sonra İdeal’i ilan etmek için geldiler. 

Bu gerçekten devasa bir yanlış anlama, kavranamaz bir gaf mıydı? Yoksa bunun gerçekten de kendi ideolojilerine uyan “sosyalizm” olduğunu düşünmekte haklı değiller miydi? Fabianizm’in orta sınıf nüfuzundan Stalinizme savrulması, Yukarıdan Sosyalizm’e menteşelenmiş bir kapının sallanmasıydı. 

Fabianizm’in dünyaya yayıldığı yüzyılın hemen öncesindeki on yıllara dönüp baktığımızda, Webb’in antitezi olan bir başka figür belirir: devrimci sosyalizmin o dönemdeki önde gelen kişiliği, kırklı yaşlarının sonunda sosyalist ve Marksist olan şair ve sanatçı William Morris. Morris’in sosyalizm üzerine yazıları her gözeneğinden Aşağıdan Sosyalizm ruhunu solur, tıpkı Webb’in her satırının tam tersi olması gibi. Bu belki de en açık şekilde Fabianizm’e (doğru nedenlerle) yaptığı kapsamlı saldırılarda; yani Lassalle’ın İngiliz versiyonu olan diktatör H.M. Hyndman’ın “Marksizm”inden hoşlanmamasında; devlet-sosyalizmini kınamasında ve Bellamy’nin Geriye Bakmak‘ındakibürokratik-kolektivist ütopyadan tiksinmesinde görülür (Sonuncusu onu şöyle demeye itmiştir: “Eğer beni bir işçi alayına alsalar, sırtüstü yatar ve tekmelerdim.”) 

Morris’in sosyalist yazıları, her yanıyla aşağıdan, şimdiki zamanda sınıf mücadelesine yaptığı vurgularla doludur ve sosyalist geleceğe ilişkin olarak yazdığı Yok Yerden HaberlerBellamy’nin kitabının doğrudan antitezidir. Şöyle uyarır: 

“tek tek insanların yaşam işlerini Devlet denen soyut bir kavramın omuzlarına yükleyemeyeceklerini, ancak birbirleriyle bilinçli bir birliktelik içinde ele almaları gerektiğini … Yaşamın çeşitliliği, koşulların eşitliği kadar gerçek Komünizmin bir amacıdır ve … bu ikisinin birleşmesinden başka hiçbir şey gerçek özgürlüğü getirmeyecektir.”

“Bazı Sosyalistler bile,” diye yazıyordu, “modern yaşamın yöneldiği kooperatif mekanizmasını Sosyalizmin özüyle karıştırma eğilimindeler.” Bu, “topluluğun bürokrasiye düşme tehlikesi” anlamına geliyordu. Bu nedenle “kolektivist bir bürokrasinin” yaklaşmakta olduğu korkusunu dile getirdi. Yine de Morris, devlet-sosyalizmine ve reformizme şiddetle tepki göstererek parlamentarizm karşıtlığına yöneldi ancak anarşist tuzağa düşmedi:

“… insanlar yönetimde işbirliği yapmak zorunda kalacaklar ve bazen fikir ayrılıkları yaşanacak … Ne yapmalı? Hangi parti yol verecek? Anarşist dostlarımız bunun çoğunluk tarafından yapılmaması gerektiğini söylüyorlar; bu durumda azınlık tarafından yapılmalıdır. Peki neden? Azınlıkta ilahi bir hak var mı?”

Bu, anarşizmin sorununun aşırı idealist olması olduğu yönündeki yaygın görüşten çok daha derin bir şekilde anarşizmin kalbine gider. 

William Morris, Sidney Webb’e karşı: hikayeyi özetlemenin bir yolu da budur. 

7.  “Revizyonist” Cephe

Sosyal-demokrat “revizyonizm”in teorisyeni Eduard Bernstein, ilhamını Londra sürgününde büyük ölçüde etkilendiği Fabianizm’den almıştı. O, 1896’da reformist politikayı icat etmedi: yalnızca onun teorik sözcüsü oldu (Parti bürokrasisinin şefleri daha az teoriyi tercih ediyordu: Bernstein’a “Biri söylemez, biri yapar” demişlerdiyani Alman sosyal-demokrasisinin siyaseti, teorisyenleri bu değişimi yansıtmadan çok önce Marksizm’den arındırılmıştı). 

Ancak Bernstein Marksizmi “revize” etmedi. Onun rolü, solmuş uzuvları buduyormuş gibi yaparken kökünden sökmekti. Fabianların numara yapmakla uğraşmasına gerek yoktu ama Almanya’da Marksizmi cepheden bir saldırıyla yok etmek mümkün değildi. Yukarıdan Sosyalizme (“die alte Scheisse”) dönüş, bir “modernleşme”, bir “revizyon” olarak sunulmak zorundaydı. 

Esasen, Fabianlar gibi “revizyonizm” de kendi sosyalizmini kapitalizmin kaçınılmaz kolektifleşmesinde buldu; sosyalizme doğru hareketi kapitalizme içkin kolektivist eğilimlerin toplamı olarak gördü; kapitalizmin yukarıdan, mevcut devletin kurumları aracılığıyla “kendi kendini toplumsallaştırmasına” baktı. Devletleştirme = Sosyalizm denklemi Stalinizmin icadı değildi; sosyal demokrat reformizmin Fabian-Revizyonist-Devletçi-sosyalist akımı tarafından sistematize edildi. 

Sosyalizmin modasının geçtiğini, çünkü kapitalizmin artık gerçekten var olmadığını ilan eden çağdaş keşiflerin çoğunu Bernstein’da bulmak mümkündür. Weimar Almanya’sına kapitalist demenin “saçma” olduğunu, çünkü kapitalistler üzerinde denetim uygulandığını ilan etti; Bernsteincılıktan, Nazi devletinin ilan edildiği gibi daha da anti-kapitalist olduğu sonucu çıkar… 

Sosyalizmin bürokratik bir kolektivizme dönüşümü, Bernstein’ın işçi demokrasisine yönelik saldırısında zaten örtüktür. İşçilerin sanayiyi kontrol etmesi fikrini reddederek demokrasiyi yeniden tanımlamaya girişir. “Halk tarafından hükümet” mi? Bernstein bunu reddederek, “sınıf hükümetinin yokluğu” şeklindeki negatif tanımı tercih eder. Böylece sosyalizmin olmazsa olmazı olarak işçi demokrasisi kavramı, Komünist akademilerde demokrasinin zekice yeniden tanımlanması kadar etkili bir şekilde çöpe atılmaktadır. Siyasi özgürlük ve temsili kurumlar bile tanım dışı bırakılmıştır: Bu, Bernstein’ın kendisi Lassalle ya da Shaw gibi kişisel olarak antidemokratik olmadığı için daha da etkileyici bir teorik sonuçtur. Bu formülasyonları gerektiren Yukarıdan Sosyalizm teorisidir. Bernstein yalnızca devletleştirme = sosyalizm denkleminin değil, aynı zamanda sosyalizmin işçi demokrasisinden ayrılmasının da önde gelen sosyal demokrat teorisyenidir

Bu nedenle Bernstein’ın, Marx’ın devlet düşmanlığının “anarşist” olduğu ve Lassalle’ın sosyalizmi başlatmak için devlete bakmakta haklı olduğu sonucuna varması yerindedir. Bernstein, “görünür geleceğin idari organı bugünkü devletten sadece derece olarak farklı olabilir” diye yazar; “devletin sönüp gitmesi” sosyalizm altında bile ütopyacılıktan başka bir şey değildir. Bernstein tam tersine çok pratikti; örneğin Kayzer’in sönümlenmeyen devleti sömürgeler için emperyalist mücadeleye giriştiğinde, Bernstein derhal sömürgeciliği ve Beyaz Adamın Yükü’nü savundu: “Vahşilerin işgal ettikleri topraklar üzerinde yalnızca koşullu bir hakkı tanınabilir; yüksek uygarlık nihayetinde daha yüksek bir hak iddia edebilir.” 

