1915’E DAİR MÜSLÜMAN/TÜRKLERİN TANIKLIKLARI

1120 views
160 mins read
1120 views
160 mins read

Ayşe Hür

Resmî tarihe göre, Ermenileri tehcir kararı, 1915 yılının Mart ayında Zeytun’da (bugün Kahramanmaraş’a bağlı Süleymanlı) ve Nisan ayında Van’da Ermenilerin isyan ettiği haberlerinin İstanbul’a ulaşması üzerine alınmış ve 23/24 Nisan 1915 gecesi İstanbul’da son derece geniş tutuklamalar yapılmış ve ilk sürgün kafileleri Ayaş ve Çankırı’ya doğru yola çıkmıştı.

Ancak bugün biliyoruz ki, Van’daki çatışmalardan çok önce Ermenileri sürme kararı alınmıştı. Bu konudaki bilgilerimiz maalesef bölgede faaliyet gösteren misyonerlerin, özellikle de sağlık personelinin tanıklıklarından geliyor. Maalesef diyorum, çünkü resmi tarihin etkisindekiler için bu kaynaklar güvenilmez bulunuyor. Yine de birkaç örnek vermek gerekirse, İsveçli hastabakıcı Alma Johansson Muş’ta Kasım 1914’te bile bu tür söylentilerin dolaştığını aktarmıştı. Bir başka hastabakıcı Danimarkalı Marcher, Harput Valisi Erzincanlı Sabit Bey’in Erzurum’daki Alman Konsolosu Scheubner-Richter’e “Türkiye’deki Ermeni milletinin yok edilmesi gerektiğini ve edileceğini söylediğini” ileri sürmüştü. Urfa’daki İsviçre hastanesinin müdürü Jakop Künzler, 1915 yılının Ocak ayında İran’a yaptığı yolculuk sırasında tanıştığı Nafiz Bey adlı bir subayın kendisine “Ermenilerle birlikte hareket etmek imkânsızdır. Savaş Türkiye’ye bunları, ya imha ederek ya da kovarak defetme imkânı verecektir” dediğini aktarmıştı. Başkâtipzade Ragıp Bey, anılarında, 14 Nisan 1915’te Erzurum’a geldiğini ve 26 Nisan’da Erzurum’dan ayrıldığını belirttikten sonra, “Ermenilerin tehciri münasebetiyle, civarda bulunan biçare Ermeni kız ve kadınların perişan, sefil, rezil, hali perişanları kalplerimizi dağdar etmişti” diye yazmıştı. 

Van’da bunlar yaşanırken, 24 Nisan’da İstanbul’daki Ermeni toplumunun önde gelenlerinin Ayaş ve Çankırı’ya doğru sürülmesine başlandı. Van ve civar illerdeki Ermenilerin sürülmesine ilişkin eldeki ilk telgraf 9 Mayıs 1915 tarihinde “bizzat hallolunacaktır” notuyla, Van ve Bitlis valilerine çekildi.  Alman Konsolosluk raporlarında, Erzurum’un civar köylerinin boşaltılmaları işlemine Mayıs başı başlandığı ve 15 Mayıs’a kadar tüm köylerin boşaltıldığı bildiriliyordu. Rus birlikleri Van’a 18 Mayıs 1915 günü girdiler.

“Esaslı bir suretde hal ve faslı ile külliyen izalesi”

Sürgünlerin katliama dönüşmesi üzerine, Rusya, Fransa ve İngiltere hükümetleri, 24 Mayıs 1915’te ortak bir bildiri yayımlayarak katliamlardan Osmanlı Hükümeti’ni sorumlu tutacaklarını açıkladılar. Bunun üzerine Enver Paşa, sürgünlere meşruiyet kazandırmak için bir formül buldu. Dahiliye Nezareti’nin 26 Mayıs 1915 tarihinde Sadrazamlık makamına gönderdiği resmî yazıda Ermenilere yönelik sürgün eyleminin, Ermeni meselesinin “esaslı bir suretde hal ve faslı ile külliyen izalesi” (esaslı bir şekilde sona erdirilmesi ve tamamen yok edilmesi) için gündeme getirildiği açıkça yazılıydı. 

Tezkere günümüz Türkçesiyle şöyle devam ediyordu: “Savaş yörelerine yakın bölgelerde oturan Ermenilerin bir kısmı ordunun harekâtını zorlaştırır davranışlarda bulunmakta, halka saldırmakta ve isyancılara yataklık etmektedirler. Bu yüzden, Van, Bitlis, Erzurum vilayetleriyle, Adana, Mersin, Osmaniye ve Kozan kazaları, Maraş’ın merkezi dışında Maraş mutasarrıflığında, Halep vilayetinde, İskenderun, Antakya kazalarında oturan Ermenilerin yerleri değiştirilecektir. Bunlar, Musul ve Zor mutasarrıflıklarının Van vilayetiyle bitişik kuzey kısımlarına, Halep vilayetinin doğu ve güneydoğusuna ve Suriye vilayetinin doğusuna nakledileceklerdir.” 

Yaygın olarak “Tehcir Kanunu” olarak bilinen; resmî adıyla “Savaş Zamanında Hükümet Uygulamalarına Karşı Gelenler İçin Asker Tarafından Uygulanacak Önlemler Hakkında Geçici Kanun” bu tezkereden bir gün sonra 27 Mayıs 1915’te Meclis- i Vükela’da (Bakanlar Kurulu) kabul edildi. Altında Başkumandan Vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa ve Sadrazam Said Halim Paşa’nın imzaları olan ve Sultan Mehmed V. Reşad tarafından tasdik edilen dört maddelik geçici kanunun içeriği şöyleydi:

“1. Savaş  sırasında  ordu,  kolordu  ve tümen  komutanları  ve bunların  müstakil mevki  kumandanları,  ahali tarafından   herhangi  bir  suretle   hükümetin  emirlerine,  yurt  savunmasına, asayişin  korunmasına  ilişkin   işlere  ve   düzenlemelere  muhalefet,  silahla  saldırı  ve   direnme  görürlerse   bunu  önlemeye  mezun  ve  mecburdurlar.

2. Ordu,  müstakil  kolordu  ve tümen  kumandanları  askerlik icaplarından   dolayı  veya  casusluk   ve hıyanetlerini  hissettikleri   köyler  ve kasabalar  halkını   tek  tek  veya   toplu  olarak   diğer  mahallere   sevk  ve iskân  ettirebilirler.

3. İşbu  kanun   yayınlandığı  tarihten   itibaren  geçerlidir.

4. İşbu  kanun   hükümleri   yürürlüğe  Başkumandanlık  Vekili  ve  Harbiye   Nazırı  memurdur.” 

Dikkat edileceği gibi tezkirede ‘savaş yörelerine yakın bölgelerde oturan bir kısım Ermeni’den şikâyet ediliyordu. Kanunda ise herhangi bir etnik kimlik (Ermeni, Rum, vb.) zikredilmiyordu. Ermeni adı kanunla birlikte çıkarılan talimatnamelerde, şifreli telgraflarda geçiyordu. Mütareke döneminin ilk hükümeti olarak kurulan Ahmet İzzet Paşa kabinesinde Şurayı Devlet Başkanı olarak görev yapan Reşit Akif Paşa ve 3. Ordu Kumandanı Vehip Paşa, 1918 yılında İTC Merkez Komitesi’nin bu karara paralel olarak bir de ‘kırım kararı’ aldığını, bu iş için de Teşkilat-ı Mahsusa lideri Dr. Bahaeddin Şakir’i görevlendirdiğini söyleyeceklerdir.) 

Almanya Büyükelçisi Wangenheim merkeze gönderdiği 17 Haziran 1915 tarihli rapora “Ermeni tehcirinin sadece askerî nedenlerle yapılmadığı çok açık” diye yazmıştı. Talat Paşa Wangenheim’a “Dünya Savaşı’nı bahane ederek, dış ülkelerin diplomatik müdahalelerine aldırmaksızın, ülkeyi iç düşmanlardan tamamen temizlemek” istediğini ve bunun “Türkiye’nin müttefiki Almanya’nın da çıkarlarına” olduğunu söylemişti. Talat’a göre “devlet böylece güçlenecekti.”

“Ermeni meselesi hallolunmuştur!”

Almanya’nın İstanbul Başkonsolosu Mordtmann, 30 Haziran 1915 tarihli raporunda, İttihatçı liderlerden İsmail Canpolat’ın kendisine bir Anadolu haritası üzerinde Ermenilerin sürülmesi işinin Anadolu’ya yayılacağını söylediği yazdıktan sonra, Talât’ın kendisine “söz konusu olan (…) Ermenilerin imha edilmesidir” dediğini aktarmıştı. Amerikan Büyükelçisi Morgenthau, 9 Temmuz 1915 günü hatıratına şu notu düştü: “Talat bana, meseleyi [tehciri] son derece etraflıca tartıştıklarını ve sonuçta bağlı kalacakları bir karara ulaştıklarını söyledi. Dünya tarafından suçlanacaklarını söylediğimde, kendilerini nasıl savunacaklarını bildiklerini söyledi. Başka bir deyişle umurunda bile değildi.”

Ülkenin dört bir yanından gelen ölüm haberleri üzerine Almanlar kendisine baskı yapınca, Talat Paşa 31 Ağustos 1915 tarihinde elinde bölgelere yolladığı bazı telgrafların çevirileri olduğu halde doğrudan Alman Büyükelçiliği’ne gitmişti. Burada Ermenilere karşı alınan önlemlerin durdurulduğunu tekrar açıklayan Talât Paşa çok bilinen sözünü söyledi: “La question arménienne n’existe plus!”  (Ermeni meselesi artık mevcut değildir.) 

Kaç kişi öldü/öldürüldü?

Tehcirde ölen ya da öldürülen Ermenilerin sayısıyla ilgili resmî ve yarı-resmî rakamlar da çok farklı. Örneğin Ermeni kaynakları 1,5 ila 2,5 Ermeni’nin öldüğünü iddia ederken, 1918’de savaş suçlarını soruşturmak üzere kurulan Mustafa Arif (Deymer) başkanlığında kurulan Osmanlı Dahiliye Nezareti Komisyonu’nun raporuna göre Birinci Cihan Harbi’nde ölen Ermeni sayısı 800.000’di. 1928’de Genelkurmay Başkanlığı’nın bir belgesinde “Anadolu, bu maada, Vilâyat-ı Şarkiye Müslümanlarından savaş işlemleri yüzünden veya mülteci olarak 500.000’ini kaybetmiştir. 800.000 Ermeni ve  200.000 Rum da katl ve tehcir yüzünden veya amele taburlarında ölmüştür” deniyordu. 1983 yılında ‘Resmî tarihçi’ Kâmuran Gürün “Binaenaleyh hangi hesabı yaparsak yapalım Türkiye Ermenilerinin Birinci Cihan Harbi içinde her türlü sebepten zaiyat (harp halinde bir toplum olduğu için bu tabiri kullanıyoruz) miktarı 300 bini geçmez,” diyerek ciddi bir iskonto yapmış ama ortada büyük bir katliam olduğunu inkâr edememişti. 

Sonra Gürün’ü bile mumla aradık. Çünkü örneğin sabık TTK Başkanı Yusuf Halaçoğlu önce “Ancak bu kayıp, hiçbir zaman 1,5 milyon Ermeni’nin ölümüyle neticelenmediği gibi yüz binlere de varmamıştır” demiş, bir süre sonra “Tabii ki yukarıda belirttiğimiz gibi, nakil sırasında, Ermeni çetelerinin katliamına uğrayan halktan bazı grupların kafilelere bir tepki olmak üzere saldırıları vukubulmuş ve yaklaşık dokuz on bin kişi katledilmiştir” demiş, sonra bunu da fazla bularak “Soykırımı Ermeniler yaptı. 6.500 ve 8.500 kişi bu şekilde katledilmiş bir rakam var. Ermeniler 519 bin Türk’ü öldürdü” diyerek hikâyeyi tersyüz etmişti. Bugün, “yaptık, yine yaparız!” tehditleri gayet rahatça telaffuz ediliyor. 

Yaşananların adını koymayı bir başka yazıya bırakıp, konsolosluk ya da misyoner raporlarını okumayı ikna edici bulmayanlar için bizzat olayların faili olan veya o dönem önemli görevlerde bulunan Müslüman/Türk şahsiyetlerin tanıklıklarını paylaşacağım. (Tanıklıkları mümkün olduğunca, kronolojik sıraya koymaya çalıştım.) Yazıyı Mustafa Kemal Atatürk’ün 1915’e dair tutumuyla bitireceğim. 

MECLİS-İ AYAN REİSİ AHMED RIZA BEY’İN EMVALİ-İ METRUKE KANUNU’NA İTİRAZLARI

27 Mayıs 1915’te resmen tehcire başladıktan hemen ardından Ermenilerden kalacak mal ve mülklerin ne olacağına dair mevzuatı ilan etmişlerdi. 30 Mayıs 1915 tarihli Meclis-i Vükela mazbatası ve 10 Haziran 1915 tarihli talimatnameye göre hükümet, tehcirin uygulandığı bölgelerde iki mülkiye ve bir maliye memurundan oluşacak Emval-i Metruke (Terkedilmiş Mallar) Komisyonları kuracaktı.

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Paris Şubesi’nin başkanı olan, Cemiyetin ilk resmi yayın organı Meşveret gazetesinin Fransızca ekini çıkaran, 1908–1918 yılları arasında Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayan reisliği görevlerini yürüten Ahmed Rıza Bey, Ermeni Meselesi’ne dair ilk tepkisini tehcir edilen Ermenilerin geri bıraktıkları mallarla ilgili olarak 10 Haziran 1915’te çıkarılan talimatname ile ilgili olarak, 4 Ekim 1915 tarihli önergesinde sürüldükleri yerlerde yaklaşan kışın şiddetiyle karşı karşıya kalacak, sefalet ve çaresizlik içindeki yüzbinlerce kadın, çocuk ve yaşlı için merhamet talebinde bulunmuş, sürgünlerin ya evlerine geri dönüşlerine ya da istedikleri yerlere yerleştirilmesine izin verilmesini istemişti.

Meclis-i Ayan’ın 11 Ekim 1915 tarihli oturumunda Ahmet Rıza Bey, kanunun yayınlandığı tarihten itibaren geçerli olacağını belirten 11. maddenin “kanunun savaş bitip barış yapıldıktan bir ay sonra uygulanacağı” şeklinde değiştirilmesini öneriyordu. Çünkü Ahmed Rıza Bey’e göre savaş zamanında kimsenin kimseden mal alma hakkı yoktu ve satılacak emlak ve arazinin sahipleri yerlerinde olmadığı için satışlar gerçek değeriyle yapılmayacak ve bundan malın asıl sahibi büyük zarar görecekti. Ancak meclis Ahmed Rıza Bey’in uyarılarını dikkate almadı. Bunun üzerine Ahmed Rıza Bey 13 Aralık 1915 günlü oturumda (sadeleştirilmiş dille) şunları söyledi:

“ (…) Kanunun söz ettiği malları ‘terk edilmiş mallar’ diye nitelemek kanuni bir şey değil. Çünkü bu malların sahibi olan Ermeniler, mallarını isteyerek terk etmemişler, onlar yerlerinde zorla, şiddetle çıkarılmış. Hükûmet, onların mallarını, memurları vasıtasıyla sattırıyor. Bendenizin, verdiğim önergeden amacım bu kanunun uygulamaya konulmasına engel olmaktı. Nedenini de daha önce belirtmiştim. Bu kanun uygulanacak olursa, bu adamlara bir kat daha kötülük edilmiş olacak çünkü mallarına talip bulunmayacak veyahut mal değer fiyatına satılmayacaktır. 100 liralık bir mal belki 10 liraya satılacaktır. Devletimiz, hiçbir vakit kötülük ve zulmü kabul ve arzu etmez. Onun için bu kanunda düzeltme yapılmasını teklif etmiştim. Halbuki şimdi ne oluyor? Kanun ayniyle kaldı ve icra ediliyor. (…) Hükümet tarafından komisyonlar gönderilmiş, bu mallara bakılıyormuş, felan oluyormuş, bundan bir şey çıkmaz. Ben, malımı satmağa razı olmazsam kimse zorla bana sattıramaz. Anayasa’nın 21 inci maddesi buna engeldir. Eğer bu memlekette Anayasa ve Meşrûtiyet varsa bu olamaz, bu bir zulümdür. Beni kolumdan tut, köyümden dışarı at, malımı ve mülkümü de sonra sat; bu hiçbir vakit de caiz değildir. Bunu ne Osmanlıların vicdanı kabul eder, ne de kanun. (…) Ermenilerin malı, kısmen yağma edildi; meclis kanunu red edinceye kadar elde bir şey kalmayacak, yapılacak şeylerin hepsi yapılmış olacak.”