Bernstein sosyalizme giden yola ilişkin kendi vizyonunu Marx’ınkiyle karşılaştırdı: Marx’ınki “bir ordunun resmidir. Dolambaçlı yollardan, taşların ve sopaların üzerinden geçerek ilerler. Sonunda büyük bir uçuruma varır. Uçurumun ötesinde arzulanan hedef, yani ancak denizin, bazılarının söylediği gibi kızıl bir denizin içinden geçilerek ulaşılabilecek olan geleceğin devleti durmaktadır.” Buna karşılık Bernstein’ın vizyonu kızıl değil güllük gülistanlıktı: hayırsever bir devlet burjuvaziyi nazikçe iyi bürokratlara dönüştürürken sınıf mücadelesi yumuşayarak uyuma dönüşür. Bernstein’laşmış sosyal-demokrasi önce 1919’da devrimci solu vurdu, sonra da ıslah olmamış burjuvaziyi ve orduyu iktidara getirerek Almanya’nın faşistlerin eline geçmesine yardımcı oldu. 

Eğer Bernstein bürokratik kolektivizmin sosyalizmle özdeşleştirilmesinin teorisyeniyse, o dönemde İkinci Enternasyonal’de devrimci-demokratik bir Aşağıdan Sosyalizmin önde gelen sözcüsü haline gelen ise Alman hareketindeki sol kanat rakibiydi. Bu, özgür bir işçi sınıfının kendiliğinden mücadelesine inancını ve umudunu ısrarla ortaya koyan Rosa Luxemburg’du ki, onun için efsane yaratanlar onun hiçbir zaman benimsemediği bir “kendiliğindenlik teorisi”ni, yani “kendiliğindenliğin” “önderliğe” karşıt olduğu gibi bir teori icat ettiler. 

Luxemburg, kendi hareketinde, işçiler üzerinde Eğitsel Diktatörlük teorisini yeniden keşfeden (her nesilde En Son Şey olarak yeniden keşfediliyor) “devrimci” elitistlere karşı çok mücadele etti ve yazmak zorunda kaldı: “Proletaryanın çoğunluğunun bilinçli iradesi ve bilinçli eylemi olmadan sosyalizm olamaz… [Biz] Alman işçi sınıfının büyük çoğunluğunun açık ve net iradesi dışında asla devlet otoritesini üstlenmeyeceğiz…” Ve ünlü aforizması şudur: “Hakiki bir devrimci işçi hareketi tarafından yapılan hatalar, tarihsel olarak en iyi Merkez Komitenin yanılmazlığından çok daha verimli ve değerlidir.” 

Rosa Luxemburg Eduard Bernstein’a karşı: Bu hikayenin Almanya bölümü. 

8 %100 Amerikan Sahnesi 

Amerikan “yerli sosyalizminin” kaynaklarında da tablo aynıdır, sadece daha fazladır. Erken dönem Sosyalist İşçi Partisi’nin ithal “Alman sosyalizmini” (Marksist süslemelerle Lassallean) göz ardı edersek, burada önde gelen figür açık ara Edward Bellamy ve onun Geriye Bakmak (1887) adlı kitabıdır. Ondan hemen önce şimdi unutulmuş olan Laurence Gronlund’un Cooperative Commonwealth (1884) adlı kitabı zamanında son derece etkili olmuş ve 100.000 kopya satmıştır. 

Gronlund o kadar güncel ki, demokrasiyi reddettiğini söylemez – sadece “yeniden tanımlar”; “çoğunlukların yönetimi”ne karşı “Yetkinlerin Yönetimi” olarak, temsili hükümetin yanı sıra tüm partileri de ortadan kaldırmaya yönelik mütevazı bir öneriyle birlikte. “Halkın” istediği tek şeyin “yönetim – iyi yönetim” olduğunu öğretir. “Doğru liderleri” bulmalı ve ardından “tüm kolektif güçlerini onların ellerine teslim etmeye istekli” olmalıdırlar. Temsili hükümetin yerini plebisit alacaktır. Planının işe yarayacağından emin olduğunu, çünkü Katolik Kilisesi hiyerarşisi için çok iyi işlediğini açıklar. Doğal olarak sınıf mücadelesi gibi korkunç bir fikri reddeder. İşçiler kendi kendilerini özgürleştirmekten acizdir ve Marx’ın bu İlk İlkesi’nin ünlü ifadesini özellikle kınamaktadır. Yahoolar, entelijansiyadan seçilen “yetkin” bir elit tarafından özgürleştirilecektir; ve bir noktada öğrenciler için gizli bir komplocu Amerikan Sosyalist Kardeşliği örgütlemeye koyulmuştur. 

Bellamy’nin Geriye Bakmak’daki sosyalist ütopyası, ideal toplum modeli olarak açıkça ordu üzerine modellenmiştir – alaylı, hiyerarşik olarak bir elit tarafından yönetilen, yukarıdan aşağıya doğru örgütlenmiş, büyük son olarak arı kovanının rahat komünyonu ile. Hikayenin kendisi toplumun tek bir büyük ticari şirkette, tek bir kapitalistte, yani devlette yoğunlaşmasıyla gelen geçişi resmetmektedir. Genel oy hakkı kaldırılır; aşağıdan gelen tüm örgütlenmeler ortadan kaldırılır; kararlar yukarıdan gelen idari teknokratlar tarafından alınır. Takipçilerinden biri bu “Amerikan sosyalizmini” şöyle tanımlamıştır: “Toplum fikri, çarklarının birbirine sıkı sıkıya kenetlenmesi sayesinde minimum sürtünmeyle çalışacak ve herkese maksimum zenginlik ve boş zaman sağlayacak mükemmel bir şekilde örgütlenmiş endüstriyel bir sistemdir.”

Anarşistlerde olduğu gibi Bellamy’nin de toplumsal örgütlenmenin temel sorununa -insanlar arasındaki fikir ve çıkar farklılıklarının nasıl çözüleceğine- getirdiği hayali çözüm, seçkinlerin insanüstü derecede bilge ve adaletsizlikten aciz olacağı varsayımıdır (esasen Stalinist-totaliter Partinin yanılmazlığı mitiyle aynıdır); bu varsayımın amacı, aşağıdan demokratik kontrolle ilgili her türlü kaygıyı gereksiz kılmaktır. İkincisi Bellamy için düşünülemez çünkü kitleler, işçiler, basitçe tehlikeli bir canavar, barbar sürüsüdür. Kendisine “Milliyetçilik” adını veren ve başlangıçta hem anti-sosyalist hem de anti-kapitalist olmak üzere yola çıkan Bellamy hareketi, Fabianlar gibi sistematik olarak orta sınıfa hitap edecek şekilde örgütlenmiştir. 