Ancak Meclis-i Ayan bu konuşmalardan etkilenmedi ve ilk kararından vazgeçmedi. 

Anılarında “Ben hiç kabahati olmadığı halde sadece Ermeni olduğu için katledilen Ermenileri savundum. Çünkü adalet ve devletin özelliği bunu gerektirirdi!” diyen Ahmed Rıza Bey 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’nden sonraki sorgulama ve tartışma dalgasında da itirazlarını sürdürdü, reisliğini yürüttüğü Ayan Meclisi’nde Talat Paşa Hükümeti’nin savaş dönemi politikalarını defalarca sorguladı. 21 Kasım 1918 tarihli celsede verdiği soru önergesinde ise Birinci Dünya Savaşı’na girildiği günden 8 Ekim 1918 tarihinde Talat Paşa kabinesinin istifasına kadar geçen süre içinde hükümet tarafından yapılan hatalar ve cürümler bağlamında katliam ve düpedüz eşkiyalık, kişi dokunulmazlığına, mallar ve meskenlere tecavüz gibi Osmanlılar hakkında meydana gelen eziyet ve cinayetten dolayı savcılık marifeti ile hangi işlemlerin yapıldığını sordu.

2 Aralık 1918 tarihli oturumda konu görüşülürken, üyelerden Topçu Feriki Rıza Paşa “halbuki Türkler de diğer unsurlardan daha az zulüm görmemişlerdir. Bu yüzden teklifimde ısrar ediyorum. Önergeye ‘Türkler’ tabiri de de ilave edilmelidir”, Müşir Osman Paşa “zulmedenler kimlerdir? Bendeniz inanıyorum ki, zulmedenler, bizim İttihad ve Terakki komitecileridir. Türk milleti değil, Osmanlı milleti de değil, İttihad komitecileri ile diğer milletlerin komitecilerin karşılık olarak milletlere bir takım zulümler uygulamışlardır” deyince, tekrar söz alan Ahmed Rıza Bey hükümette İttihat ve Terakki’yi savunan bir konuşma yaptı. 

Tartışmalara 9 Aralık 1918 günü de devam olundu. Ahmed Rıza Bey bu celsede de söz alarak memlekette işlenen aleni cinayetler ve eşkıyalıklardan sorumlu olduklarını ve bu lekeden kurtulmak için adalet beklediklerini belirtti. Ancak tartışmalar bir sonuca bağlanmadan Meclis-i Mebusan’ın 21 Aralık 1918’de tatil edilmesine bağlı olarak Meclis-i Ayan da tatil edildi.

ESKİŞEHİR SEVK KOMİSYONU REİSİ AHMET REFİK ALTINAY’IN ESKİŞEHİR ERMENİLERİNİN TEHCİRİNE DAİR TANIKLIĞI

İkinci Meşrutiyet’in üç önemli tarihçisinden (diğerleri Ali Reşad ve Diren Kelekyan’dır), Harbiye Mektebi’nden Mustafa Kemal’in de tarih hocası olan emekli yüzbaşı Refik Ahmet Altınay, İki Komite İki Kıtal (Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2010) adlı eserinde Sevk Komisyonu Reisi olarak atandığı transit merkezlerinden biri olan Eskişehir ve havalisindeki Ermenilerin tehcirini şöyle anlatmıştı:

“Van İsyanı (10 Nisan-17 Mayıs 1915) İTF’ye milli amaçlarını gütmek için önemli bir fırsat yarattı. Dürüst ve adil bir hükümet sadece bu isyanın gerçekleşmesine yardım edenleri cezalandırırdı. Oysa İTF Ermenileri ortadan kaldırmak suretiyle Şark Meselesi’ni ortadan kaldırma niyetindeydi.” 

“Bir sabah, Eskişehir İstasyonu’nda beklenmedik bir manzara görüldü. O tarihe kadar trenlerden sakat ve hastalar, yanakları çökmüş, traşlı, ölü benizli, arkalarında yırtık bir kaput, ellerinde bir parça kuru ekmek, Anadolu’nun talihsiz çocuklarından başka kimsenin çıktığı görülmezdi. Şimdi çıkanlar, çocuklardan, kadınlardan, ihtiyarlardan, genç kızlardan oluşan bir kafile idi.

Bu ufak kafile o kadar hazin, o kadar elim bir manzara gösteriyordu ki yumuk kollarıyla anasının arkasına sarılan, haziran güneşinin ateşleri altında, aç ve terler içinde, boyunlarını bükerek uyuyan yavruların hali yürekler parçalayacak derecede idi. Acaba hepsi bu kadar mıydı? ‘Konya’ya gidecekler!’ deniyordu. Fakat ceplerinde on para şimendifer yol parası yoktu. Hepsi de fakir, bedbaht köylülerdi. İstasyon’da, parmaklığın önünde, ihtiyar bir kadın, kucağında sarışın mavi gözlü beş altı yaşında bir kız, yanında bir erkek çocuğu, boyunlarını bükmüş oturuyorlardı. Sordum: Asker ailesi imiş, babaları askere alınmış, anaları ölmüş. Bu iki talihsiz öksüzü kendi büyütüyormuş, kızın adını sordum: 

Siranuş!

Zavallı masum, elinde bir kuru ekmek, suya batırarak yiyordu. Siranuş’a yiyecek buldurdum, sevdim, okşadım. (…) O gün İstasyon’da, bu üzücü manzara karşısında herkes müteessirdi ve hepsi de bu kadar zannediliyordu. Gece gelen tren bu zannı bütünüyle yalanladı. Hat boyunda acı bir çığlık koptu. İstasyon’un ovaya nazır cephesinde ağlamalar ve feryatlar işitiliyordu. Koştum, ne hazin bir manzara idi. Fener yok, ışık yok, rehber yok, hiçbir şey yoktu. Kucağında çocukları ağlayan kadınlar, perişan sakallarıyla cübbelerini toplayan, yükünü sırtlarına vuran papazlar, kan ter içinde eşyasını çıkarmaya uğraşan, hastalarını, kızlarını, çocuklarını taşıyan analar, fakir, zengin, aç, sefil binlerce aile, yük vagonlarından çıkmaya uğraşıyorlar, çocuklarını, analarını, eşyalarını kaybetmemek için gecenin karanlıkları içinde çırpınıyorlardı. Bu manzarayı görmek mümkün değildi -gözlerden ister istemez yaş dökülüyordu- Hiç kimseye yardım etmek mümkün değildi, hiç kimsenin yardımına yetişmek mümkün olamıyordu. Zaten edilse de kabul eden yoktu. Bu haksız zulüm kalplerde o kadar derin bir üzüntü, o derece sarsılmaz bir düşmanlık ortaya çıkarmıştı ki en aciz, en çaresiz, en kimsesiz bir kadına bile yardım etmek istenilse, kaşlarını çatıyor, kindar nazarlarla yüzünüze bakıyor, sağlam kalbi, müteessir ruhuyla felakete, açlığa, ölüme doğru korkusuz gidiliyordu.”

“Artık Eskişehir civarında yirmi bin kişiden oluşan bir ordugâh ortaya çıkmıştı. Çadırlar arasında sokaklar açılmış, pazarlar kurulmuştu. Gece dağlar kararıyor, Porsuk Suyu’nun çağıltısı uzun ve hazin tepelere aksediyor, bedbaht Ermenilerin perişan halde yattıkları ovalardaki ışıkların sönük parıltıları görülüyordu.”

“Haftalar geçti. Hala Ermenilerin nakledildiği görülmüyordu. Bir kısmı karadan Kütahya’ya sevkedilmişti. Fakat bunlar kasabaya girememişler, Alanyurt İstasyonu’nda ikinci bir karargâh kurmuşlardı. Bu binlerce aileler içinde artık açlık baş göstermişti. Yiyecek, içecek, para, bir şeyleri yoktu. Nihayet eşyalarını satmaya karar verdiler. Bu karar pek feci idi: Eskişehir sokaklarında, İstasyon meydanlarında gelinlik ve genç kızların göz nuru dökerek, masum kalplerinde tatlı emeller besleyerek ördükleri dantelalalarını, ipekli yatak çarşaflarını, özene bezene yaptıkları gelinlik esvaplarını kollarına almışlar, kırmızı çarşaflı kadınlara yok bahasına sattıkları, sokak sokak dolaştırdıkları görülüyordu. Ne feci haldi! Satacak eşyası olmayanlar için dilenmekten başka çare yoktu. Çoğunlukla, perişan kıyafetli ailelerin kapı diplerinde oturdukları, boyunlarını bükerek dilendikleri görülüyordu. Açlık gittikçe çoğalıyordu, soğuk gittikçe şiddetini arttırıyor. (…) Nihayet bir gün, uğursuz emir geldi: Eskişehir de tahliye edilecekti. (…) Ertesi gün Eskişehir’in biçare aileleri ellerinde birer sepet, kollarında paltoları, hayvan vagonlarına bindiler. Gözleri yaşlarla dolu, kalpleri heyecanlı, asırlardan beri sevdikleri, oturdukları, yaşadıkları evlerini, çiçekli bahçelerini, muazzez hatıralarını bıraktılar, Eskişehir’in güzel ufuklarına, kahraman Osman’ın adaletine sahne olan tarihi şehre veda ettiler. Konya Ovası’nı kuşatan dağlara, Pozantı’nın yalçın geçitlerine, El Cezire’nin ateşli çöllerine, açlığa, sefalete, perişanlığa, ölüme doğru gittiler…” 

“Artık Eskişehir Ermenileri de çıkarılmıştı. Kıymetdar halıları ve eşyaları kamilen evlerinde idi. Fakat hükümet bunları muhafazadan acizdi. Sahipsiz kalan evler güya polisler tarafından muhafaza olunuyordu. Halbuki geceleyin halılar ve davarlar, kıymetdar eşya kamilen çalınıyordu. Aynı hal İzmit’in Adapazarı’nın tahliyesi esnasında da vukua gelmiş, eşyalar çalındıktan sonra izi belli edilmemek için evler ateşe de verilmişti.” 

“[Ege’deki] Ermeni zenginlerinin evleri satın alınmış, takrir verilir verilmez paralar zorla zulüm ile istirdat olunmuştu… Bu fecaatleri duyup da müteessir olmamak kabil değildi… Bu hareket, beşeriyet namına bir cinayetti. Hiçbir hükümet, hiçbir devirde, bu derece gaddarane bir cinayet ika etmemişti.” 

Altınay, savaş sırasında İstanbul’dan Eskişehir’e kaçan devlet ricalinin sürgüne gönderdikleri Ermeni vatandaşlarının mallarını nasıl paylaştığını şöyle anlatır: 

“(C)esim bir Ermeni konağı Şehzadegana, Sarısu köprüsü civarında kanarya sarısı rengindeki yan yana iki Ermeni evi Talat Bey’le yar-ı garı [İsmail] Canbulat Bey’e, içeride Ermeni mahallesinde muhteşem bir Ermeni köşkü Topal İsmail Hakkı’ya, İstasyon’a yakın, oturmaya salih bütün evler İttihad’ın en mühim ricaline tahsis olunmuş.” 

Ahmet Refik Bey, Mütareke sonrasında 28 Aralık 1918 tarihli İkdam’da suçluları yedi kategoriye ayırır: 1. Bilfiil kötülük yapmış olanlar. 2. Bunları “yıldırım savar” sayanlar, el altından iş görenler, İTC Merkez-i Umumi kodaman azaları, İTC taşra kulüplerinin reisleri, 3. Teşkilat-ı Mahsusa’da görevli olanlar, kısmen ufak rütbedeki zabitan ile hapishanelerden kurtarılmış neferler, kabadayılar, 4. Olan bitene ses çıkarmamış, hatta onaylamış ve kâr peşinde koşmuş mebuslar, 5. Her cinayeti alkışlayan gazeteciler, yazarlar, 6. İhtikâr (aşırı kâr) ve servet peşinde koşanlar, 7. Dalkavuklar…

Savaşın sonlarında “Ermeni Kırımı” raporu hazırlamak için Avusturyalı ve Alman gazetecilerle Batum, Erzincan ve Erzurum’u kapsayan bir geziye çıkan Ahmet Refik Bey bu gezi izlenimlerini Kafkas Yollarında adlı kitabında topladı.

Ahmet Refik Altınay’ın İttihatçılar tarafından zaten hiç sevilmediğini, 1925’te Tarikat-ı Salahiyye adlı örgütle ilişkide olduğu iddiasıyla İstiklal Mahkemesi’nde yargılandığını ve beraat ettiğini, Türk Tarih Tezi ile uyum sağlayamadığı için sürekli baskı gördüğünü, çalışmalarının yasaklandığını, üniversitedeki kürsüsünü kaybettiğini, yoksulluğa mahkûm edildiğini, sefalet içinde kimsesiz öldüğünü hatırlatarak noktayı koyalım. 

BİNBAŞI “ÇERKES” AHMED’İN KRİKOR ZOHRAB VE VARTKES SERENGÜLYAN’I NASIL ÖLDÜRDÜĞÜNÜ ANLATIŞI

10 Temmuz 1911 gecesi üç arkadaşı ile Sakızağacı’ndaki Mihail’in gazinosundan çıkıp evlerine giderken öldürülen Şehrah gazetesinin yazarı Zeki Bey’in katil zanlısı olarak Serez Mebusu Derviş Bey’in kardeşi Mustafa Nazım ile Nazım’ın çiftlik kahyası Çerkes Ahmed tutuklanmıştı. Sorguda ve yargılamada birbiriyle çelişen ifadeler veren ikili, mahkemeye gelmeyen, gelse de “hatırlamıyorum”, “bilmiyorum” diyen tanıklar, resmi makamlardan bir türlü gelmeyen cevaplar ve belgeler, İttihatçıların mahkemeye baskılarına rağmen cezalandırılmış, bunlardan Çerkes Ahmed asli fail olarak 15 seneye mahkum edilmişti. Ancak bu cezasını çekmediği gibi binbaşılığa kadar rütbe almaya devam etti. Çerkes Ahmed’in affa mı uğradığı yoksa hapisten mi kaçtığı/kaçırıldığı meçhuldür ancak cinayetlerine devam ettiği kayıtlara geçmiştir. Bunlardan en ünlüsünün hikayesi şöyle:

O meşum 1915 yılında, 23 Nisan’ı 24 Nisan’a bağlayan gece İstanbul’da tutuklama haberini duyanlar İstanbul Mebusu Krikor Zohrab’ın evine koşmuşlardı. Zohrab Sadrazam Said Halim Paşa’yı aramış, ardından Talât Paşa’ya bir mektup yazmıştı. Ama sürgünleri durduramamıştı. Durduramadığı gibi kendisi de sürülmüştü.  Tutuklanış hikâyesi gayet ilginçti. 

2 Haziran Çarşamba gecesi Cadde-i Kebir’deki (İstiklal Caddesi) Cercle d’Orient Kulübü’nde Talât Paşa ve Halil Bey’le yemek yemiş, ardından kâğıt oynamış, Zohrab Efendi gitmek üzere ayağa kalktığında Talât Paşa da kalkmış ve Zohrab’ı yanağından öpmüştü. Şaşıran Zohrab “Bu iltifat neden?” diye sormuştu. Talât Paşa da “İçimden geldi” demişti. Zohrab, yayan olarak evine giderken kendisini takip eden bir polis tarafından tutuklanmıştı. Erzurum Mebusu Vartkes Serengülyan’la birlikte Zohrab’ı Diyarbakır Divan-ı Harbi’nde yargılamak üzere Haydarpaşa’dan trene bindirdiklerinde, karısı Klara ile İttihatçı gazeteci Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey, Talât Paşa’nın evine gitmişlerdi. Talât Paşa Klara’yı kayıtsız bir şekilde dinlemiş ve “Soruşturma bitince dönecektir” demekle yetinmişti. Ama Zohrab ve Serengülyan dönemeyeceklerdi. 

İki arkadaş, zorlu yolculukları sırasında İstanbul’da pek çok kişiye (Şeyhülislam Ürgüplü Hayri Bey’e, Dahiliye Nazırı Talât Paşa’ya, İTC’nin Merkez Komitesi üyesi Halil Bey’e, eski Adliye Nazırı Necmettin Molla’ya, Almanya Büyükelçisi Wangenheim’a, İTC’nin önde gelenlerinden Dr. Nazım’a) mektup yazarak geri dönmelerine yardım etmeleri için ricada bulunmuştu. Ama hiçbirinden cevap alamamışlardı. Ermeni komitacıların ve bazı Türk dostlarının (örneğin Bekir Sami Bey’in) kaçmalarını tavsiye etmelerine de kulaklarını tıkamışlardı. Hâlâ işin vahametinin farkında değillerdi. Zohrab ve Serengülyan, 18, 19 veya 20 Temmuz’da Urfa yakınlarında, Teşkilat-ı Mahsusa mensubu Binbaşı Çerkes Ahmed tarafından öldürüldüler. 

“Van ve havalisini Kâbe toprağına döndürdüm”

Cinayetin nasıl işlendiğini, Ahmed Refik Altınay İki Komite, İki Kıtal/Kafkas Yollarında adlı hatıratında şöyle anlatmıştı: 

“Çerkes Ahmet, Ermeni felaketi için mühim bir belge idi. Bu katili, hadisenin evrelerini bizzat failinden dinlemek istedim. Çerkes Ahmet’e doğu vilayetlerinde neler yaptığını sordum. Çizmeli ayaklarını birbirinin üstüne attı, cigarasının dumanlarını karşısına savurdu: ‘Beybirader’, dedi, ‘şu hal namusuma dokunuyor. Ben vatanıma hizmet ettim. Gidin, görün, Van ve havalisini Kâbe toprağına döndürdüm. Bugün orada bir tek Ermeniye tesadüf edemezsiniz. Vatana bu kadar hizmet ettim: sonra o Talât gibi hergeleler İstanbul’da buzlu bira içsinler, beni de böyle muhafaza altında getirtsinler, yok bu haysiyetime dokunuyor!’” 

Altınay devam ediyor: 

“Fakat onun bir arkadaşı vardı, kendisiyle beraber Zeki Bey’i öldüren Nazım! Çerkes Ahmet’e Nazım’ı sordum: Sus beybirader. Zavallı şehit oldu. dedi. Çerkes Ahmet’ten daha fazla malumat almak istiyordum: -Peki, bu Zöhrab filan ne oldular? ‘A duymadınız mı? Hepsini geberttim.’ Sigarasının dumanlarını havaya doğru savurdu, sol eliyle bıyıklarını düzelterek sözüne devam etti: ‘Halep’ten çıkmışlardı. Yolda rast geldik, derhal arabalarını kuşattım. Gebereceklerini anladılar. Vartakes dedi ki: ‘Peki Ahmet Bey. Bize bunu yapıyorsunuz, fakat Araplara ne yapacaksınız? Sizden onlar da memnun değiller.’ ‘O senin bileceğin iş değil kerata dedim, bir mavzer kurşunu ile beynini patlattım. Sonra Zöhrab’ı yakaladım. Ayağımın altına aldım. Koca bir taşla kafasını ezdim, ezdim, geberinceye kadar ezdim.’” 

Çantadan çıkan mücevherler

Meclis-i Mebusan’ın saygın ve renkli üyelerinden olan Zohrab’ın böyle vahşice öldürülmesi İstanbul’da büyük tepki yaratınca, Talât Paşa bir soruşturma açmak zorunda kalmıştı. Aslında Talât Paşa bir süredir uygun bir bahane bulup başına buyruk davranan Çerkes Ahmed’den kurtulmak istiyordu. 

Nitekim IV. Ordu Kumandanı Cemal Paşa’nın Emir Subayı Falih Rıfkı (Atay) Suriye anılarını topladığı Zeytindağı adlı kitabında “Tam fırsatı idi. Cemal Paşa hemen ikisinin de tevkif olunmasını emretti. Fakat Çerkes Ahmet’le Nazım durumu kavramış olduklarından ilk trenle İstanbul’a hareket etmişlerdi. Cemal Paşa, çılgın, Adana’ya, Afyon’a, şiddetli emirler yağdırıyordu. İki arkadaş İstanbul’a can atmışlardı. Merkez Kumandanına emir verdi: Bütün mesuliyeti bana ait olmak üzere derhal bu iki arkadaşı eşyalariyle Şam’a yollayınız.’ 

Ancak Merkez-i Umumi işin peşini bırakmıyordu. Talat Paşa ile şifre yazışmaları başladı. Talat Paşa nihayet: ‘Bu vesile ile onlardan da kurtulmuş oluruz’, kararını vermiş olacaktı. İki arkadaş Şam’a geldiler. (…) Çerkes Ahmet ve Nazım’ın eşyaları açıldığı zaman çantalarında kadın yüzüğü, bilezik, küpe ve mücevher buldular.” 

Cemal Paşa’nın emir subayı Falih Rıfkı Zeytindağı’nda (Varlık Yayınları, 1964) devam ediyor: 

“Birkaç gün sonra Çerkes Ahmet ve Nâzım çetesinin Zöhrap’la Vartekes’i yolda öldürmüş olduklarını haber aldık. Cemal Paşa bunu hazmedemedi. Çerkes Ahmet, Şehrah gazetesi yazarı, Zeki Bey’in katili olan iki fedaiden biri idi. Kudüs’e dönmüştük. Bir gün Halep valisinden, galiba Celal Bey, bir şifre geldi. Vali diyordu ki: ‘Çerkes Ahmet Bey’le Nâzım Bey bana geldiler. Suriye’de Ermenilerin korunmakta olduğunu işitiyoruz. Anlaşılan Cemal Paşa’nın bu işe yarar bir adamı yok, bize bıraksın, haklarından gelelim, dediler.” Tam fırsatı idi. Cemal Paşa hemen ikisinin de tevkif olunmasını emretti. Fakat Çerkes Ahmet’le Nâzım durumu kavramış olduklarından ilk trenle İstanbul’a hareket etmişlerdi. Cemal Paşa, çılgın, Adana’ya, Afyon’a, şiddetli emirler yağdırıyordu, iki arkadaş İstanbul’a can atmışlardı. Merkez kumandanına emir verdi: “Bütün mesuliyeti bana ait olmak üzere derhal bu iki adamı eşyalarıyla Şam’a yollayınız.” Merkezi Umumi bırakmıyordu. Talat Paşa ile şifre yazışmaları başladı. Talat Paşa nihayet: – Bu vesile ile onlardan da kurtulmuş oluruz, kararını vermiş olacaktı. İki arkadaş Şam’a geldiler. Fakat İstanbul’dan müdahalelerin va aracılıkların eksik olduğu yoktu. Çerkes Ahmet ve Nâzım’ın eşyaları açıldığı zaman, çantalarında kadın yüzüğü, küpe ve mücevher buldular. Harp divanının eline mükemmel bir silah geçmişti, bu iki serserinin bir ideal için fedakârlık değil, zengin olmak için cinayet işlemiş oldukları belli idi. İstanbul’dan iltimas telgrafları yağıyor, Şam Harp Divanı’na sürat emirleri gidiyordu. Harp Divanı yirmi dört saat içinde iki azılının idam kararını verdi ve mazbatasını Kudüs’e yolladı. Kumandanların böyle idam kararlarını önce yerine getirmek, sonra Başkumandanlığa haber vermek yetkisi olduğunu yazmıştım. Zöhrap’la Vartekes’in katilleri ertesi gün Şam’da asılmıştı.”

1397 kişi yargılandı yalanı

İleriki yıllarda bu hikaye, resmi tarihçiler tarafından tehcirin Ermenilerin imhası amacına yönelik olmadığını ispatlamak için sıkça tekrarlanan “tehcir sırasında görevlerini kötüye kullandıkları gerekçesiyle 1397 kişi hakkında soruşturma açıldığı ve bunların büyük bir kısmının idam da dahil olmak üzere, çeşitli cezalara çarptırıldığı” yalanına monte edilecektir. 

Yalan diyorum çünkü araştırmacılara sunulduğu kadarıyla, Osmanlı Arşivi’nde, özellikle konuyla ilgili en çok belgenin bulunduğu Dahiliye Nezareti Şifre Kalemi evrakı arasında, tehcir edilen Ermenilere karşı cinayet vb. biçiminde suçlar işleyen devlet görevlileri aleyhine açılmış soruşturmalara ait tek bir belge yoktur. 

Zaten ne 1.397 rakamını ilk ortaya atan Kamuran Gürün ne de ona referans veren Yusuf Halaçoğlu bu iddialarını doğrulayacak hiçbir belge yayınlamış değillerdir. Buna karşılık Ermenilerin geride bıraktıkları mallara yönelik, yağma, hırsızlık, rüşvet ve zimmet gibi suçlara ilişkin pek çok dava vardır. Ancak bunların açılma nedenleri Ermenilere verilen zararlar değil, aynen Çerkes Ahmed olayında olduğu gibi Ermeni mallarını ve bunların satışından elde edilecek gelirleri son derece sistemli bir biçimde kullanmak isteyen Hükümetin Ermeni mallarını bireylerin yağmasından korumaktır. Sözü edilen 1.397 kişi Ermenilere değil devlete (bunu “İTC’ye karşı” diye okuyun) karşı suç işledikleri için yargılanmıştır.

İTC’NİN TRABZON MEBUSU HAFIZ MEHMET EMİN BEY’İN KARADENİZ BÖLGESİNDEKİ KATLİAMLARA DAİR TANIKLIĞI

Sürmeneli Memiş Ağa’nın torunu, Hacı Yakubzade Ahmet Ağa’nın oğlu olan Hafız Mehmet Efendi, 1912-1918 arasında üç dönem Meclis-i Mebusan’da İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) Trabzon Mebusu olup 23 Nisan 1920-15 Nisan 1923 arasında Birinci Meclis’e Trabzon Milletvekili olarak katılmış, 8 Şubat 1921-19 Mayıs 1921 arasında vekaleten Adliye Vekilliği yapmıştı. 

Bu tarihçeden anlaşılacağı üzere Mehmed Emin Bey, İTC-Kemalist devamlılığının temsilcilerindendir. Dolayısıyla 1915’e dair söyledikleri önemlidir. Ancak görüleceği üzere, bu konuda epey dirençli bir tavır göstermiştir. İtirafları gayet dolaylıdır. Bu ön bilgiden sonra konuya dair söylediklerine geçeyim. 

Meclis-i Mebusan’ın 4 Kasım 1918 tarihli oturumunun 3. celsesinde, İTC’nin Aydın Mebusu Emanuel Emanuelidi(s) Efendi’nin sabık hükümetin bazı icraatları hakkındaki sekiz soruluk takririnin tartışılması sırasında söz alan Trabzon Mebusu Hafız Mehmet Emin Bey (sadeleştirilmiş dille) şöyle konuşmuştu:

“Amma Emanuelidi Efedi takririnde sırf Ermeni oldukları için bir milyon çocuk ve kadının öldürüldüğünden ve beş yüz elli bin Rumun itlaf edildiğinden ve iki yüz elli bin bu kadar Rumun tehcir edildiğinden bahsetti. Bendeniz bundan evvel kabineye güven oyu sırasında memlekette meydana gelen bütün suçların araştırılması ve faillerin cezalandırılmasını Hükümet vaad etmedikçe güven belirtmeyeceğimi söylemiştim. (…) Fakat meseleyi araştırırken yalnız şunu rica ederim ki haksızlığı derecesinden fazla göstermeyelim. Çünkü haksızlık fazla gösterildikçe yine haksızlık olur. (…) Ben Emanuelidi Efendiyi burada pek abartıcı gördüm ve meselenin esasından biraz uzaklaşmış bulunduğu anladım. Evet efendim bizim memurlarımızın birçok Ermeni çoluk ve çocukları kestiklerini ben de söylüyorum. Ve malları da yağma edildi. Fakat bunun bir öncesi var. Şurada bulunan bütün Ermeni arkadaşlar ile beraber vakti ile bendeniz Muş’ta bulunduğum sırada, savcılığım dolayısıyla bilgi sahibi olduğum pek çok gerçek dolayısıyla sizi biraz rahatsız etmek istiyorum. Fakat mesele mühimdir. Bugün bir suçlanma karşısında bulunuyoruz. Bendeniz biraz savunmak istiyorum. Emanuelidi Efendi diyorlar ki: Bir milyon çoluk çocuk kesildi, demek ki yalnız bir milyon kadın ile çoluk çocuğa aittir. Şu halde ondan çıkan ki erkekler hariç. En az beş yüz bin de bunlar da var. Şu halde öldürülenlerin toplam bir milyon beş yüz bine çıkar. Çünkü o bir milyonu yalnız erkekler ile kadınlara ayırıyor.

Bendeniz 1907 Muş Savcısı iken ‘Zaven’ isminde bir Ermeni Komitecisi vuruldu. Bunun üzerinde bazı evrak çıktı. (…) Diyorlardı ki: Van İngiliz Konsolosu Mister bilmem kimin bir raporu var. Bu raporda bütün burada bulunan Ermenilerin adedini 1.200.000 kişi göstermişti. (…) Van İngiliz Konsolosunun yazdığı raporun, Ermenilerin miktarının katlini (?) değil, mümkün olduğu kadar fazlasını göstermek sureti ile yazılmış olduğu daha ziyade muhtemeldir. Şimdi geçende işittiğine göre, burada bulunan Ermeni temsilcileri de 200 bin, 300 bin Ermeninin Kafkasya’ya göç ettiklerini söylüyordu. Memleketimizde zannederim halen 400 veya 500 bin Ermeni vardır. Şimdi şu aradaki fark ne miktar ise, telef edilmiş, katledilmiş ve malları da yağma edilmiş olduğunda şüphe yoktur. Ben de istiyorum ve talep ediyorum ki bunu yapanlar cezalandırılsın. Fakat bu, böyle iken sırf Ermeni olduklarından dolayı kesilmişlerdir yolunda Emanuelidi Efendi tarafından yapılan açıklamayı ben kabul edemediğim gibi, zannederim, Ermeni arkadaşlarım da bunun böyle olduğunu kabul etmezler.”