İşte Amerikan sosyalizminin “yerli” kanadının ezici çoğunluktaki popüler eğitimcileri, kavramları sosyalist hareketin Marksist olmayan ve anti-Marksist kesimlerinde 20. yüzyıla kadar yankılanan, John Dewey’in Geriye Bakmak’ıAmerikan demokrasi idealini” açıklamak olarak övdüğü 1930’larda bile “Bellamy Kulüpleri”nin yeniden canlandığı kişilerdi. Zaten faşist özelliklerini açıkça ortaya koyan teknokrasi, bir yanıyla bu geleneğin soyundan geliyordu. Sosyalizm denilen şey ile faşizm gibi bir şey arasındaki çizginin ne kadar ince olabileceğini görmek isteyenler, bir zamanların ünlü mucit-bilim insanı ve Sosyalist Parti’nin aydınlarından Charles P. Steinmetz tarafından kaleme alınan korkunç “sosyalizm” açıklamasını okumalıdır. Onun Amerika ve Yeni Çağ(1916) adlı kitabı, bir zamanlar bir bilim-kurgu romanında hicvedilen, Kongre’nin yerini DuPont, General Motors ve diğer büyük şirketlerin doğrudan senatörlerinin aldığı anti-ütopyayı ölümcül bir ciddiyetle ortaya koymaktadır. Steinmetz, dev tekelci şirketleri (kendi işvereni General Electric gibi) endüstriyel verimliliğin en üst noktası olarak sunarak, ilgili şirket tekelleri tarafından doğrudan yönetim lehine siyasi hükümeti dağıtmayı önermektedir. 

Bellamyizm birçok kişiyi sosyalizme giden yola soktu ama yol çatallaştı. Yüzyılın başında Amerikan sosyalizmi tüm biçimleriyle Yukarıdan Sosyalizme karşı dünyanın en canlı antitezini geliştirdi: Eugene Debs. 1897’de Debs, John D. Rockefeller’dan batıdaki bir eyalette sosyalist ütopik bir koloni kurulmasını finanse etmesini isteme noktasındaydı; ancak sosyalizmi militan bir işçi hareketinin sınıf mücadelesi içinde şekillenen Debs, çok geçmeden gerçek sesini buldu. 

“Debsçi sosyalizm”in kalbi, kitlelerin aşağıdan öz-etkinliğine yaptığı çağrı ve buna olan inancıydı. Debs’in yazıları ve konuşmaları bu temayla doludur. Marx’ın “İlk Prensibi”ni sık sık kendi sözleriyle alıntılamış ya da yorumlamıştır: “Modern kölelerin yaptığı en büyük keşif, özgürlüklerini kendilerinin elde etmesi gerektiğidir. Bu, onların dayanışmasının sırrıdır; umutlarının kalbidir…” Klasik ifadesi şudur:

“Dünya işçileri çok uzun zamandır kendilerini esaretten kurtaracak bir Musa bekliyorlar. O gelmedi; asla da gelmeyecek. Elimden gelse sizi dışarı çıkarmazdım; çünkü dışarı çıkarılsanız bile tekrar geri getirilebilirsiniz. Kendiniz için yapamayacağınız hiçbir şey olmadığını aklınıza sokmanızı isterdim.” 

Marx’ın 1850’deki sözlerini yineledi: 

“İşçi sınıfının kendisini ücretli kölelikten kurtarma mücadelesinde her şeyin işçi sınıfının kendisine bağlı olduğu ne kadar sık tekrarlansa azdır. Basit soru şudur: İşçiler, eğitim, örgütlenme, işbirliği ve öz disiplin yoluyla, üretici güçlerin kontrolünü ele geçirmek ve sanayiyi halkın ve toplumun yararına yönetmek için kendilerini uygun hale getirebilirler mi? İşte bütün mesele budur.”

İşçiler kendilerine uyabilir mi? … O, işçi sınıfının olduğu (ya da olduğu) haliyle ilgili hayallere kapılmaz. Ancak o, tek bilgelikleri halkın geri kalmışlığına parmak basmak ve bunun her zaman böyle olması gerektiğini öğretmekten ibaret olan seçkincilerden farklı bir hedef öneriyordu. Debs, elitlerin yukarıdan yönetimine olan inanca karşı, bunun tam tersi olan ve inançları onları çoğunluk için daha zorlu bir yolu savunmaya iten devrimci öncü (aynı zamanda bir azınlık) kavramını ortaya atmıştır: 

“Bu dünyanın tarihini yapanlar azınlıklardır [1917’de Wilson hükümetinin kendisini hapse attığı savaş karşıtı konuşmasında böyle demişti]. Cephede yerlerini alma cesaretini gösterenler; içlerindeki gerçeği söyleyecek kadar kendilerine karşı dürüst olanlar; yerleşik düzene karşı çıkmaya cesaret edenler; acı çeken, mücadele eden yoksulların davasını benimseyenler; özgürlük ve doğruluk davasını kişisel sonuçlarına bakmaksızın savunanlar azınlıklardır.”

Bu “Debsçi sosyalizm” halkın kalbinde muazzam bir tepki uyandırdı, ancak Debs’in devrimci- demokratik sosyalizminin bir halefi yoktu. Savaş sonrası radikalleşme döneminden sonra, bir yandan Sosyalist Parti oldukça saygıdeğer hale gelirken, diğer yandan Komünist Parti Stalinizasyona uğradı. Diğer taraftan Amerikan liberalizminin kendisi de uzun süredir, 30’lu yılların büyük New Deal illüzyonuyla doruğa ulaşan bir “devletleştirme” sürecinden geçiyordu. Kurtarıcı-Başkan’ın himayesi altında yukarıdan bir dağıtım şeklindeki elit vizyon, Lassalle için Bismarck neyse Beyaz Saray’daki taşralı beyefendi için de o olan liberallerin tamamını cezbetti.

Bu tür, (Shaw ve Georges Sorel gibi) Moskova’ya olduğu kadar Mussolini’ye de aynı nedenlerle ilgi duyan kolektivist liberal Lincoln Steffens tarafından müjdelenmişti. Sosyalist Parti’yi fazla “sekter” bulduğu için terk eden Upton Sinclair, “Kaliforniya’da Yoksulluğu Bitirmek” için “geniş” hareketini başlattı ve uygun bir şekilde “Ben, Kaliforniya Valisi ve Yoksulluğu Nasıl Bitirdim” (muhtemelen başlığında iki “i” bulunan tek radikal manifesto) adlı “Sacramento’da Yukarıdan Sosyalizm” temalı bir manifesto yayınladı. Dönemin tipik figürlerinden biri, Endüstriyel Demokrasi Birliği’nin reformizminden Teknokrasi’nin yarı faşizmine zikzaklı bir rota çizen Stuart Chase’di. Roosevelt ve Rusya’ya duydukları ortak hayranlığı hem NRA’yı hem de Moskova Duruşmalarını selamlayarak yüceltmeyi başaran Stalinoid entelektüeller vardı. New Deal’ın “yönetilen kapitalizm” programının ekonomik değişimde inisiyatifi sosyalistlerin elinden aldığı gerekçesiyle Sosyalist Parti’den Roosevelt’e geçen Paul Blanshard gibi zamanın işaretleri vardı. 