Bu uzun savunmayı özetlemek gerekirse, “Evet bazı Ermeniler kesilmiştir ama sayı söylendiği kadar çok değildir” diyordu Hafız Mehmed Emin Efendi. (Bence de haklı bir itiraz. Bu sayılar meselesine bir başka zaman değiniriz.)

(İTC’nin Halep Mebusu Artin Boşgezenyan Efendi’nin “Ne için kesilmişlerdir?” sorusu üzerine) Mehmet Emin Bey “izah edeceğim Artin Efendi. Mesele, Ermeni oldukları için kesilmişlerdir yolunda değildir,” demiş ancak hem oturum başkanı İTC’nin İstanbul Mebusu Hüseyin Cahit Bey’in, hem de İTC’nin Sinop Mebusu Hasan Fehmi Efendi’nin “meseleyi yeniden deşmeyelim”; Artin Efendi’nin de “yaraları tazelemeyelim” demesi üzerine sadece Emanuelidi Efendi’nin abartılı konuşmasına dikkat çektiğini, yoksa suç işleyenlerin cezalandırılmasından yana olduğunu tekrarlayarak Türklere yönelik Rum mezalimiyle devam etmişti.

Hafız Mehmet Emin Bey’in konu hakkındaki ikinci kez Meclis-i Mebusan’ın 11 Aralık 1918 tarihli oturumunun 1. celsesinde konuştu. Herkesin özgürce ve hoşgörü içinde acılarını dile getirmelerinin iyi bir şey olduğunu söyledikten sonra İTC ve Türkleri şöyle savundu: 

“Hükümetin sadakat beklemeye hakkı var idi… Bendeniz diyorum ki bu vazifesini ifa-yı vazife etti. Bugün herkes, bütün millet umum mebusanı da ayanı da, matbuatı da, o yolda kanun haricinde ifa edilen ahval müsebbiplerin öyle cinayet ve ve mezalim ika edenlerin cezalarını vermeye hep taraftarız. Fakat bunu ikide bir de mevzuu bahs ederek mesuliyetin umum millete tahvili vadisinde… sözler söylemek doğru olmadığı zannındayım. Trabzon’da yapılan muameleden dolayı bu yapılan muamelenin Allah bize belasını verecektir diyorlardı. Yani halk bu fiilden tevahhuş ediyordu (korkuyordu.)”

Ardından şu itirafta bulundu: “Ordu kazasında bir kaymakam vardı. Ermenileri kayığa doldurarak Samsun’a göndermek bahanesi ile denize döktürdü. Vali Cemal Azmi’nin aynı muameleyi yaptığını işittim. Oraya kadar gidemedim. Ordu kazasından dönmeye mecbur oldum. Buraya gelir gelmez gördüklerimi Dahiliye Nazırı’na söyledim. O vakit müfettiş gönderdiler ve kaymakamı azil ettiler. Tümünü sorguya aldılar. Fakat vali hakkında bir şey yaptıramadım. Belki üç sene uğraştım fakat olmadı. Fakat orada, bu meselede alakadar olanlar, vali ve dediğim gibi kaymakam ve belki üç, beş kişiden ibarettir.”

Nisan-Mayıs 1919’daki Divan-Harb-i Örfi Trabzon Davası’nda Ermenilerin “Trabzon Celladı” diye andığı Vali Cemal Azmi gıyaben (1/2 Kasım 1918’de Alman torpidosuyla firar eden lider kadro arasındandı), onun emrindeki Trabzon Rüsumat Müdürü Mehmed Ali Bey ise on yıl kürek cezasına mahkum edilmişti. Suçları, “defalarca suç işlemiş kişilerden” oluşan ekibi ile birlikte Ermeni kız ve erkek çocuklarını mavnalara doldurarak denizde öldürtmek, geride bıraktıkları mal ve mülklerini gasp etmek, bazı öksüz ve yetimleri Türk ailelere dağıtmak, kadınların ziynetlerini çalmak ve ırzına geçirtmek, aylarca yollarda yürüterek açlık ve yorgunluktan ölmelerine neden olmak…. idi. 

Cemal Azmi, 17 Nisan 1922 günü Berlin’de, Taşnakçılar tarafından yürütülen “Nemesis Operasyonu” kapsamında Ermeni fedailer tarafından İTC’nin ileri gelenlerinden Dr. Bahattin Şakir ile birlikte ailesinin gözü önünde öldürüldü. Mehmed Emin Bey ibe İzmir Suikastı’na katılmak suçuyla13 Temmuz 1926’da idam edilen 13 kişiden biri oldu. 

CEMAL PAŞA’NIN YARDIMCISI HASAN AMCA’NIN LÜBNAN VE SURİYE’DEKİ TEHCİR ANILARI

19 Haziran 1919 tarihli Alemdar gazetesinde, Hasan Amca imzasıyla “Tehcirin İç Yüzü” adlı yazı dizisi yayımlanmaya başlamıştı. 28 Haziran 1919’da yayınlanan 8. tefrikada ‘devamı yarın’ dendiği halde 29 Haziran’da yazı yoktu. Bir açıklama da yapılmamıştı. Yıllar içinde Hasan Amca’nın kesintiye uğrayan anıları da, Hasan Amca’nın kim olduğu da unutuldu. Hatta bazı kişiler için Hasan Amca’nın gerçek bir kişi olduğu şüpheli hale gelmişti. 

Ancak 1964 yılında Kadıköy üzerine kitaplarıyla tanınan Müfit Ekdal, bir hastanede karşılaştığı Hasan Amca hakkında verdiği bilgilerle şüpheleri ortadan kaldırdı. 

Bugün biliyoruz ki, Hasan Amca Ubıh’ların Amç’a sülalesinden bir Çerkes’ti. Soyadı buradan geliyordu. Ailesi 1864’te Anadolu’ya gelmişti. Babası erlikten yüzbaşılığa yükselmiş ve Suriye cephesinde savaşırken ölmüştü. Hasan Amca babası gibi subay olsun diye Kuleli Askeri Lisesi’ne gönderilmiş, Harbiye’yi bitirmişti. Askeri Tıbbiye’yi üçüncü sınıfta bırakıp İttihat ve Terakki’ye katılmıştı. Ancak İttihatçıların vaad ettikleri ‘hürriyet’ yerine, baskı ve şiddete dayalı bir diktatörlük kurmaları üzerine, 1912’de muhalif subayların örgütlediği ‘Halaskar Zabitan’a dâhil olmuştu. 

Bu örgüt, içlerine sızan bir ajan sayesinde çökertilince, idama mahkûm olan Hasan Amca’yı, sorgusunu bizzat yapan Cemal Paşa ipten almıştı. Bu ikilinin yolları 1915’te Suriye’de yeniden kesişti. İşte Alemdar gazetesinde bu kesişmenin hikayesi anlatılmaktaydı. Bu bilgiler ve dizinin bazı bölümleri dili sadeleştirilmiş ve kısaltılmış olarak 23 Mart 2012 tarihli AGOS’ta yayımlandı. Oradan bazı bölümler aktarmak istiyorum:

20 Haziran 1919, Alemdar

“Cemal Paşa gözlerimden endişemi keşfediyor gibi görünüyordu. Yaklaşmamı işaret ederek: ‘Şimdi sen Havran’a gideceksin. Orada takriben 20-30 bin Ermeni muhaciri bulacaksın. Biliyorsun ki orası zanaat sahibi insanları geçindirecek bir yer değildir. Ermenilerin çoğu meslek sahibi. Ama orada sefalet içindedirler. Bunlardan, evvela dul ve yetimleri toplar, buraya gönderirsin. Burada dul ve yetimhaneler tesis edilecek, onlar orada himâye edilecek, sonra aileleri akrabalarından ayırmayarak sanatlarını bir oran dahilinde bulundurmak suretiyle Beyrut ve Suriye’nin muhtelif liva ve kaza merkezlerine sevk edeceksin. Onlara orada sermaye, dükkân ve ev tedarik edeceksin. Bunları çalışmaya sevk edeceksin. Geçimlerini ve hayatlarını kazanmayı temin edeceksin… Şimdilik görevin Havran’dan bu aileleri düzenli olarak kışa ve yağmurlara kadar buralara sevk etmektir. Sonra bizzat gidip toplumsal durumlarını düzeltecek ve hayatlarını temin edeceksin…’

Doğrusu o dakikada bu insani tasavvura hemen yarı inandım. Düşünüyordum: Memleketinden tehcir edilen ve her düştüğü fena vaziyetten ikinci fena bir hale düşürülen bu biçare insanlara ve bunları sevke memur edilenlere resmi ağızla bu tarz emirler verilmemiş midir? Acaba benim Havran çoraklığından Yafa’ya veya Akkâ’ya çoluk çocuğunun hayatını kurtarma amacıyla trene bindireceğim bu insanlar, verdiğim ümide rağmen hangi gelecek ile karşılaşacaklar?

Bir türlü tamamıyla inanamıyordum. Bir aile için olsun iyilik yapabilmek lüzumunu nasihat eden ablamın sözlerini hatırladım. Pazar günü babamın şehit olduğu Havrân’a doğru trenle hareket ettim. Derâ’ya geldim. Burası Havrân livasının merkeziydi. 

Gariptir! Sevmediğim bir adamın ismini bile öğrenmek zahmetine katlanamam. O zaman Ermeni muhacirler işini idare ve takip eden heyete Heyet-i Mahsûsa ismi verilmiş. Merkezde bu işi İttihat ve Terakki Şam Murahhası Neşet Bey idare edecek. Ben, Heyet-i Mahsûsa Havrân Murahhası oluyorum.”

(…)

22 Haziran 1919, Alemdar

“Bir taraftan hastane ve eczanenin noksanlarını tamamlayarak bir taraftan da sevkiyat için mesaiye başlamıştım. Evvela dul ve yetimleri Şam’a sevk edeceğime göre, Havran’ın muhtelif köy, vadi ve karyelerine atılan bu biçareleri toplamak lazım geliyordu.

Köylerden Ermeni muhtarlarını çağırdım. Birer defter hazırlamalarını tembih ettim. Gelen defterlere ve mesafelere göre İstasyon Kumandanı’nın vereceği vagonları hesaplayarak sevkıyatın projesini hazırladım.

Maksadım; köylerden gelecek muhacirleri orada 24 saatten fazla bekletmemiş olmak ve biriktirerek sefaletlerini şiddetlendirmemekti. 2-3 günlük mesai ile bunu temin ettim. İlk köyü davet ettim. Sevkiyat başlamıştı.

Buradan trene binmek için lazım gelen talimatı memurlara vererek dul ve yetimleri bizzat toplamak, hem de durumu bizzat görmek için Cebel’e hareket ettim.

Bu dağlar, yaratılış tarihinden beri bu derece vahim sefalet taşımamış, görmemiştir. Dört gün devam eden bu seyahat, bana insan denilen mahlûkun ne derece yırtıcı, ne derecelere kadar dayanıklı olduğunu o kadar kati gösterdi ki; korktum, insan soyuna mensup olmaktan utandım. Mide ve ihtiyaç ıstırabı, insan doğasında ne iğrenç tabiatlar doğuruyor.

Hemcinsinin, ot, leş, kendi evladını yediğini görmekten, işitmekten insanlık ne hisseder? Bu duyguyu ve tesiri hangi kelimelerle izah eder!

Benim gibi âdem evlatlarının, mecalsiz adımlarla yürümeye çalışarak, hayvanlar gibi ot yediklerini, bir eşek leşini yırtıcı hayvanlar gibi, birbiriyle kavga ederek parçaladıklarını, bağırsaklarını paylaşmak için birbirinin boğazına sarıldıklarını gördüm. Bu leşin paylaşımı için benim dilimde konuştuklarını işittim. İnsanın bütün havası dönüyor, gözleri gördüğüne, kulakları işittiğine inanmak istemiyor… Fotoğraf makinesi ile yanlarına yaklaştığım zaman ehemmiyyet bile vermediler. İçlerinden biri bile dönüp bakmamıştı. İnsanların en yüksek gayelerine, en yüksek heyecanlarına lanet ederek buradan uzaklaştım. (…) Bundan sonra karyelerde, hemen bütün muhacirlerden yüzde 30-40 telefat vardı. Tifüs, humma, malarya da aynı şiddet ve vahametteydi. İlacın olmadığı yerde hastalıkların vahim sonuçları arasında fark kalmıyor gibi. Kinin ilacının olmadığı yerde en basit malaryanın vebadan ne farkı olabilirdi.

Dul ve yetimleri toplatarak hazırlanıyor ve incelemeyi sonraya bırakarak ileriye harekete devam ediyordum. Civar karyelerden çocukları ve dulları güzergâhıma tesadüf edecek köylere göndermek üzere muhacirlerden tayin ettiğim görevlileri de etrafa gönderiyordum. Kefrence’nin bir saat ilerisinde, Hazra Köyü’ne vardım.

Burada, muhacir ve yerli beş yüz nüfûstan 417 vefat vardı. Köyün dar aralıklarında koltuk değneklerine dayanmış canlı mevtalar sağa sola sallanarak yürüyorlardı.

O gece kırda yatmayı tercih etmiştim. Kalamadım. Bitlerin boğduğu bir çocuğu burada gördüm. Tırnakların diplerinden itibaren masumun bütün vücudunu istila eden bu murdar milyarlarca mahlûk, cenâzesinin üzerini bir iğne batırılacak yer bırakmamak şartıyla örtmüştü. Bir çınar ağacının gövdesine yaslanarak, sabahı yapmağa çalıştım. Bir türlü gözlerimi kapayamıyordum. (…)”

26 Haziran 1919, Alemdar

“Mutasarrıflık Dairesi’nde üçümüz, ben, vali ve mutasarrıf oturduk. Konu Ermeni muhacirlerine gelmişti. Vali kısa ve soğuk bir ifade ile: ‘İşte dedi, Hasan Bey de bunlara müfettiş olarak ordu tarafından memur tayin edilmiştir. Artık bakarsınız, duruma göre, bu muhacir işini bitirirsiniz.’

Ne garip talimat! Bundan ne anlam çıkarılabilir? İzah edeceğini düşünerek sustum. 

Bana dönerek:

– Hasan Bey! İşte Hükümet-i Mülkiye Reîsi Bey ile birlikte çalışırsınız, cümlesini ilave etti.

–Abdülkâdir Bey’le kolay çalışabiliriz, Beni tanımadılar, fakat kendileriyle sınıf arkadaşı bulunuyorduk dedim.

Tanıştık. Mutasarrıf memnun göründü, kalktı, öpüştük.

Vali Tahsin Bey’e hitaben çok memnun olduğunu ve eski bir arkadaşı ile bu meseleyi çok kolay halledeceğini söyledi.

15 seneden beri ayrıldığımız bu arkadaşın 4-5 seneden beri izine İttihat ve Terakki Umumisi’ne giden sokaklarda sık sık rastlamıştım. Oraya girip çıktığını görmüş ve Merkez-i Umumi Kâtibi olduğunu anlamıştım. Beraber çalışamayacağımı tahmin ediyordum.