Genellikle haklı olarak Amerika’nın “sosyal-demokrat dönemi” olarak adlandırılan New Deal, aynı zamanda liberallerin ve sosyal-demokratların Roosevelt’in “halk monarşisi” ütopyası olan Yukarıdan Sosyalizm’e büyük bir atılımıydı. Rooseveltçi “yukarıdan devrim” yanılsaması, emekleyen sosyalizmi, bürokratik liberalizmi, Stalinci elitizmi ve hem Rus kolektivizmine hem de kolektifleştirilmiş kapitalizme ilişkin yanılsamaları tek bir pakette birleştirdi. 

9. Yukarıdan Sosyalizmin Altı Biçimi

Yukarıdan Sosyalizm’in içinden geçen birkaç farklı akım ya da biçim olduğunu gördük. Bunlar genellikle iç içe geçmiştir, ancak daha yakından bakmak için bazı daha önemli yönleri ayıralım. 

1. Hayırseverlik. – Sosyalizm (ya da “özgürlük” ya da her neyse), İnsanlara İyilik Yapmak için, zenginler ve güçlüler tarafından kalplerindeki iyilikten dolayı verilmelidir. Komünist ManifestonunRobert Owen gibi ilk ütopyacıları akılda tutarak ifade ettiği gibi, “Proletarya yalnızca en çok acı çeken sınıf olması açısından onlar için vardır.” Ezilen yoksullar şükran duyarken her şeyden önce taşkınlık yapmaktan kaçınmalı, sınıf mücadelesi ya da kendi kurtuluşları konusunda saçmalamamalıdır. Bu husus, özel bir durum olarak düşünülebilir – 

2. Elitizm. – Sosyalizmin doğası gereği kapitalist olmayan ve bu nedenle saflığı garanti altına alınmış, kendi egemenliğini ya geçici olarak (sadece tarihsel bir dönem için) ya da kalıcı olarak dayatan yeni bir yönetici azınlığın işi olduğuna dair bu inancın birkaç örneğinden bahsettik. Her iki durumda da bu yeni yönetici sınıfın hedefini kitleler üzerinde Eğitsel bir Diktatörlük olarak görmesi muhtemeldir – tabii ki Onlara İyilik Yapmak için – diktatörlük, aşağıdan gelen tüm kontrolü bastıran seçkin bir parti ya da hayırsever despotlar veya bir tür Kurtarıcı-Liderler tarafından uygulanmaktadır, ya da Shaw’un “Süpermenleri”, öjenik manipülatörler, Proudhon’un “anarşist” yöneticileri ya da Saint-Simon’un teknokratları ya da bunların daha modern eşdeğerleri tarafından – “on dokuzuncu yüzyıl Marksizmine” karşı yeni sosyal teori olarak selamlanabilecek güncel terimler ve yeni sözel ekranlarla. 

Öte yandan, Aşağıdan Sosyalizmin devrimci-demokrat savunucuları da her zaman bir azınlık olmuştur, ancak Debs örneğinde gördüğümüz gibi, elitist yaklaşım ile öncü yaklaşım arasındaki uçurum çok önemlidir. Marx ve Luxemburg için olduğu gibi onun için de devrimci öncünün işlevi, kitlesel çoğunluğu kendi mücadeleleri yoluyla kendi adlarına iktidarı almak için kendilerine uymaya itmektir. Mesele azınlıkların kritik önemini inkar etmek değil, ileri azınlık ile daha geri kitle arasında farklı bir ilişki kurmaktır. 

3. Planlamacılık. – Anahtar kelimeler Verimlilik, Düzen, Planlama, Sistem ve Sıkı Denetimdir. Sosyalizm, toplumun üzerindeki bir Güç tarafından toplumsal mühendisliğe indirgenmiştir. Burada da mesele, etkili sosyalizmin genel bir planlama gerektirdiğini (ve ayrıca verimlilik ve düzenin iyi şeyler olduğunu) inkar etmek değildir; ancak sosyalizmin planlı üretime indirgenmesi tamamen farklı bir konudur; tıpkı etkili demokrasinin oy hakkı gerektirmesi, ancak demokrasinin sadece arada bir oy hakkına indirgenmesinin onu bir sahtekarlık haline getirmesi gibi. 

Aslında planlamanın aşağıdan demokratik denetimden ayrılmasının planlamanın kendisiyle alay etmek anlamına geldiğini göstermek önemlidir; çünkü günümüzün son derece karmaşık sanayi toplumları, aşağıdan inisiyatifin ve düzeltmenin özgür oyununu engelleyen ve terörize eden, her şeye gücü yeten merkezi bir komitenin buyruklarıyla etkili bir şekilde planlanamaz. Bu gerçekten de Sovyet bürokratik kolektivizminin temsil ettiği yeni tip sömürücü toplumsal sistemin temel çelişkisidir. Ancak bu konuya burada daha fazla devam edemeyiz. 

Plancılığın sosyalizmin yerine ikame edilmesinin, ilk kez sosyal demokrat reformizm (özellikle Bernstein ve Fabianlar) tarafından sistematik hale getirildiğini gördüğümüz Devletleştirme = Sosyalizm şeklindekiSovyet mitinde somutlaşmasından ayrı olarak, uzun bir geçmişi vardır. 1930’larda, kısmen Sovyet propagandasından devralınan “Plan” gizemi, sosyal-demokrasinin sağ kanadında öne çıktı ve Henri de Man bunun peygamberi ve Marx’ın halefi olarak selamlandı. De Man gözden kayboldu ve şimdi unutuldu çünkü Revizyonist teorilerini önce korporatizme sonra da Nazilerle işbirliğine itecek kadar kötü bir muhakemeye sahipti. 

Teorik inşanın yanı sıra Plancılık, sosyalist harekette en sık biçimde belirli bir psikolojik radikal tipinde somutlaşır. Hakkını vermek gerekirse bu tipin ilk taslaklarından biri Belloc’un The Servile Stateadlıkitabında, Fabianlar kastedilerek çizilmiştir. Bu tip, diye yazar Belloc, 

“kolektivist ideali kendi içinde sever… çünkü bu düzenli ve kurallı bir toplum biçimidir. Toprak ve sermayenin, diğer insanlara emir verecek ve böylece onları ahlaksızlıklarının, cehaletlerinin ve ahmaklıklarının sonuçlarından koruyacak kamu görevlileri tarafından elde tutulacağı bir Devlet idealini düşünmeyi sever. [Belloc şöyle devam eder:] İnsanın sömürülmesi onda hiçbir öfke uyandırmaz. Aslında o, öfkenin ya da başka herhangi bir canlı tutkunun aşina olduğu bir tip değildir… (Belloc’un gözü burada Sidney Webb’in üzerindedir.) … tüm yaşamın belirli basit planlara göre programlanacağı ve atanacağı geniş bir bürokrasi beklentisi … onun küçük midesine nihai bir tatmin verir.” 

Stalin yanlısı bir renk taşıyan çağdaş örneklere gelince, Paul Sweezy’nin dergisi Monthly Reviewunsayfalarında buna dair örnekler bulunabilir. 

Max Eastman, 1930 yılında hala Leninist olduğunu düşündüğü bir dönemde yazdığı “sosyalizmin motive kalıpları” üzerine bir makalede, bu tipin “verimlilik ve akıllı örgütlenme… bir plan için gerçek bir tutku… ticari örgütlenme” üzerine odaklandığını belirtmiştir. Bu tipler için Stalin’in Rusya’sının bir cazibesi olduğu yorumunu yapmıştır: 

“En azından başka topraklarda özür dilenecek bir bölgedir – işçilerin ve dolayısıyla tüm insanlığın kurtuluşu gibi çılgın bir hayal açısından kesinlikle kınanmaz. Marksist hareketi inşa edenlerin ve Rusya’daki zaferini örgütleyenlerin temel güdüsü bu çılgın hayaldi. Onlar, bazılarının şimdi unutmaya meyilli olduğu gibi, baskıya karşı aşırı isyancılardı. Lenin, fikirleri hakkındaki kargaşa yatıştığında belki de tarihteki en büyük isyancı olarak öne çıkacaktır. Onun en büyük tutkusu insanları özgür kılmaktı… Marksist yazılarda ve özellikle de Lenin’in yazılarında tanımlandığı şekliyle sınıf mücadelesinin amacını özetlemek için tek bir kavram seçilmesi gerekiyorsa, bunun adı insan özgürlüğüdür…

Lenin’in birden fazla kez topyekûn planlama çabasını “bürokratik bir ütopya” olarak kınadığı da eklenebilir. 

Planlamacılığın altında da bir ismi hak eden bir alt bölüm vardır: buna Üretimcilik diyelim. Elbette herkes Erdem ve İyi Yaşam’dan yana olduğu gibi üretimden de “yanadır”; ancak bu tür için üretim bir toplumun belirleyici sınavı ve sonudur. Rus bürokratik kolektivizmi, yüksek demir üretimi istatistikleri nedeniyle “ilericidir” (aynı tip genellikle Nazi veya Japon kapitalizmi altında artan üretimin etkileyici istatistiklerini görmezden gelir). Nasır, Castro, Sukarno ya da Nkrumah yönetiminde serbest ticaret birliklerini ezmek ya da engellemekte bir sakınca yoktur çünkü “ekonomik kalkınma” denen şey insan haklarından üstündür. Bu katı bakış açısı elbette bu “radikaller” tarafından değil, kapitalist Sanayi Devrimi’nde emeğin duygusuz sömürücüleri tarafından icat edilmiştir; ve sosyalist hareket bu “ilerici” sömürü teorisyenlerine karşı dişe diş mücadele ederek ortaya çıkmıştır. Bu konuda da modern “solcu” otoriter rejimlerin savunucuları, bu köhne doktrini sosyolojinin en yeni keşfi olarak görme eğilimindedirler. 

4. “Komünyonizm.” – Max Eastman 1930 tarihli makalesinde bunu “gregarian ya da insani dayanışma sosyalistlerinin” – “insani dayanışma için dini mistisizm ve hayvani sokulganlık karışımı bir özlem duyanların” – “birleşik kardeşlik modeli” olarak adlandırmıştır. Grevlerde vb. dayanışma kavramıyla karıştırılmamalı ve sosyalist harekette yaygın olarak yoldaşlık ya da başka yerlerde “topluluk duygusu” olarak adlandırılan şeyle özdeşleştirilmemelidir. Eastman’ın dediği gibi, bu kavramın özgül içeriği “bir Bütünlüğe dalma arayışı, kendini Tanrı’nın yerine geçecek bir şeyin koynunda kaybetme arayışıdır.”

Eastman burada Komünist Parti yazarı Mike Gold’a işaret eder; bir başka mükemmel örnek de kitapları kişinin bireyselliğinden sıyrılmasına yönelik bu tür bir “okyanus” özlemini teorileştiren, Komünist Parti’nin cesur din adamı yol arkadaşı Harry F. Ward’dır. Bellamy’nin not defterleri onu klasik bir vaka olarak ortaya koymaktadır: “evrenin yüce kudretini özümseme” özlemi hakkında yazmaktadır; “Dayanışma Dini”, kişiliğin bireyciliğine olan güvensizliğini, Benliği Daha Büyük Bir Şey ile birlik içinde eritme arzusunu yansıtmaktadır. 

Bu biçim, Yukarıdan Sosyalizmlerin en otoriter bazılarında çok belirgindir ve Hıristiyan Sosyalist görüşlere sahip hayırsever elitistler gibi daha ılımlı durumlarda da nadiren karşılaşılmaz. Doğal olarak, bu tür “komünyonist” sosyalizm her zaman “etik bir sosyalizm” olarak selamlanır ve sınıf mücadelesini dışarıda tuttuğu için övülür; çünkü bir arı kovanı içinde çatışma olmamalıdır. “Kolektivizm” ile “bireyciliği” (hümanist bir bakış açısından yanlış bir karşıtlık) kesin bir şekilde karşı karşıya getirme eğilimindedir, ancak gerçekte suçladığı şey bireyselliktir. 

5. Permeasyonizm. – Yukarıdan Sosyalizm, kitlelerin aşağıdan öz-mobilizasyonuna her zaman birçok alternatif olması gibi basit bir nedenden dolayı birçok çeşitte ortaya çıkar; ancak tartışılan vakalar iki aileye ayrılma eğilimindedir. 

Birincisi, mevcut kapitalist hiyerarşik toplumu yıkarak yerine yeni bir tür elit yönetici sınıfa dayanan, kapitalist olmayan yeni bir hiyerarşik toplum türü getirme perspektifine sahiptir (Bu türler sosyalizm tarihlerinde genellikle “devrimci” olarak adlandırılır). Diğeri ise mevcut toplumdaki güç merkezlerine nüfuz ederek onu – yavaş yavaş, kaçınılmaz olarak – devletleştirilmiş bir kolektivizme dönüştürme perspektifine sahiptir, belki de ahşabın akik taşına dönüşmesi gibi molekül molekül. Bu, Yukarıdan Sosyalizmin reformist, sosyal- demokrat çeşitlerinin karakteristik özelliğidir. 

Permeasyonizm terimi, daha önce reformizmin “en saf” çeşidi olarak adlandırdığımız Sidney Webb’in Fabianizmi tarafından kendini tanımlamak için icat edilmiştir. Tüm sosyal- demokratik permeasyonizm mekanik bir kaçınılmazlık teorisine dayanır: kapitalizmin yukarıdan kaçınılmaz olarak kendi kendini kolektifleştirmesi, sosyalizmle eşitlenir. Aşağıdan gelen baskı (izin verildiği durumlarda), öz-kolektifleştiricileri korkutmaktan kaçınmak için kontrol altında tutulması koşuluyla, süreci hızlandırabilir ve düzeltebilir. Bu nedenle sosyal-demokrat permeasyonistler, ister kamarot ister kabine bakanı olsunlar, hangi sıfatla katılmalarına izin verilirse verilsin, Düzenle mücadele etmek yerine ona “katılmaya” yalnızca istekli değil, aynı zamanda endişelidirler. Tipik olarak aşağıdan hareketlerinin işlevi, öncelikle egemen güçlere şantaj yaparak onları bu tür nüfuz etme fırsatlarıyla satın almaktır. 