Ertesi gün bazı gerekli şeyleri getirmek bahanesiyle Havran’dan kaçtım. Şam’da yine Cemal Paşa’nın biraz çatık simasıyla karşılaştım. Sormasına meydan vermeden:

– Efendim. Siz Ermeni milletinin iskânını ve hayatlarını kazanmalarını temin etmeyi emrediyorsunuz. Havran Mutasarrıfı da ‘Temizlemek’ suretiyle bu işin hallini tavsiye ediyor. Vali Bey’le gittik, beni zımnen Hükümet-i Mülkiye Reisi’nin emrine verdi. Onun bu meselede bakış açısını bilmiyorum. Vazifemi açıklasanız… dedim. 

28 Haziran 1919, Alemdar

“Vakitsiz sözlerimi tamamlamama izin veren Cemal Paşa birdenbire dönerek:

– Seni ben gönderdim. Benden emir alacaksın. Buna ne Tahsin Bey ne de Havran Mutasarrıfı karışır. Burada siyasi durumun sorumlusu benim. Ben sana ne emir verirsem öyle yapacaksın! Ne Havran Mutasarrıfı ne de kimseyi işine karıştırmayacaksın. Şimdi bir ordu emri yazdıracağım. Vazifeni ve sana yardımcı memurların vaziyetlerini tayin edeceğim. Hiç kimseyi bu işe karıştıracak değilsin!

Karargâha girdik. Erkân-ı Harbiye Reisi Fuad Bey’e verilen emir yarım saat sonra ordu emri haline gelmiş oldu.

Ordu Menzil Müfettişliği’ne, Hat Komiserliği’ne, Jandarma Alay Kumandanlığı’na açık bir şekilde gönderilen bu emir ile elde ettiğim sorumluluğa güvenle Havran’a, çadırıma gitmiştim. Sevkıyata devam emrini verdim. Mutasarrıf artık seyirci bir mevkide kalmış gibiydi. Hem teftiş etmek ve hem de sevkıyatı bizzat mahallerinde tanzim etmiş olmak üzere çevreye bir daha çıktım. Proje gereği Erîd kaza merkezinden gönderilen muhacirler çadırlarda tren bekliyorlardı.

Bunların ve bunlardan sonra hareketi gereken ailelerin düzenlemesini yaparak memurlarımı uyarmıştım. Bugüne kadar 270 yetmiş ailenin sevkleri yapılmıştı.

O yöreden ayrıldığım zaman Hükümet-i Mülkiye’nin sevkıyâtı tatil ettiğini gördüm. Sebebini anlamak amacıyla mutasarrıfa çıktım.

Ölümden kurtarılmak istenen bu felaketzedelere yapılan haklı ve insani bu harekete vatana ihanet diyenler ve idare edenleri de vatan haini sıfatıyla itham edenler vardı. Bunun farkındaydım. Fakat buna engel olabileceğini tahmin edememiştim.

Hükûmet-i Mülkiye’nin görev ve yetkisine tecavüz eden fuzuli bir adam durumunda kalmıştım.

Anladım: Bu müddet zarfında boş durulmamış, Dâhiliye Nezâreti’ne şifrelerle müracaat edilmiş, Beyrut, Suriye valileri nezdinde teşebbüste bulunmuştu.

‘Beyrut Valisi Azmi Bey esasen vilayet ahalisini beslemekten aciz bulunduğu halde göçmenlerin vilayeti dahiline sevklerini kabul etmiyor!’

Bu emir bütün Mülkiye amirlerine, mutasarrıf ve kaza kaymakamlarına gönderilmişti.

Dahiliyye Nezareti de aynı zamanda, eski bir “katil” emri tekrar vilayete göndermişti:

‘Dâhiliye Nezâret Emri (Dosyalarında mahfûzdur.)

Tehcir edilen Ermeni muhacirlerinin iskânı işi Hükümet-i Mülkiye’ye aid görevlerdendir. Ordu Kumandanları’nın bu işe müdahaleleri geçerli değildir. Bu nedenle, bir Ermeni muhacirinin bir kazadan diğer kazaya nakl edilebilmesi ancak Dâhiliye Nezâreti’nin emir ve izniyle mümkündür.’

[Devamı yarın]”

Evet anlatılar burada bitiyor. Başta da söylediğim gibi devamı gelmiyor. 

Müfit Ekdal’a göre Hasan Amca Suriye’de Cemal Paşa ile böylesine yakınlaşmasına rağmen bir daha asla İttihat ve Terakki içinde yer almamıştı. Milli Mücadele yıllarında İttihatçıların devamı saydığı Kemalist harekete muhalif kalan Hasan Amca, bir rivayete göre Çerkes Ethem’in ardından Yunanistan’a kaçmıştı. Ancak daha sonra Türkiye’ye dönmüş olmalıydı, çünkü 1934’te Soyadı Kanunu’ndan sonra Hasan Vasfi Kıztaşı adını almıştı. 

Yine Müfit Ekdal’a göre 1950’lere kadar İstanbul, Sofya ve Atina’da zaman zaman saklanarak yaşamış, 1950’lerde İstanbul’da Dünya gazetesinde çalışmıştı. Hasan Amca’nın Doğmayan Hürriyet, Bir Devrin İç Yüzü 1908-1918 (Akım Yayınları, 1958) ve Nizamiye Kapısı (Okat Yayınları, 1958) adlı iki kitabı yayımlandı. Doğmayan Hürriyet’in sonunda üç kitabının daha yayımlanacağı belirtiliyordu ama bunlar yayımlanmadı.

Hayatının son iki yılını hastalıklara mücadele ederek geçiren Hasan Amca, 1961’de kalp yetmezliğinden ölmüştü. 15 Mart 1961 günü Kadıköy’deki Osmanağa Camii’nde düzenlenen cenaze törenine sadece Hasan Amca’nın gazeteci yakınları ve akrabaları değil, pek çok Ermeni de katılmıştı. Törende dönemin Ermeni Patriği Karekin Haçaduryan yüksek sesle şunları söylemişti: 

“Ona minnet borçluyuz. Savaşta açlık ve sefaletten bizi kurtaran odur. O olmasaydı, biz de olmazdık.”

CEMAL PAŞA’NIN DANIŞMANI HALİDE EDİP’İN LÜBNAN’DAKİ AYN TURA YETİMHANESİ GÖZLEMLERİ

Halide Edip’in, İttihat Terakki liderleri, onların eylemleri veya Ermeniler hakkındaki görüşleri son derece çelişkilidir. Bu açıdan onun hikayesini anlatmak zordur. Örneğin en yakın arkadaşı Ermeni etnograf, müzikolog Gomidas Vartabed’le 1915 öncesinde bir gün konuşurken Gomidas kendisine İncil’den bestelediği bir melodiyi sunduğunda, Halide Edip ilk kez ikisinin farklı olduğunu, Gomidas’ın “Ermeni kanından”, kendisinin “Türk kanından” geldiğini düşünür. Ancak 24 Nisan 1915’te İstanbul’dan Çankırı ve Ayaş’a sürülenler arasında bulunan Gomidas’ın kurtulması için o çaba gösterecektir. Ancak kendi iddiasının aksine Gomidas yine de sürgüne gönderilecek, korkunç katliamlara tanıklık edecek ve sonunda akli dengesini yitirecektir. 

1916’da iki olay Halide Edip’le Talat Paşa’nın arasını açacaktır. Bunlardan ilki Suriye’nin ünlü Katolik Ermeni/Arap müzisyeni Vedi Sabra ile ilgiliydi. Paris’te konservatuvar eğitimi aldıktan sonra İstanbul’da Saint Esprit Kilisesi’ne birinci org sanatçısı olarak atanan ve 16 yıl bu görevi yürüten Vedî Sabrâ II. Meşrutiyet’ten (1908) sonra İstanbul’a geldiğinde Halide Edip’le yakın dost olmuştu. Vedî Sabrâ Halide Edip’in 1916’da yazdığı, Yusuf Peygamber ve kardeşlerini konu alan Kenan Çobanları adlı oyunu bestelemişti. Türkçe bir libretto üzerine bestelenmiş ilk opera sayılan Kenan Çobanları’nın İstanbul’daki ilk gösterimi izleyenlerde soğuk duş etkisi yaratmıştı. Bunun nedeni, Müslüman erkeklerin bile sahneye çıkmasının hoş karşılanmadığı bir dönemde, ilk defa Müslüman kız çocuklarının operada rol alması, ilk defa bir peygamberin canlı olarak temsil edilmesi ve İsrail’in müjdecisi olan semitik unsurların oyunda vurgulanmasıydı. 

1916 yılının başlarında Halide Edip’in Türk Ocağı’nda tehcir sırasında öldürülen Ermenileri savunan bir konferans vermesi ve Maarif Nazırı Şükrü Bey’le yaptığı tartışma da buna eklenince, İttihatçılar Halide Edip’in Amerikalılar ve Ermenilerle bir ilişkisi olup olmadığını tespit etmek için Halide Edip’in arkasına bir sivil polis takmışlardı. 

Talat Paşa o günlerde kendisini İstanbul’dan uzaklaştırmaya karar vermişti. Bunu da gayet ustalıkla kotardı. Halide Edip, 1916 yazında Cemal Paşa’dan bir mektup almıştı. Paşa’nın Emir Subayı Falih Rıfkı (Atay) tarafından getirilen mektupta Cemal Paşa ‘Türk kadınının medar-ı iftiharı’ Halide Hanım’a, Beyrut’taki Amerikan ve Fransız kolejlerine benzer okullar açma hayalinden söz ediyor ve kendisini Suriye ve Lübnan’a davet ediyordu. Haydarpaşa Garı’ndan yola çıkan ekipte Falih Rıfkı (Atay), Halide Edip, Nakiye (Elgün) Hanım, Hamdullah Suphi (Tanrıöver) ile Falih Rıfkı’nın ‘çarşaflı sörler’ dediği kadın hocalar vardı. Cemal Paşa Hamdullah Suphi’nin Suriye’deki eski Türk-İslam mimarisi eserleriyle ilgili çalışmalar yapmasını istemişti. Falih Rıfkı’ya göre Cemal Paşa, böylece ‘Lübnan’ı Konyalaştırmayı’ hayal ediyordu. 

“Bir katilin elini sıktırdınız”

Adana yakınlarındaki istasyonlardan birinde trene İttihat ve Terakki’nin ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurucu ve en etkili yöneticilerinden ve 1915 Ermeni Tehciri’nin uygulayıcılarından Dr. Bahaeddin Şakir binmişti. Uzun bir konuşmadan sonra Bahaeddin Şakir trenden inmişti. O indikten sonra Halide Hanım Falih Rıfkı’ya “Bana bilmeyerek bir katilin elini sıktırdınız” demişti. Bahaeddin Şakir ise vedalaşırken Falih Rıfkı’nın kulağına eğilerek “Senin gibi yetişecek kıymetli gençleri, bu kadınla temas etmekten menetmelidir” demişti. Falih Rıfkı’ya göre ikisi de birbirinden nefret etmişlerdi. 

Cemal Paşa’nın isteği üzerine iki hafta boyunca Beyrut’ta konuyla ilgili kişilerle görüşen Halide Edip Cemal Paşa’ya bir rapor sunmuştu. Rapora göre Lübnan, Beyrut ve Şam vilayetleri ortak bir eğitim sistemi altında birleştirilecek, üç vilayetin her birinde altı sınıflı bir ilkokul açılacak, bu ilkokulların görevi de öğrencileri normal okullara ve kolejlere hazırlamak olacaktı. Okullarda Türkçe, Arapça ve Fransızca, üç dil öğretilecekti. Raporun sunumundan sonra Halide Edip, Kudüs’teki kutsal mekânları ve Cemal Paşa’nın açtığı Ayn Tura (Ain Toura) Yetimhanesi’ni gezdi. Yetimhane’de savaşta ve 1915’teki kırımda anne-babasını kaybeden Ermeni çocukları kalıyordu. Bilindiği gibi Suriye ve Lübnan 1915’deki ölüm yolculuğunun menzillerinden biriydi. 

Halide Edip, çocuklara Türk isimlerinin verildiğini öğrenince Cemal Paşa’ya itiraz etmişti. Ama Cemal Paşa, başka yol olmadığına ikna etmişti kendisini. Suriye’deki incelemelerini bitiren Halide Edip ve Nakiye Hanım İstanbul’a dönmüştü. Ama Halide Edip, kısa süre sonra Cemal Paşa’nın ısrarlı daveti üzerine tekrar Suriye’ye gidecekti. 

“Ülkemi en çok ben eleştiririm!”

Halide Edip bu seyahatinde yaklaşık bin kadar Ermeni yetiminin kaldığı Ayn Tura Yetimhanesi ile daha yakından ilgilendi. Cemal Paşa’nın çağırdığı Dr. Lütfi (Kırdar) Bey’le birlikte çocukları salgın hastalıklara karşı korumaya çalıştı. Ona göre Cemal Paşa, “sürgün Ermenilerine karşı eski Osmanlı devlet adamına yakışır bir vaziyet almıştı” ve Ermeni kadınlar Cemal Paşa’ya bağlılıklarını, adını işledikleri mendillerle gösteriyorlardı. Ancak bir seferinde şu itirafta bulunmuştu: “Hiç kimse ülkesini benim sevdiğim kadar sevemez, ancak, hiç kimse ülkesini benim eleştirdiğim sertlikte eleştiremez. Bu katliamların lekesini de milletimin üstünden hiçbir şey temizleyemez.” 

Bu konuşmaya şahit olan kişi Halide Edip’in Beyrut’ta açtığı okullardan birinde görev yapmış Harriet Fischer adlı bir misyonerdi. Rahibe Fischer, “liderlerinin bu vahşeti sürdürüp sürdürmeyeceğini” sorduğunda Halide Edip “Bazıları yaptı bunu ve hala devam ediyorlar. Hala bitmedi. Bazıları katılmadı. Ancak onların idari güçleri yoktu. Ayrıca, söylenen şuydu: Savaştayız. Her yanımız düşmanlarla kuşatılmış. Bölünmüş gözükürsek, her şeyi kaybederiz. Bizim milletimiz, ya da Ermeniler…” diye savunmuştu siyasi yoldaşlarını.