Kapitalizmin kolektifleştirilmesi eğilimi gerçekten de bir gerçekliktir: Gördüğümüz gibi bu, kapitalizmin bürokratik kolektifleştirilmesi anlamına gelmektedir. Bu süreç ilerledikçe çağdaş sosyal-demokrasinin kendisi de bir metamorfoz geçirmiştir. Bugün, bu neo-reformizmin önde gelen teorisyeni C.A.R. Crosland, Sidney Webb’den başkası tarafından (Arthur Henderson ile birlikte) İngiliz İşçi Partisi programı için yazılmış olan ulusallaştırmayı destekleyen ılımlı bir bildiriyi “aşırı” olarak kınamaktadır! Programlarını özellikle anti-kapitalist içerikten arındıran kıta sosyal demokrasilerinin sayısı – sosyalist tarihte yepyeni bir fenomen – devam eden bürokratik kolektifleştirme sürecinin taşlaşmış “sosyalizmin” bir taksiti olarak kabul edilme derecesini yansıtmaktadır. 

Bu, büyük strateji olarak permeasyonizmdir. Elbette bu durum siyasi taktik olarak permeasyonizme yol açmaktadır ki burada ABD’de şu anda en çok öne çıkan biçimine değinmenin ötesine geçemeyeceğiz: yani Demokrat Parti’yi ve “Johnson Uzlaşması” etrafındaki lib-lab koalisyonunu, öncüllerini ve ardıllarını destekleme politikasını. 

Yukarıdan Sosyalizmin bu iki “ailesi” arasındaki ayrım Babeuf’ten Harold Wilson’a kadar yerli sosyalizm için geçerlidir; yani verili sosyalist akımın toplumsal tabanının ulusal sistemin içinde olduğu durumlar, ister işçi aristokrasisi ister declassé unsurlar ya da başka herhangi bir şey olsun. Çağdaş Komünist Partiler tarafından temsil edilen, strateji ve taktikleri son tahlilde yerel toplumsal katmanların dışında bir güç tabanına, yani Doğu’daki bürokratik kolektivist yönetici sınıflara dayanan “dışarıdan sosyalizmler” için durum biraz farklıdır. 

Komünist Partiler, “devrimci”-muhalif ve permeasyonisttaktikleri kendi uygunluklarına göre değiştirme ya da birleştirme kapasiteleri bakımından, kendilerini her türlü yerli hareketten benzersiz bir şekilde farklı göstermişlerdir. Böylece Amerikan Komünist Partisi 1928-34 yıllarındaki ultra sol-maceracı “Üçüncü Dönem”inden Halk Cephesi döneminin ultra permeasyonist taktiğine, ardından Hitler-Stalin Paktı döneminde yeniden harlanan “devrimciliğe” ve Soğuk Savaş’ın iniş çıkışları sırasında da bu ikisinin çeşitli derecelerdeki kombinasyonlarına geçebilmiştir. Moskova-Pekin hattındaki mevcut Komünist bölünmeyle birlikte, “Kruşçevciler” ve Maocular, eskiden dönüşümlü olarak uygulanan iki taktikten birini benimseme eğilimindedir.

Bu nedenle iç politikada resmi Komünist Parti ve sosyal-demokratlar, farklı bir Yukarıdan Sosyalizm açısından da olsa, sık sık permeasyonizm politikasında yakınlaşma eğilimindedirler. 

6. Dışarıdan Sosyalizm. – Yukarıdan Sosyalizmin önceki çeşitleri toplumun tepelerindeki iktidara bakar: şimdi dışarıdan yardım beklentisine geliyoruz. 

Uçan daire kültü patolojik bir biçimdir, mesihçilik ise daha geleneksel bir biçimdir, “dışarısı” bu dünyanın dışarısı anlamına gelir; ancak şu anki amaçlar doğrultusunda “dışarısı” yurtiçindeki toplumsal mücadelenin dışarısı anlamına gelmektedir. Dünya Savaşı’ndan sonra Doğu Avrupa Komünistleri için Yeni Düzen Rus süngüleriyle ithal edilmek zorundaydı; sürgündeki Alman Sosyal-Demokratlar için kendi halklarının kurtuluşu ancak yabancı askeri zaferlerin lütfuyla hayal edilebilirdi. 

Barış zamanı türü, model-örnek sosyalizmdir. Bu, elbette sistemlerinin üstünlüğünü göstermek ve inançsızları dönüştürmek için Amerikan taşrasında model kolonilerini inşa eden eski ütopyacıların yöntemiydi. Bugün Batı’daki Komünist hareketin temel umudu, giderek artan bir şekilde, ülke içindeki toplumsal mücadelenin yerini alan bu yöntemdir. 

Örnek model Rusya’dır (ya da Maoistler için Çin); ve Rus proleterlerinin durumunu Batılı işçiler için cömert bir yalan dozuyla bile yarı cazip hale getirmek zor olsa da diğer iki yaklaşımdan daha fazla başarı beklenebilir: 

a. Rus kolektivist sistemindeki yönetsel, bürokratik ve entelektüel-dalkavuk unsurların görece ayrıcalıklı konumu, aynı unsurların sermaye sahiplerine ve servet manipülatörlerine tabi olduğu Batı’daki durumla keskin bir tezat oluşturmaktadır. Bu noktada Sovyet devletleştirilmiş ekonomi sisteminin cazibesi, orta sınıf sosyalizmlerinin, kendilerini para gücü ve mülkiyetten ziyade devlet gücüne dayalı yeni bir yönetici sınıfla en kolay şekilde özdeşleştirebilen ve dolayısıyla kendilerini kapitalist olmayan ama elitist bir düzende iktidarın yeni elemanları olarak hayal edebilen entelektüeller, teknoloji uzmanları, bilim insanları ve bilimsel çalışanlar, idari bürokratlar ve çeşitli türden organizasyon insanlarından oluşan huysuz sınıf unsurlarına yönelik tarihi cazibesiyle örtüşmektedir. 

b. Resmi Komünist Partilerin “Marksizm-Leninizm” adı verilen bir konuda ortodoksluk cephesini korumaları gerekirken, partiye bağlı olmayan neo-Stalinizmin ciddi teorisyenlerinin kendilerini bu iddiadan kurtarmaları daha yaygındır. Bu gelişmelerden biri, kapitalist ülkelerdeki toplumsal mücadele yoluyla zafer perspektifinin açıkça terk edilmesidir. “Dünya devrimi” basitçe Komünist devletlerin kendi sistemlerinin üstün olduğunu göstermesiyle eş tutulmaktadır. Bu artık neo-Stalinizmin önde gelen iki teorisyeni Paul Sweezy ve Isaac Deutscher tarafından tez haline getirilmiştir. 

Baran ve Sweezy’nin Tekelci Kapitalizm(1966) adlı kitabı “geleneksel Marksist ortodoksinin sanayi proletaryasının eninde sonunda kapitalist zalimlerine karşı devrimle ayaklanması gerektiği yanıtını” kesin bir dille reddeder. Aynı şey toplumun diğer tüm “dışlanmış” grupları için de geçerlidir – işsizler, tarım işçileri, getto kitleleri vs. toplumda tutarlı bir güç oluşturamazlar.” Bu durumda geriye kimse kalmaz; kapitalizme içeriden etkili bir şekilde meydan okunamaz. O zaman ne olacak? Yazarlar son sayfalarında, “belki de bu yüzyılda değil”, bir gün, “dünya devrimi yayıldıkça ve sosyalist ülkeler rasyonel bir toplum inşa etmenin mümkün olduğunu örnekleriyle gösterdikçe” insanların kapitalizmden hayal kırıklığına uğrayacaklarını açıklarlar. Hepsi bu kadar. Böylece bu makalenin diğer 366 sayfasını dolduran Marksist ifadeler, Aziz Patrick Katedrali’nde Dağdaki Vaaz’ın okunması gibi sadece bir büyü haline gelir. 