Çöllerde ot yiyen çocuklar

Halide Edip, Rahibe Fischer’e Cemal Paşa’yı savunmuştu ancak, İstanbul’da kurulan yeni kabinede Maliye Nazırı olan dostu Cavid Bey’e 1 Mart 1917 tarihine yazdığı şu mektuba bakılırsa trajedinin farkındaydı: 

“Esasen bu memleket bugünlerde hep insanı ağlatacak gibi. Eleminde o kadar derin ve ezilmiş bir şey var. Bilhassa Ermeniler, Cemal Paşa’nın aziz başına Allah’la beraber yemin eden, sırf burada yaşamak hakkını bulan bir sürü bedbaht Ermeni var. Mektebe bağlı bir bina da birçok var. Çöllerde ot yiyerek karınları şiştikten sonra kimi anasını, kimi babasını, birçokları da çocuklarını kaybettikten sonra buraya düşmüşler. Daha doğrusu, Cemal Paşa getirtmiş (…) Dışarıda anası açlıktan ölen, babası yanında öldürülen, on iki yaşında bir Ermeni kızı geldi, iltica etti. Mahzun, büyük gözleriyle etrafımda dolaşıyor, lüzumlu lüzumsuz elimi öpüp ağlıyor. Bahçede bir facia daha var. Oğlunu yanında öldürürlerken birdenbire dilini kaybeden bir bedbaht, öteki oğlunu ve ailesini nereye attıklarını bilmiyor. Ayakları çıplak, gözleri elem içinde, mütemadiyen işaretle felaketini haykırıyor. Bazen geceleri çocuğu ölen bir kadın gibi, başı elleri içinde döğünüyor, döğünüyor. Gündüzleri yazımı yazarken bazen hıçkırdığını işitiyorum. Pencereye koşuyorum, aşağıda bahçede ellerini sallıyor, oğlunun kalbinden kurşun geçerken çıkan sesi göklere uluyor, söylüyor. Bunlardan binlerce, yüzlerce var. Yetimhaneler hayatta bir şeyin telafi edemeyeceği şeyi kaybetmiş yarı aç bedbaht çocuklarla dolu. Ermeniler bana diyorlar ki -Senin Suriye’ye gelmeni iki aydır uykumuz kaçarak bekledik. Bizim için bir şeyler yap. Dünyada. Bir Cemal Paşa, bir seni severiz. Ben ne yapabilirim. Her gittiğim yerde bana mutlak sefalet manzaraları gösterip ağlıyorlar. Şam’da beni bir aat eski dar sokaklarda dolaştırdıktan sonra götürdükleri bir yerde kadın, erkek söylediler, söylediler ve birdenbire çok metin görünen bir erkek başını kollarının araına alarak yükek sesle ağlamaya başladı. Bu hep böyle! İşte yeni kabine bu emsalsiz zulüm ve cinayetin hiç olmazsa sonuçlarını hafifletemez mi? Şimdi bugün yaşayanlara insan hakkı veremez mi? Ben kendi hayatımla bu fena ve çirkin şeyi ödeyebilsem öderdim. Fakat benim hayatım nedir? Hiç hem de pek gülünç ve küçük bir hiç! (…) İşte şimdi bu kadar! Siz ne yapıyorsunuz? Sizin de hayatınızı da hemen ezber bilirim klüp, nezaret, ev, Beyoğlu madamlarına ziyaret! Şişli hanımları ile yârenlik! Değil mi?…”

Halide Edip 1917 yılının Mart ayının sonlarına doğru Suriye’den ayrıldı. Cemal Paşa’nın buradaki görevi 12 Aralık 1917’de bitti. Suriye ve Lübnan’daki Ermeni yetimlerinin çilesi ise hiçbir zaman bitmedi… 

DİYARBAKIR VALİSİ DR. REŞİT’İN İTC UMUMİ KATİBİ MİTHAT ŞÜKRÜ’YE ANLATTIKLARI

1873’te Kafkasya’da doğan Mehmet Reşid Bey, gördükleri baskı nedeniyle 1874’te İstanbul’a kaçmak zorunda kalan Çerkes bir ailenin çocuğuydu Askeri Tıbbiye’de eğitim gördüğü sırada 2 Haziran 1889 günü, Tıbbiye’nin bahçesinde İshak Sükûti, İbrahim Temo ve Abdullah Cevdet’le birlikte ilerde İttihat ve Terakki Cemiyeti adını alacak örgütü kurmuştu. 1913’te Karesi Mutasarrıfı olarak Rumların bölgeden kaçırtılmasında stajını yaptıktan sonra Büyük Devletlerin Ermeni zoruyla kurulan ve Van, Bitlis, Diyarbekir, Mamuretülaziz vilayetlerini kapsayan Umum Müfettişliği’nin iki Avrupalı müfettişinden birinin sekreteri oldu. Seferberliğin ilanı ile müfettişlerin görevine son verilince, 13 Ağustos 1914 tarihinde Diyarbakır valiliğine tayin edildi. Yaklaşık bir ay sonra Basra valiliğine, Basra’nın 22 Kasım’da düşmesi üzerine 24 Kasım 1914’te Bağdat vali vekilliğine, 10 Ocak 1915 tarihinde Musul valiliğine ve 25 Mart 1915 tarihinde tekrar Diyarbakır valiliğine tayin edildi. Bu görevde 2 Mart 1916 tarihine kadar yaklaşık bir yıl kalacaktı.

Dr. Reşit 25 Mart 1915’te Diyarbekir’e gelir gelmez asker kaçaklarını ve şehrin tüm Ermeni ileri gelenlerini tutuklatmıştı. Tutuklananlar, ayaklanma planlarını itiraf etmeleri için işkenceden geçirilmiş ve öldürülmüştü. Sürgün hattındaki ahalinin Ermenilere karşı kışkırtılmasını sağlayan Reşid, şehirdeki Ermeniler için hazırladığı sonu, Ramanlı Mustafa’ya şöyle anlatacaktı: “Bak Ağa! Burada çok zengin Ermeniler var. Sen, kardeşin Ömer ve adamların kelek tedarik edeceksiniz. Ben sizlere kâfile kâfile Ermeni teslim edeceğim. Şayet sizlere sorarlarsa, ‘Sizleri Musul’a götürüyoruz’ diyeceksiniz… Onları kelekle Dicle üzerinden götüreceksiniz. Kimsenin göremeyeceği bir yere varınca, hepsini öldürüp Dicle’ye atacaksınız… Ne kadar malları varsa adamlarınıza. Ne kadar altın, para ve mücevherat varsa onların yarısı sizin, diğer yarısını da Hilal-i Ahmer’e vermek üzere bana getireceksiniz.”

Diyarbekir’i gayrimüslim nüfusundan “temizleyen” Reşid Bey, sürgün emirlerini uygulamayan Lice Kaymakamı Hüseyin Nesimi Bey’in öldürülmesini emretti. Emir ahali tarafından yerine getirildi ve Nesimi Bey, öldürüldüğü yere gömüldü. (Mezar kalıntıları Diyarbakır Lice karayolu üzerinde, Kocaköy ilçesi yakınlarında olup hala “Tirba Qeymeqam”/Kaymakam mezarı olarak anılmakta.) 

Dr. Reşit 27 Mart 1917’de Ankara valiliğine atandı ama “tehcir” sırasında zimmetine geçirdiği mallar yüzünden (iddiaya göre Ankara’ya mücevher dolu 43 kutu ile gelmişti) Dahiliye Nazırı Talat Paşa tarafından azledildi. Azilden sonra İstanbul’a geldi ve Mütareke’ye kadar ticaretle uğraştı. 

İşte bu dönemde (1917’de) kendisiyle bir görüşme yapan İTC’nin Umumi Katibi Mithat Şükrü Bleda’nın paylaşımlarını Resimli Tarih Mecmuası’nın Temmuz 1953 sayısında (C. 4, s. 2444-45) gazeteci Salahattin Güngör’den okuduk. 

Bleda şöyle anlatıyordu: “Diyarbakır valisi Doktor Reşit Bey, bir gün Merkezi Umumide beni ziyarete gelmişti. Kendisine ciddi bir lisanla ‘Siz’ dedim, ‘hekimsiniz ve bir hekim sıfatiyle can kurtarmakla vazifeli bir insansınız. Nasıl oldu da, bunca masumun sürü sürü yakalanıp ölümün kucağına atılmasına sebeb oldunuz?’ 

Doktor Reşid’in bana verdiği cevap şu oldu: 

‘Hekim olmak, bana milliyetimi unutturamazdı! Reşit, bir doktordur. Fakat dünyaya bir Türk olarak gelmiştir. Diyarbakır´da Ermenilerin ne türlü vaadlerle el altından nasıl zehirlenip, refah içinde yaşadıkları, bu memlekete karşı ne korkunç düşmanlık duygularıyla beslendiklerini benim gibi yakından tetkik etmek fırsatını bulmuş olsaydınız, şimdi bana böyle hitaplarda bulunamazdınız. Doğu Ermenileri aleyhimize öyle kışkırtılmışlardı ki, eğer yerlerinde kalmış olsalardı, muhitlerinde canlı olarak bir tek Türk ve Müslüman bırakmıyacaklardı. Bir çoklarının sicillerini inceledim. Bunların evlerinde yaptığım araştırmalarda bir orduyu havaya uçurmaya yetecek kadar cephane ele geçti. Baktım, korkunç ve müthiş bir teşkilatları var. Memleketin her tarafına dal budak salan teşkilatı olduğu gibi bırakırsak çok geçmeden Anadolu´da Türk’ü mumla arıyacağız. 

Vaziyet bu merkezde olunca kendi kendime düşündüm: Hey Doktor Reşit! Ortada iki ihtimal var: Ya Ermeniler Türk’ü temizleyecekler, yahut da Türkler tarafından temizlenecekler! Bu iki ihtimalden birini tercih etmek zarureti karşısında uzun müddet tereddüt etmedim. Türklüğüm hekimliğime galebe çaldı. Onlar, bizi ortadan kaldıracaklarına, biz onları ortadan kaldırırız, dedim’….” 

Bleda devam eder: “Doktor Reşid’e sordum: ‘Bu hareketinizden dolayı vicdanınız, sizi rahatsız etmiyor mu? Cevap verdi: ‘Etmez olur mu? Fakat ben bu işi ne şahsi gururumu tatmin etmek, ne de cebimi doldurmak icin yaptım. Baktım ki vatan elden gidiyor, gözü kapalı, milletimin hayrına hareket ettiğim kanaatiyle pervasızca ileri atıldım.’ 

Bleda sorar: Ya tarihi mesuliyet? 

‘Eğer bu hareketimden dolayı kendi tarihim beni mesul ederse ona da eyvallah …Başka milletlerin tarihi hakkımda ne yazarsa yazsın, hiçbiri umurum değil. 

’Doktor Reşit sözlerini şöyle bitirmiş: ‘Biraz evvel, bana bir hekim olarak nasıl cana kıydığımı sormuştunuz. İşte onun da cevabı: Ermeni eşkiyası bu vatanın bünyesinde musallat olmuş birtakım zararlı mikroplardı. Hekimin bir vazifesi de mikropları öldürmek değil midir? (…)’ 

Bleda: Doktor Reşit gibi düşünenler o devirde eksik değildi….”

Dr. Reşit Mondros Mütarekesi’nden sonra Osmanlı yetkilileri tarafından Ermeni katliamlarındaki suçları yüzünden tutuklandı fakat mahkemeye çıkmadan İttihatçı arkadaşları tarafından tutuklu bulunduğu Bekirağa Bölüğü’nden kaçırıldı. 6 Şubat 1919 günü Teşvikiye Karakolu’nun önünden geçerken kendisini tanıyan birinin ihbarı üzerine etrafı sarıldı ve yakalanacağını anlayınca kafasına bir kurşun sıkıp intihar etti.

HALEP VE KONYA VALİSİ CELAL BEY’İN İTC’NİN ERMENİ POLİTİKALARINI DEĞERLENDİRMESİ

Mehmet Celal Bey, 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Erzurum Valiliği, Erzurum’daki hizmetinin ardından kısa süre Edirne ve İzmir Valiliği görevlerinde bulunmuştu. 1914’te savaşın patlak vermesiyle bitlikte Halep Valiliği’ne atanacaktı. 

Bu görevi sırasında Halep’e bağlı Zeytun’da (bugün Süleymanlı) resmi tarihçilerin “1915 Tehciri’ni mecburi kılan” olaylardan biri dediği (diğeri Van İsyanı’dır) “Zeytun direnişi” patlak verdi. 

Zeytun’da neler olmuştu?

Amele Taburlarına alınan gayrimüslimlerin kitleler halinde imha edildiğine dair haberlerin etkisiyle askere gitmek istemeyen 20-25 kadar Ermeni genci, Zeytun civarında hem Osmanlı askerlerinin hem de Zeytunluların başına bela olmuştu. 30 Ağustos 1914’te Zeytun’a gelen Maraş Mutasarrıfı Haydar Paşa, herhangi bir direnişle karşılaşmadan isyancıları teslim almış, halkın elindeki 200 kadar silahı da toplamış, olay da kapanmıştı.

Şubat ayında benzer bir olay daha yaşandı. Yine 20-25 kişilik asker kaçağı grubu, Zeytun’un en sağlam yeri olan, Aziz Astvatsatsin (Tekye) Manastırı’na sığındılar. Onlara destek için civar köylerden gelenle birlikte manastırda 300 kadar kişi toplandı. Grubu Binbaşı Hurşit Bey kumandasındaki 22. Alay, bir nizamiye taburu, Halep Mürettep tümeninden üç depo taburu, iki süvari bölüğü (toplam altı bin asker) ve iki dağ topu teslim almaya gelmişti. 

Bu eşitsiz güçler arasında 25 Mart 1915 günü sabahtan akşama kadar devam eden çarpışmalar sonucunda, Ermeni tarafı 37 ölü 100 kadar yaralı, Türk tarafı ise 26 yaralı, biri Binbaşı (Süleyman Bey) olmak üzere sekiz kayıp vermişti. Çatışma esnasında Zeytun Belediye Başkanı Nezaret Çavuş öldürülmüş, ölüsü ibreti-i âlem için Maraş’a getirilerek teşhir edilmişti. Sonunda, Zeytun’da toplanan Ermenilerin çoğu köylerine dönmüşler, 300 kadar Ermeni genci de kendiliklerinden teslim olmuştu.

Zeytunluların işbirliği

14 Mart 1915’te “genel bir Ermeni isyanına ihtimal vermiyorum”, diyerek olayı 4. Ordu Kumandanlığı’na haber veren şifreli bir telgrafta, kaçak Ermeni askerlerinin bazılarının çatışma sonucu değil, yerel Ermenilerin girişimi sonucu kendiliklerinden teslim oldukları bilgisi yer alıyordu. 

Kaçakların Zeytun Ermenilerinin yardımı ile teslim oldukları bilgisi ABD’nin Halep Konsolosu J. B. Jackson’dan Büyükelçi Morgenthau’ya gönderilen 21 Nisan 1915 tarihli mektupta da vardı. Aynı şekilde İstanbul’da bulunan Alman gazeteci Tyszka’nın aktardığına göre, Ermeni Patriği olaylar sırasında Dahiliye Nazırı Talat Paşa’yı ziyaret ettiğinde, Paşa kendisine, “Zeytun Ermenilerinin davranışlarından son derece memnun olduğunu” aktarmıştı.

Zeytun’un bağlı olduğu Halep Valisi Celal Bey ise “Maraş’a yeni bir mutasarrıf tayin olundu. Ve bu zat [Mümtaz Bey] Zeytun’da birkaç asker firarisinin mevcudiyetine siyasi bir hava vererek bizzat oraya kadar gitti (…) kırk elli kadar Ermeni tevkif ve idareten Maraş’a hapsedildi” diyerek olaylardan Osmanlı idarecilerini sorumlu tutmuştu. 

Celal Bey’in bazı Ermenileri serbest bırakması ve sorunu güzellikle halletmeye çalışması üzerine, Zeytun Halep’e bağlı olmaktan çıkarılmış, bağımsız liva haline getirilmişti.

Bu kararların alınmasında, o tarihlerde İngilizlerin İskenderun bölgesinde çıkarma yapmaya hazırlandıklarına ilişkin istihbaratın rolü olmalı. İngiliz belgelerinden anlaşıldığı kadarıyla, bu konuda sadece Çukurova’daki Ermenilerle değil, yurtdışındaki Ermeni örgütleriyle de bir dizi görüşme yapılmıştı. Bu görüşmelerde, Ermeni Komitesi temsilcileri, İngilizlere Çukurova ve İskenderun bölgesinde savaşacak 20 bin kişilik bir gönüllü sağlayabileceklerini iddia etmişlerdi. Benzeri teklifler Amerika’daki Ermeni Ulusal Direniş Komitesi tarafından da yapılmıştı. Ancak İngiltere bu teklifleri ciddiye almamış ve İskenderun’a çıkartma yapma fikrinden vazgeçmişti.