Aynı perspektif, Deutscher’in Büyük Çekişme adlıkitabında daha dolambaçlı bir yazar tarafından daha az açık bir şekilde sunulmaktadır. Deutscher, “Batı kapitalizminin kendi krizleri ve çelişkileri nedeniyle değil -ya da doğrudan değil- sosyalizmin [yani Komünist devletlerin] başarılarına yetişememesi nedeniyle yenik düşeceği” şeklindeki yeni Sovyet teorisini aktarır; ve daha sonra: “Bunun bir dereceye kadar Marksist sürekli toplumsal devrim beklentisinin yerini aldığı söylenebilir.” Burada, Batı’daki Komünist hareketin uzun zamandır işlevi olan şeyin teorik bir gerekçesine ulaşırız: Doğu’daki rakip düzenin sınır muhafızlığını ve sözcülüğünü yapmaya. Her şeyden önce, Aşağıdan Sosyalizm perspektifi, bürokratik kolektivizmin bu profesörlerine, Amerikan akademilerindeki kapitalizm savunucularına olduğu kadar yabancı hale gelmektedir. 

Bu tip neo-Stalinist ideologlar genellikle gerçek Sovyet rejimine eleştirel yaklaşırlar – resmi Komünistler gibi Moskova’nın eleştirel olmayan bir savunucusu olmaktan mümkün olduğunca uzak duran Deutscher buna iyi bir örnektir. Bürokratik-kolektivizm açısından permeationist olarak anlaşılmalıdırlar. Kapitalist dünyadan bakıldığında “dışarıdan sosyalizm” olarak görünen şey, Komünist sistem çerçevesinden bakıldığında bir tür Fabianizm haline gelir. Bu bağlamda sadece yukarıdan değişim Sidney Webb için olduğu kadar bu teorisyenler için de sağlam bir ilkedir. Deutscher’in 1953 Doğu Alman isyanına ve 1956 Macar devrimine, aşağıdan gelen bu tür ayaklanmaların Sovyet kuruluşunu tedriciliğin kaçınılmazlığı ile “liberalleşme” rotasından uzaklaştıracağı klasik gerekçesiyle verdiği düşmanca tepki de bunun bir göstergesidir.

10. Hangi Taraftasın 

Toplumsal mücadelede oynayacakları roller arasında seçim yapmak durumunda olan entelektüeller açısından bakıldığında, Aşağıdan Sosyalizm perspektifinin tarihsel olarak çok az cazibesi vardır. Sosyalist hareket çerçevesinde bile az sayıda tutarlı savunucusu olduğu gibi çok fazla tutarsız savunucusu da olmamıştır. Sosyalist hareketin dışında, doğal olarak, standart çizgi bu tür fikirlerin hayalci, pratik olmayan, gerçekçi olmayan, “ütopik” olduğudur; belki idealist ama ikiyüzlü. Halk kitleleri doğuştan aptal, yozlaşmış, kayıtsız ve genel olarak umutsuzdur; ve ilerici değişim, bu duyguları ifade eden entelektüelden ziyade (olduğu gibi) Üstün İnsanlardan gelmelidir. Bu, teorik olarak Demir bir Oligarşi Yasasına ya da cılız bir elitizm yasasına dönüştürülür, şu ya da bu şekilde kaba bir kaçınılmazlık teorisini içerir – sadece yukarıdan değişimin kaçınılmazlığı. 

Bu yaygın görüşün lehte ve aleyhteki argümanlarını birkaç kelimeyle gözden geçirmeye kalkışmadan, elitistlerin kendini haklı çıkarma ayini olarak oynadığı toplumsal role dikkat çekebiliriz. Kitlelerin hareket etmediği “normal” zamanlarda, teori basitçe küçümsenirken, tüm devrim ve toplumsal çalkantı tarihi basitçe modası geçmiş olarak reddedilir. Ancak, tam da önceki hareketsiz kitlelerin tarih sahnesine çıkmasıyla tanımlanan ve temel toplumsal değişimin gündemde olduğu dönemlerin karakteristiği olan devrimci ayaklanmaların ve toplumsal karışıklıkların yinelenmesi, tarihte, araya giren muhafazakârlık dönemleri kadar “normal”dir. Dolayısıyla elitist teorisyen, halk kitlelerinin her zaman hareketsiz kalmaya devam edeceğini öngören bilimsel gözlemci duruşunu terk etmek zorunda kaldığında, iktidar yapısını yıkmakla tehdit eden devrimci bir kitlenin karşıt gerçekliğiyle karşı karşıya kaldığında, tipik olarak tamamen farklı bir yola geçmekten geri kalmaz: yani aşağıdan gelen kitlesel müdahaleyi kendi içinde kötü olarak kınamak. 

Gerçek şu ki, Yukarıdan Sosyalizm ile Aşağıdan Sosyalizm arasındaki seçim, entelektüel için temelde ahlaki bir seçim iken, hiçbir toplumsal alternatifi olmayan çalışan kitleler için bu bir zorunluluk meselesidir. Entelektüel, işçinin sahip olmadığı “düzene katılma” seçeneğine sahip olabilir; aynı seçenek, kendi sınıflarından yükseldikçe daha önce var olmayan bir seçenekle karşı karşıya kalan işçi liderleri için de geçerlidir. Egemen sınıfın adetlerine uyma baskısı, burjuvalaşma baskısı, aşağıdaki saflarla kişisel ve örgütsel bağlar zayıfladığı oranda daha güçlüdür. Entelektüel ya da bürokratlaşmış bir memurun, mevcut iktidara nüfuz etmenin ve ona uyum sağlamanın en akıllıca yol olduğuna kendini ikna etmesi zor değildir, zira bu aynı zamanda nüfuz ve refahın nimetlerinden pay almaya da izin verir. 

Bu nedenle, “Oligarşinin Demir Yasası”nın esas olarak içinden çıktığı entelektüel unsurlar için demir gibi sağlam olması ironik bir gerçektir. Bir toplumsal tabaka olarak (yani istisnai bireyler dışında) entelektüellerin, modern işçi sınıfının nispeten kısa tarihi boyunca defalarca yaptığı gibi yerleşik iktidara karşı ayaklandığı hiç görülmemiştir. Tipik olarak toplumun yerleşik yöneticilerinin ideolojik dalkavukları olarak işlev gören, profesyonel olmayan orta sınıfların beyin işçisi kesimi, aynı zamanda bu ilişkiden huysuzluk ve hoşnutsuzluk duymaktadır. Diğer pek çok hizmetkâr gibi bu takdire şayan Crichton da şöyle düşünür: “Ben efendimden daha iyi bir adamım ve eğer işler farklı olsaydı kimin diz çökmesi gerektiğini görürdük.” Kapitalist sistemin kredisinin tüm dünyada parçalandığı günümüzde her zamankinden daha fazla, kolayca kendi başına gelebileceği, Ellerin ya da Para Çantalarının değil Beynin dikte edeceği bir toplum biçiminin hayalini kurar; kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla kendisinin ve benzerlerinin Mülkiyetin baskısından kurtulacağı ve demokrasinin ortadan kaldırılmasıyla daha kalabalık kitlelerin baskısından kurtulacağını düşünür. 