Tehcir başlıyor

Buna rağmen, 8 Nisan 1915 tarihinde, Zeytun Ermenilerinden ilk kafile Müslümanların yoğunlukta olduğu Konya Ovası’ndaki Sultaniye ve Karapınar’a doğru yola çıkarıldı. Bu tarihte resmî tarihçilerin tehcirin ikinci önemli gerekçesi olarak gösterdiği “Van İsyanı” henüz başlamamıştı. Zeytunluların boşalan evlerine daha 20 Nisan’da Antep’ten getirilen Makedonya muhacirlerin yerleştirilmesi, bu konudaki planların çok önceden yapıldığını gösteriyordu. Nitekim daha sonra buna dair pek çok kanıt ortaya çıkacaktı.

Bunlar olurken Zeytun Ermenilerinin tehcirine karşı çıkan Celal Bey Halep Valiliği’nden alınmış ancak İstanbul’a dönmesi de sakıncalı görülerek Konya Valiliği’ne atanmıştı. Bu görevi sırasında da Konya Ermenilerinin tehcirini önlediği gibi başka yerlerden gelen 30 bin Ermeninin de şehirde kalmasını sağladı. Bunun üzerine bu görevinden de alındı.

Celal Bey, Mondros Mütarekesi’nden sonra, 10-13 Aralık 1918 tarihli Vakit gazetesinde üç bölüm halinde “Ermeni Vakayi’i, Esbâb ve Tesiratı” (Ermeni Olayı, Sebepleri ve Etkileri) başlığıyla anılarını yayımladı. Görevinde ve yollarda şahit olduğu trajik olaylara dair anlatılarını atlayarak, İTC’nin Ermeni siyasalarını nasıl değerlendirdiğine dair bölümü paylaşacağım: 

“Evet, birtakım Ermeniler düşmana yardım ettiler. Ve bazı Ermeni mebusları da çeteciliği mebusluğa tercih ederek birçok cinayetlerde bulundular. Hükümetin vazifesi, failleri yakalamak ve sadece onları cezalandırmak ve eğer bu mümkün değilse, o yöredeki Ermenileri, düşmanca değil, dostça ve geçici olarak başka yerlerde iskân etmek idi. Bir çeteci her şeyi yapabilir. Çünkü çetecidir. Hükümet ise sadece kabahat sahibi olanları takip eder. 

Fakat teessüf olunur ki, o zamanın hükümet büyükleri komitacılık ruhunu asla kaybetmemiş olduklarından, bu tehciri en cüretkâr ve hunhar çetecilerin de yapamayacağı bir tarzda tatbik ettiler. O zamanki hükümet, Rusların Sakarya vadisine saldıracaklarını ve Ermenilerin kendilerine yardım edeceklerini düşündüklerinden, tedbir olarak, tehciri Ankara, Konya ve Eskişehir’e kadar yaydıklarını söylüyorlardı. 

O zamanlarda Rusların yeni dretnotları henüz ikmal edilmiş olduğundan, Yavuz ve Midilli ile Karadeniz’e hâkimdik ve Rusların Sakarya havzasına asker çıkarmaları mümkün değildi. Haydi, bu ihtimali de kabul edelim… Acaba Bursa ve Edirne’de ve Tekfurdağı’ndaki (Tekirdağ) Ermeniler niçin çıkarıldı? Buralar da Sakarya havzasına mı dahildi? Halep’te vilayetin genel nüfusunun yirmide biri derecesinde bile olmayan Ermenilerden ne istendi?

Doğru yanlış, vatanın selameti için Ermenilerin bulundukları yerlerden çıkarılmaları lazım addedilmişse, işbu tarzda mı tatbik edilir? Ermenileri Zor’a sevk edin diye emir veren hükümet, bu bîçarelerin oralarda Arap göçebe kabileleri arasında meskensiz, gıdasız nasıl barınabileceklerini düşündü mü? Düşündü ise soruyorum: Oralara ne kadar gıda maddesi gönderdi ve göçmenlerin iskânı için kaç hane yaptırdı? Ve Ermeniler gibi asırlardan beri yerleşmiş bir hayat süren bir kavmi, ağaçtan, sudan ve her türlü inşaat malzemesinden mahrum olan Zor çöllerine sevk etmekte maksat neydi? 

Maalesef, meseleyi inkâr ve çarpıtmaya imkân yok. Maksat imhaydı ve imha edildiler. Yine gizleme ve saklaması mümkün değildir ki, bu kararı İttihat ve Terakki umumi merkezinin bazı önde gelen mensupları aldı ve o umumi merkezin tabii azası olan hükümet tatbik etti.

İTC Merkez-i Umumisi, Balkan Harbi’nden evvel Makedonya meselesinin de kolayca halline girişti. Azalarından birinin fikrince, Makedonya meselesi bir nüfus meselesi imiş. Eğer İslam nüfus çoğalırsa mesele kendiliğinden halledilirmiş. (…) İki rakam arasındaki nispeti tayin için ya rakamlardan birini büyütmek veya diğerini küçültmek lazım gelir!… Rumeli’deki nüfus arasındaki farkı değiştirmek için Bulgarları, Rumları, Sırpları mahva imkân yoktu. Onun için Basra’dan İslam muhacirleri getirmeye teşebbüs ettiler.

Anadolu’da ise bu külfete olsun lüzum görmediler. Ermenilerin mahvını tanzim ettiler. Bunu sırf Merkez-i Umumi değil, o zamanki hükümet de tatbik etti. Böyle olmasaydı, katliama iştirak etmeyen kaymakamlar öldürüldüğü, mutasarrıflar ve valiler azledildiği halde, iştirak edenler terfi etmezdi. Ve tehcir işleri, İttihat ve Terakki mensuplarının denetimi altında cereyan etmezdi. 

İmdi, bence meselenin en mühim noktasına geliyorum. Bu hercümercden, şu katliamlar ve cinayetlerden, Müslümanlar ve bilhassa Türkler de mesul müdürler, yoksa bundan âri midirler?

(…) Tahminime göre, en aşağı üç-dört yüz bin Ermeni öldü. Bu kadar kan akıtan bir milletin feryad ve şikâyete hakkı vardır. Bu hakka kimse itiraz edemez. Fakat yalnız Ermeni ölmedi. İki milyondan ziyade Türk ve Arap da telef oldu. Türkler ve Araplar da Ermeniler kadar mağdur ve bîçaredirler. Onların da şikâyet ve feryada hakları vardır. Ben Osmanlı memleketinin bugünkü halini Erzurum vilayetinin yukarıda tasvir ettiğim haline benzetiyorum. Yani bütün memlekette iki sınıf halk var. Biri hukuka tecavüzle menfaat elde eden zorbalar, diğeri, bu zorbaların tecavüzüyle ezilmiş olan Türkler, Araplar, Ermeniler…

Hepimiz için felaketin doğuş sebepleri bir!… Vatanından ayrılarak yollarda ölen veya öldürülen Ermenilerle, Cezire ve Suriye çöllerinde, Erzurum dağlarında açlıktan, hastalıktan, sıcaktan telef olan veya telef edilen Türkler ve Suriye’de açlıktan sokaklarda inleye inleye ölen Arapların ve Cemal Paşa’nın kanunuyla ipe çekilen ve sürgün yerlerinde sefalet içinde bırakan uğursuz kuvvet aynı kuvvettir. Binaenaleyh, Türkler de, Araplar da, Ermeniler gibi davacıyız. Biz de adalet istiyoruz! Birbirimizi suçlamaktansa, el ele verip medeni dünyadan adalet dilemek ve asırlardan beri kardeşçe yaşamış olan Arapları, Türkleri ve Ermenileri bu hale getirenlerin cezasını istemek ve henüz vakit geçmemiş ise, bundan böyle yine kardeşçe yaşamaya çalışmak pek uygun olur.”

Mehmed Celal Bey’in son devlet hizmeti Temmuz 1921-Mart 1922 tarihleri arasında üstlendiği İstanbul Şehreminliği (Belediye Başkanlığı) idi. Celal Bey, 1926 yılında İstanbul’da öldü. 

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN 1915 DAİR TAVRI

İTC üyesi olan, ancak Enver Paşa ile girdiği liderlik mücadelesini kaybettiği için arka plana itilen Mustafa Kemal’in, 1915 Ermeni Soykırımı’na karışmadığı genel olarak kabul edilen bir görüştür. 

Peki Mustafa Kemal “Tehcir” döneminde nerededir? 

Sofya’dan İstanbul’a dönen M. Kemal, Enver Paşa ile görüşerek görev istemiş ve Tekirdağ’da yeni kurulmuş olan 5. Ordu’ya bağlı 19. Tümen’e komutan olmuştu. 25 Nisan 1915’te, Sanders’in komutanı olduğu 5. Ordu’nun 19. Tümen komutanı olarak Anzac çıkartmasını karşıladı ve tüm çarpışmalar sırasında bölgedeydi. 10 Aralık’ta ise, sağlık nedenleri ile İstanbul’a döndü… 10 Mart 1916’da 16. Kolordu’nun Diyarbakır’a nakledildi ve aynı isimle kurulan  kolorduya komutan atandı. 1 Nisan 1916’da mirlivalığa (tuğgeneralliğe) yükseldi. 17 Şubat 1917 Hicaz Kuvve-i Seferiye Komutanlığı’na atandı. 

O tarihlerde Mustafa Kemal statüsündeki birinin Ermenilerin başına gelenlere şahit olmaması imkânsızdı. Ancak Harp Okulu öğrenciliğinden beri günlük tuttuğunu bildiğimiz Mustafa Kemal’in bugüne dek ATASE (Askerî Tarih ve Stratejik Etüt) tarafından yayımlanan 12 defterinde, Ermenilerin maruz kaldığı korkunç muameleye dair bir not yok. Sanki böyle bir olay olmamış gibi… Ne olumlu, ne olumsuz, ne gözlem babından, ne şahitlik, hiç söz etmiyor.

Mustafa Kemal bu konudaki düşüncelerini ilk kez, 15 Aralık-4 Ocak 1917 tarihleri arasında Şehzade Vahdeddin’le birlikte gittiği Almanya’da Strasburg Valisi Nikolaus von Dallwitz’le arasında geçen konuşmada telaffuz etmişti: 

“Alman Vali bana Ermenilerin iyi niyetli insanlar olduğunu ve Türklerin Ermenilere karşı epey kötü saldırıları olduğunu söylemeye yeltendi, çok şaşırdım.  Yüksek bir valinin -ki ben misafiri idim ve biz savaş müttefiki idik- bütün ciddiyetiyle bana geleceğin Türk yöneticisine böyle bir şeyi sorması çok garipti. Ben dedim ki evvela ben sizden şunu öğrenmek istiyorum: Siz neden Ermenilerin lehine bir düşünceye kapılıyorsunuz, tarihin bilinmeyen bir zamanında millet olduğunu iddia ederek ve bu milletin varlığını ispata kalkışanlara böylece dünyayı kandırarak Türkiye’ye zarar vererek maddi ve manevi her türlü desteği veren bir savaş müttefikinizin desteğini riske sokuyorsunuz? Anladım ki bizden pek haberi yoktu. Bu konuşmada kendimi tutamadım. Ve alaycı bir tonla konuşmaya devam ettim. Bu kadar kurban vermemize rağmen Türkiye topraklarında bir Ermeni milletinin olabileceğini düşünmesini garip buldum…”

Dallwittz’le tipik bir sosyal Darwinci gibi konuşan Mustafa Kemal, anlaşılan 1915 tehcirinin resmi gerekçesinin “Ermeni çetecilerin Osmanlı ordusunun güvenliğini tehlikeye düşürdüğü” olduğunu unutmuştu!

Batı’ya mavi boncuk

15 Mayıs 1919’da Samsun’a Dokuzuncu Ordu Müfettişi olarak gönderilmesi konusunda Damat Ferid’in “biz bu adamı Ermeni Meselesi’ne katılmadığı için önermiştik dediği söylenir. 

Eylül 1919’da Sivas’ta kendisini ziyaret eden Amerikalı General Harbord’ın Mustafa Kemal’e yönelttiği ilk sorulardan biri “Ermeni kıtali” [katliamı] hakkında ne düşündüğü olmuştu. Mustafa Kemal’in cevabı “Ermenilerin katledilip sürülmeleri(nin) hükümeti ele geçiren küçük bir komitenin eseri” olduğu, kendisinin de bunu “takbih ettiği” (kınadığı, ayıpladığı) yolundaydı. 

Yine aynı tarihlerde, ABD Radyo Gazetesi’ne verdiği mülakatta “Hiçbir yayılma planımız yoktur (…) Ermenilere karşı yeni bir Türk vahşetinin olmayacağının garantisini veririz” diyerek uluslararası tepkiyi yumuşatma yoluna gitmişti. 

İstanbul’daki Ali Rıza Paşa Kabinesi adına Mustafa Kemal’e bir mektup gönderen Harbiye Nazırı Cemal (Mersinli) Paşa, İtilaf Devletleri’nin baskısıyla Mustafa Kemal’den “Harp esnasında yapılan her nevi cinayet faillerinin ceza-yi kanuniyeden kurtulamayacakları” yolunda bir açıklama yapmasını istediğinde, savaş suçlularının cezalandırılacağı sözünü vermişti. Üstelik bu cezalandırmanın kâğıt üzerinde kalmayacağını da eklemişti.

Amasya’da verilen sözler

İtilaf Devletleri’ni yatıştırmak için son hamle, 18-22 Ekim 1919’da, İstanbul adına Bahriye Nazırı Salih Paşa ve Padişah’ın başyaveri Naci (Eldeniz) Paşa ile Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adına Mustafa Kemal, Rauf (Orbay) ve Bekir Sami (Kunduh) tarafından imzalanan Amasya Protokolleri vesilesiyle yapıldı. Beş protokolden ikincisi ve üçüncüsünde “Ermeni kıtali” yüzünden aranan İttihatçıların cezalandırılması ve seçimlere katılmalarının engellenmesi konusunda anlaşma sağlanmıştı. 

Fazahat konuşması

Son olarak 24 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’nde açık celsede yaptığı konuşmada “Harbi Umuminin [Birinci Dünya Savaşı] başlangıç safahatından [aşamalarından] bahsetmek istemem ve zaten İtilaf Devletlerinin de bahsettikleri bittabi (elbette ki) maziye aid fazahat (geçmişe ait rezillik, ayıp) değildir. Bugün memleketimizde bu gibi fecayiin (faciaların) icra edildiğini iddia ederek bundan sarfı nazar etmemizi [vazgeçmemizi] talep ediyorlar” demişti. 

Mustafa Kemal’e göre Fransızlar haksız olarak bu bölgeyi işgal etmiş, halka kötü muamelede bulunmuş ve bunu da Fransız üniforması giydirilmiş Ermenilere yaptırtmıştı. “Her ne sebeple olursa olsun” bu memlekette Ermenilerle Türkler arasında “bir takım kanlı vak’aların” geçtiğini, “iki milletin birbirine” ve bilhassa Ermenilerin Türklere karşı kuvvetli bir düşmanlığı bulunduğunu, Ermenileri saldırtmanın çok yanlış olduğunu kabul ediyordu. 