Çok uzakları hayal etmesine de gerek yok, çünkü böyle bir toplumun mevcut versiyonları Doğu kolektivizmlerinde gözlerinin önünde duruyor. Soğuk Savaş da dahil olmak üzere çeşitli nedenlerle bu versiyonları reddetse bile, ABD’de “Meritokrasi” veya “yönetimcilik” ya da “Endüstriyalizm” veya başka bir şey olarak adlandırılacak “iyi” bir bürokratik kolektivizm türünün kendi versiyonunu teorileştirebilir; veya Gana’da “Afrika Sosyalizmi” ve Kahire’de “Arap Sosyalizmi”; veya dünyanın diğer bölgelerinde çeşitli diğer sosyalizm türleri. 

Yukarıdan Sosyalizm ile Aşağıdan Sosyalizm arasındaki seçimin doğası, bugün liberal, sosyal demokrat ve Stalinci entelektüeller arasında önemli ölçüde uzlaşma bulunan bir soruyla bağlantılı olarak en açık şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu, özellikle Afrika ve Asya’nın yeni gelişmekte olan devletlerinde otoriter diktatörlüklerin (hayırsever despotizmler) kaçınılmaz olduğu iddiasıdır – örneğin Nkrumah, Nasır, Sukarno ve diğerleri – bağımsız sendikaları ve tüm siyasi muhalefeti ezen ve yeni yöneticilerin arzu ettiği tempoda sanayileşmeyi hızlandırmak için çalışan kitlelerin derilerinden yeterli sermayeyi çıkarmak amacıyla emeğin sömürüsünü en üst düzeye çıkarmak için örgütlenen diktatörlüklerdir. Böylece, bir zamanlar herhangi bir yerde adaletsizliği protesto eden “ilerici” çevreler, görülmemiş bir ölçüde, kapitalist olmadığı düşünülen her türlü otoriterliğin otomatik savunucuları haline gelirler. 

Bu sorunlu pozisyonun -genellikle verilen ekonomik-determinist gerekçenin yanı sıra- genel olarak neyin tehlikede olduğunu aydınlatan iki yönü vardır: 

1. Baş döndürücü bir sanayileşmenin gerekliliğini kanıtlama iddiasındaki diktatörlüğün ekonomik argümanı, yeni bürokratik yöneticiler için kuşkusuz çok ağırdır – bu arada kendi gelirlerini ve yücelmelerini de azaltmazlar – ama en alttaki işçiyi, kendisinin ve ailesinin, hızlı bir sermaye birikimi uğruna birkaç kuşak boyunca süper sömürüye ve süper terlemeye boyun eğmesi gerektiğine ikna edemez (Aslında, hızlı sanayileşmenin diktatörce kontroller gerektirmesinin nedeni de budur). 

Ekonomik-determinist argüman, egemen sınıf bakış açısının rasyonelleştirilmesidir; insani açıdan yalnızca egemen sınıf bakış açısından anlamlıdır ve elbette bu bakış açısı her zaman “toplumun” ihtiyaçlarıyla özdeşleştirilir. Yığının en altındaki işçilerin, temel insanlık onurlarını ve refahlarını savunmak için bu süper sömürüyle mücadele etmek üzere harekete geçmeleri de aynı derecede mantıklıdır. Kapitalist Sanayi Devrimi sırasında, “yeni gelişen devletler” Avrupa’dayken de böyleydi. 

Bu basitçe teknik-ekonomik bir argüman meselesi değil, sınıf mücadelesinde taraf olma meselesidir. Soru şudur: hangi taraftasınız? 

2. Bu ülkelerdeki halk kitlelerinin toplumu ve hükümeti kontrol edemeyecek kadar geri olduğu iddia edilmektedir ve bu şüphesiz doğrudur, sadece orada değil. Ama bundan sonra ne olacak? Bir halk ya da bir sınıf kendi adına yönetmeye nasıl uygun hale gelir? 

Sadece bunu yapmak için mücadele ederek. Sadece baskıya karşı mücadele ederek – onlara yönetmeye uygun olmadıklarını söyleyenlerin baskısına karşı mücadele ederek. Sadece demokratik iktidar için mücadele ederek kendilerini eğitebilir ve bu iktidarı kullanabilecek düzeye yükseltebilirler. Hiçbir sınıf için başka bir yol yoktur.

Her ne kadar belirli bir savunma hattını ele almış olsak da ortaya çıkan iki nokta aslında tüm dünyada, gelişmiş ya da gelişmekte olan, kapitalist ya da Stalinist her ülkede geçerlidir. Güneyli siyahilerin gösterileri ve boykotları Başkan Johnson’ı seçimlere giderken utandırmakla tehdit ettiğinde, soru şuydu: Hangi taraftasınız? Macar halkı Rus işgalciye karşı ayaklandığında soru şuydu: Hangi taraftasınız? Cezayir halkı Guy Mollet’in “sosyalist” hükümetine karşı kurtuluş mücadelesi verdiğinde soru şuydu: hangi taraftasınız? Küba Washington’un kuklaları tarafından işgal edildiğinde soru şuydu: hangi taraftasınız? Ve Küba sendikaları diktatörlüğün komiserleri tarafından ele geçirildiğinde de soru şuydu: hangi taraftasınız? 

Toplumun başlangıcından bu yana, tiranlığın kaçınılmaz olduğunu ve demokrasi içinde özgürlüğün imkansız olduğunu “kanıtlayan” teorilerin sonu gelmez; bir yönetici sınıf ve onun entelektüel dalkavukları için bundan daha uygun bir ideoloji yoktur. Bunlar kendi kendilerini gerçekleştiren öngörülerdir, çünkü yalnızca doğru oldukları kabul edildikleri sürece doğru kalırlar. Son tahlilde, bunların yanlış olduğunu kanıtlamanın tek yolu mücadelenin kendisidir. Aşağıdan gelen bu mücadele, yukarıdan gelen teoriler tarafından hiçbir zaman durdurulamamış ve dünyayı defalarca değiştirmiştir. Yukarıdan Sosyalizmin herhangi bir biçimini seçmek, eski dünyaya, “eski saçmalıklara” geri dönmek demektir. Aşağıdan Sosyalizm yolunu seçmek ise yeni bir dünyanın başlangıcını onaylamaktır.


[1] Açıkçası, bu bileşim Gerard Winstanley ve İngiliz Devrimi’nin sol kanadı olan “True Levellers” tarafından öngörülmüştü; ancak unutuldu ve tarihsel olarak konuşmak gerekirse hiçbir şeye yol açmadı.

[2] Alıntı H. G. Wells’in otobiyografisinden. Tüm edebiyattaki en korkunç Yukarıdan Sosyalizm ütopyalarından bazılarının mucidi olan Wells, burada bu tarihi adım için Marx’ı suçlar.