Ancak olaylar sırasında, merkezî hükümet bir şey yapmamış, bunun üzerine İslam ahalisi “nefsi hayatını muhafaza etmiş” ve bu arada Fransız kisvesi altındaki “bir kısım yabancı anasır” ölmüştü. Bunun üzerine bütün Avrupa’yı, bütün Amerika’yı “fevkalade dalgalandırmışlar”dı. Ancak, millet tecavüz etmemiş, bir tecavüze karşılık vermişti. Şimdi esas mesele “İngilizleri, Amerikalıları aleyhimizde tahrik etmemek” için geçmişte yaşanan olayların tekrar etmeyeceğine dair güvence vermek idi! 

İkili tavrın nedeni

Bu ikili tavrın nedeni şuydu: Milli Mücadale hareketi, başından itibaren yabancı basın ve hükümetler tarafından “İttihatçı tertibi” olarak tanımlanıyordu. Örneğin Britanya Dışişleri Bakanlığı’nın 30 Haziran 1919 tarihli raporundaki şu ifadelere bakalım:

“Mustafa Kemal Paşa ve onunla birleşenler nüfuzlarını mahalli memurlara zorla kabul ettirmektedirler. Hareket kendiliğinden olma değil ama İttihad Terakki Komitesinin liderlerinin teşvikiyle, hala mevcut deşkilatın da yardımı ile bir lazime gibi meydana gelmiş görünüyor.”

Nitekim 4-11 Eylül 1919 tarihlerinde toplanan Sivas Kongresi’nde 38 delegenin İttihatçılıktan vazgeçildiğine dair verdikleri söz, daha sonra Mustafa Kemal’in ABD’li General Harbord’a verdiği teminat hep bu şüpheleri gidermek içindi. 

Ama daha önemlisi, Mondros Mütarekesi’nden sonra yaklaşık 120 bin Ermeni Adana, Maraş, Dörtyol, Tarsus, Zeytun gibi eski yurtlarına yeniden yerleşmiş, Ermenilerin geri dönmesi bölgenin Müslüman/Türk ahalisini rahatsız etmiş, bölgede çatışmalar başlamıştı. Şubat 1920 itibariyle Batı basınında “Yeniden Ermeni Katliamları”, “Ermenilerin katliamı” gibi başlıklarla yazılar çıkmaya başlamıştı. Katliamların sorumlusu olarak Mustafa Kemal gösteriliyordu. Bunun üzerine 6 Mart 1920’de Britanya Dışişleri Bakanı Lord Curzon, İstanbul’daki temsilcisi Amiral John de Robeck’e bir talimat gönderdi. Talimatta, “Türk Hükümeti’nden, son Kilikya olaylarında sorumluluğu şüphe götürmeyen Erzurum Valisi Mustafa Kemal’in derhal azli istenecektir” yazıyordu. 16 Mart’ta talimat notaya dünüştürüldü ve sadrazama verildi. 

Benzer rahatsızlık ABD nezdinde yaşanıyordu. Diplomat Cornelius Van H. Engert’in ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği raporda 5 bin kadar Kilikya Ermenisinin Kuva-yı Millicilerce öldürüldüğü yazıyordu. Ankara’yla iyi ilişkiler içinde olan Amiral Bristol’ün “Türkler Ermenilere katliam yapmıyor” dedi ancak, Engert’i destekleyen başka raporlar da geldi. 

Dahası İngilizler Londra’daki Hariciye Nezareti aracılığıyla Ankara’ya bir tebliğde bulunmuş ve demişti ki: 

“İlk olarak Yunanlılar da dâhil olmak üzere İtilaf kuvvetlerine karşı başlamış olan harekâtı tatil ediniz, ikincisi Türkiye’de Ermenilere karşı icra edilmekte bulunan (yürütülmekte olan) katliâmdan sarfınazar ediniz (vazgeçiniz)! İşte bu iki şeyi yaptığınız halde İstanbul size terkolunacaktır. Fakat bu iki harekette bulunmadığınız takdirde sulh şeraiti fevkalâde (barış şartları son derece) fena olacaktır.”

Sonuç olarak Mustafa Kemal Ermenilere karşı yeni kıyımların sorumlusu olarak anılmaktan rahatsızdı. TBMM’de 24 Nisan 1920 tarihli açık celse oturumundaki “fazahat” konuşması işte bu ortamda yapılmıştı. Ancak gizli celsede asıl düşüncelere geri dönülmüştü. Nitekim Meclis, 8 Mayıs 1920’de “tehcir suçlarından dolayı tutuklu olan” tüm sanıkların tamamının tahliyesine karar verdi. 

Sevr’e tepki 

10 Ağustos 1920’de Osmanlı İmparatorluğu’nun İtilaf Devletleri arasında pay edilmesini öngören Sevr Barış Antlaşması’nın (resmi adı budur) imzalanması üzerine, 12 Ağustos’ta tehcir suçlamasıyla “vatan evlatları idam edilecek olursa”, kendisinin de yanlarında bulunan İngiliz Yarbayı Rawlinson’ı ve diğer İngiliz esirleri asacağını Ahmed İzzet Paşa’ya bildirdi. 16 Ağustos’ta Heyet-i Vekile “tehcir vesaire” dolayısıyla İstanbul hükümetince kurulan İdare-i Örfiye Divanı Harbi’yi lağvetti.

Eylül 1920’de Bolşeviklerin Polonya önlerinden geri çekilmek zorunda kalmasından sonra, General Kazım Karabekir’in 15. Kolordu’su Kars’a doğru yürüyerek Ermeni ordularını yendi. Sonuçta, 3 Aralık 1920’de imzalanan Gümrü Anlaşması ile Ermeniler taleplerinden vazgeçmek zorunda kaldılar. 

Bu olayın en önemli sonuçlarından biri o güne dek Ermeni tehlikesine karşı gönülsüz de olsa ittifak kurmuş olan Türk ve Kürt milliyetçilerinin kendi ajandalarına dönmeleri oldu. Ama esas değişiklik, o güne dek İtilaf Devletleri’nin kulağına kar suyu kaçırmamak için gayet özenle seçilen dilin ve politikanın değişmesi oldu.

24 Şubat 1921’de, Public Ledger-Philadelphia muhabiri Clarence K. Streit’in sorularına verdiği, gazetenin 27 Mart 1921 tarihli nüshasında yayımlanan demecinde Mustafa Kemal’in sözleri yorum yapılmayacak kadar açıktı: 

“Rus ordusu 1915’te bize karşı büyük taarruzunu başlattığı bir sırada o zaman Çarlığın hizmetinde bulunan Taşnak Ermeni Komitesi, askeri birliklerimizin gerisinde bulunan Ermeni ahalisini isyan ettirmişti. Düşmanın sayı ve malzeme üstünlüğü karşısında çekilmeye mecbur kaldığımız için kendimizi daima iki ateş arasında kalmış gibi görüyorduk. İkmal ve yaralı konvoylarımız acımasız şekilde katlediliyor, gerimizdeki köprüler ve yollar tahrip ediliyor ve Türk köylerinde terör hüküm sürdürülüyordu.

Bu cinayetleri işleyen ve saflarına eli silah tutabilen bütün Ermenileri katan çeteler, silah, cephane ve iaşe ikmallerini bazı büyük devletlerin daha barış zamanından beri kendilerine kapitülasyonların bahşettiği dokunulmazlıklardan istifade ederek ve bu maksada yönelik olarak büyük stoklar husule getirmeye muvaffak oldukları Ermeni köylerinden yapıyorlardı.

İngiltere’nin barış zamanında ve harp sahasından uzak olarak İrlanda’ya reva gördüğü muameleye hemen hemen kayıtsız bir şekilde bakan dünya kamuoyu, Ermeni ahalisinin tehciri hususunda almaya mecbur kaldığımız karar için bize karşı haklı bir ithamda bulunamaz. Bize karşı yapılmış olan iftiraların aksine, tehcir edilmiş olanlar hayattadır ve bunlardan çoğu, şayet İtilaf devletleri bizi tekrar harp etmeye zorlamasa idi, evlerine dönmüş olurlardı.”

Dikkat edileceği gibi artık “katliam”, “katliama katılanların cezalandırılması”, “fazahat” gibi kavramlar kullanılmıyordu. Bu söylemin hem İTC’nin Birinci Dünya Savaşı sırasında geliştirdiği “öz savunma” söylemi ile hem de bugünkü “resmî söylem” ile benzerliği ortadaydı. 

Nitekim ardı ardına tehcir suçlularının affı ve ödüllendirilmesine başlandı. Örneğin 5 Ağustos 1920’de tehcir suçlusu olarak idam edilen Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey, 25 Aralık 1921’de TBMM tarafından millî şehit ilan edildi.

Ağustos-Eylül 1922’deki Sakarya Meydan Savaşı ve Büyük Taarruz sonrasında, ‘milli mücadelenin kazanılmakta oluşunun getirdiği güven duygusu ile, Ermeniler hakkındaki düşünceler daha yüksek sesle dile getirilmeye başladı. 

10 Nisan 1919’da tehcir suçlusu olarak idam edilen Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey 14 Ekim 1922 tarihinde TBMM tarafından “Milli Şehit” ilan edildi.

Adana konuşması

Mustafa Kemal’in 16 Mart 1923’te Adana esnafıyla konuşurken söylediği şu sözler İttihatçı zihniyetin hala yaşadığı konusunda şüpheye yer bırakmıyordu: “Arkadaşımız beyanatında demişlerdi ki, Adanamızı idaresi altına alan diğer unsurlar, şunlar, bunlar, Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir vaziyet almışlardır. Şüphesiz haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türktü, o halde Türktür ve ebediyen Türk olarak yaşıyacaktır (..) Memleket en nihayet yine sahibi aslilerinin elinde kaldı. Ermeniler vesairenin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir…’ 

Lozan’da “eski defterleri kapatmak”

20 Kasım 1922-24 Temmuz 1923 arasındaki Lozan Barış Görüşmeleri sırasında İtilaf Devletleri’nin tüm ısrarlarına karşılık, Ermeni kayıplarının giderilmesi konusunda en ufak bir taviz vermeyeceklerini gösteren Türk tarafı en büyük mücadeleyi, emval-i metruke denilen terk edilmiş malların iadesinden ve tehcir suçlularının yargılanmasından vazgeçilmesi konusunda verdi. 

Sadece Türk tarafı değil, Ermeni Tehciri’nde dolaylı da olsa payı olan büyük devletlerin de eski defterleri açmaktan çıkarı yoktu. Asıl önemlisi, yeni kurulan Sovyet Rusya ile Britanya’nın çıkar alanları arasında güvenli bir bölge oluşturulmasını gerekli gören İngilizler, Türkiye’yi güçlendirmeyi seçmişlerdi. 

Nitekim, Lozan görüşmeleri boyunca, Ermeni Tehciri’nin “uygarlığa karşı bir meydan okuma” olduğu söylendi, Ermenilerin çektiği “acılara”, başına gelen büyük “felaketlere” değinildi ancak 1 Ağustos 1914 ile 20 Kasım 1922 arasında işlenmiş bütün ‘suçlar’ af kapsamına alınarak ‘Ermeni tabusu’ nun ilk ilmeği atıldı. Böylece daha önce yerel nitelikteki suç ortaklığı, uluslararası müttefiklerle pozisyonunu güçlendirmiş oluyordu.

Tehcir suçluları ödüllendiriliyor

29 Mayıs 1926’da kabul edilen dört maddelik kanun ile “Ermeniler tarafından şehid edilen rical” denilerek hepsi de soykırım suçlusu olan Talat Paşa, Cemal Paşa, Cemal Azmi Paşa, Bahattin Şakir Bey, Cemal Paşa’nın Yaveri Süreyya Bey, Cemal Paşa’nın Yaveri Nusrat Bey ve Sait Halim Paşa, Muş Mutasarrıfı Servet Bey, Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey, Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey, Dr. Reşit Bey ve Erzincanlı Hafız Abdullah Efendi’nin ailelerine ‘emval-i metruke’ (terkedilmiş mallar) faslından 20 bin liraya kadar kıymette arazi verilmesi kararlaştırıldı. (Bu uygulamaya Atatürk sonrasında da devam edildi. İleriki yıllarda bu kişilerin aile üyelerine maaş bağlandı.)

Tehcir suçluları terfi ettiriliyor

İş bununla da kalmadı, tehcir sırasında İskan-ı Aşair ve Muhacirin Umum Müdürü olan Şükrü (Kaya), İç İşleri Bakanı ve CHP’nin Genel Sekreteri oldu. 

Kırım sırasında önce Bitlis daha sonra Halep valisi olan Mustafa Abdülhalik (Renda) Talat Paşa’nın kayınbiraderi olup Malta’dan döndükten sonra İzmir’in yakılması sırasında İzmir Valisi, sonra Maliye, Milli Eğitim ve Milli Savunma bakanlıklarında bulundu, ardından TBMM başkanlığı yaptı. 

Tehcir suçlularından İTC Bolu mebusu Dr. Mazhar (Germen) Sağlık Bakanı, Diyarbakır mebusu Arif Fevzi (Pirinççizade) Bayındırlık Bakanı, Antep mebusu Ali Cenani Bey Ticaret Bakanı oldu. 

Tehcirde Ermeni ölülerinin gömülmesinden sorumlu Sağlık Genel Müfettişi Dr. Tevfik Rüştü (Aras), İzmir mebusu ve 1925’te tarihli Takrir-i Sukun Kanunu’ndan Mustafa Kemal’in ölümüne kadarki dönemde Dışişleri Bakanı idi. Daha sonra da pek çok önemli devlet görevinde bulundu. 

Tehcir sırasında Van Jandarma kumandanı olan Kazım (Özalp) Meclis Başkanı, İTC’nin Ege bölgesindeki temizlik politikalarının yürütücüsü Celal Bayar bakan, başbakan ve cumhurbaşkanı oldu. 

Teşkilat-ı Mahsusa’da önemli görevler yapan Ahmet Esat (Uras) Emniyet Umum Müdürlüğü, valilik, Türk Tarih Kurumu Üyeliği ve mebusluk yaptı.

Tehcir sırasında Muhacirin ve Aşairin Müdür Muavini olan Ali Haydar (Yuluğ) Ankara Belediye Başkanlığına, Yozgat Mutasarrıfı Mehmet Ata, mebusluğa ve Dahiliye Vekilliğine, İstanbul Umum Hapishaneler Müdürü Hüseyin Emrullah Barkan mebusluğa getirilirler. 

Tehcir sırasında çeşitli askeri ve sivil görevlerde olan Yakup Şevki (Subaşı) Paşa, Cemal (Mersinli) Paşa, Cevat (Çobanlı) Paşa, Dr. Esat (Işık) Paşa, Ziya Gökalp, Hüseyin Cahit (Yalçın), Ali Fethi (Okyar), Hüseyin Rauf (Orbay), Ahmet Agayef (Ağaoğlu) gibi İttihat ve Terakki politikalarının oluşmasında ve yürütülmesinde önemli rolleri olan kişilerin Cumhuriyet döneminde milletvekilliği, bakanlık, başbakanlık, generallik gibi görevlerle taltif edildiklerini unutmayalım.

Böylece savaş ve soykırım suçluları Cumhuriyet’in harcına katıldılar. Zaman içinde bu kişilerin çocukları, torunları arasında da devletin önemli görevlerine gelenler oldu. Kadrolardaki bu devamlılık, suçun inkâr edilmesini, siyasi bir refleks haline getirdi. 

SON

* Farklı mecralarda yayınlanmış kendi yazılarından Ayşe Hür tarafından derlenmiştir.