Faşist ve Liberal restorasyonculara karşı solun alternatifi var mı?

719 views
18 mins read
719 views
18 mins read

A. Halûk Ünal

2008 küresel kriziyle tıkanan neo liberal kapitalist birikim rejiminin giderek kaotikleşen zemini; kapitalizmin bizzat kendi modelinin doğrudan bir sonucu olarak gelişen, iklim krizinin yıkıcı etkileri, dünyayı ve Türkiye’yi giderek bir yangın yerine çeviriyor. 

Tam da böyle bir küresel atmosfer içinde, Millet İttifakı’nın restorasyon projesini anlamaya çalışırken, Saray bloku da 2016 dan buyana geliştirdiği diktatoryal inşa sürecinin adını en açık haliyle koyuverdi; Çin Modeli.

Ali Babacan bile geçen gün, “ bu kadar açık telaffuz etmelerini beklemediğini” itiraf etti. 

Oysa, İttihatçı fraksiyonun hedefini bu kadar açık telaffuz etmekten imtina eden, bu “liberal” sermaye blokunun (CHP, İYİP, Gelecek, Deva vb.) bizzat kendisiydi.

Hatırlayalım, 12 Eylül 1980 darbesiyle “ithal ikameci” birikim rejiminden “neoliberal, ihraç ekonomisi” birikim rejimine geçilmiş; proje 1994, 2001 krizleriyle iflas etmişti. 

AKP 2002’de bu projenin yeni üstlenicisi olarak direksiyona geçti ve 2016 yılına kadar bu projeyi realize etmeyse çalıştı. 

Oysa bu strateji, köleci ve yayılmacı devlet kapitalizmine geçiş hedefi, MGK genel sekreteri Tuncer Kılıç tarafından Harp Akademileri sempozyumunda (2002) ilan edilmemiş miydi?

Müesses nizamın en güçlü TSK fraksiyonu bu stratejiyi 90lardan itibaren savunuyor ve bütün liberasyon girişimlerine şiddetle çelme atıyordu.

2016 AB çıpasına bağlanan Liberasyon projesinin de iflas ettiğinin kabulu olan “matruşka darbesi” sonrası, Avrasyacılarla kol kola diktatoryal yeni bir rejim inşasına başladıklarında,  Ağustos 2016 da Şangay’da Erdoğan, “Neden biz de bu birliğin içinde olmayalım?” Dememiş miydi?

Şimdi diktatör bir kez daha, MGK üzerinden, bu yönelimin sadece AKP’nin değil, devletin de bir politikası olduğunu ilan etti ve buna karşı çıkacakların, milli güvenlik tehdidi olarak değerlendirileceklerini açıkladı.

Türk sermayesinin iki kanadı, iki ana akım eğilimi, geleceğimize elbise biçmek istiyor ve bunun için kendi “Yeni hikayelerini” yazmaya çalışıyorlar.

Bundan daha doğal bir şey olamaz. Öte yandan, iletişim çağı, kapitalizmin doğasındaki bu çatışmalı ittifakı çırılçıplak görmemizi de sağlıyor. 

Bu fasılda son olarak “rasyonalist” eleştiricilerle ilgili bir not düşelim.

Liberaller bu yöntemin “saçma, bilim dışı” olduğunu, “böyle böyle iktidarın çökeceğini” ilan etmekte yarış içinde; millet ittifakının kitlesinde de bu yaklaşıma ikna oranı çok yüksek.

Öte yandan bir kısım iktisatçı da Çin modelinin kırk yıllık serüvenini ayrıntılı biçimde anlatıp, neden bize uymayacağını kanıtlamaya çalışıyor. Bu kesim de akılcı argümanlarla konuya yaklaşıyor. 

Oysa, Saray bloku, yürüdüğü yolda, güzellikle olmazsa, şiddetle olduracaklarından çok emin. Bu denklem, egemen sınıftan bir darbe ile değişmezse, temel bir değişken olarak, solun ne yapacağı belirleyici olacaktır.

Artı Gerçek’teki dosyanın anlattıkları

Esra Çiftçi, hazırladığı sayısız haber dosyasından birini de “solun birliğine” ayırdı. Onyedi farklı sol/sosyalist siyasal parti ve örgütün temsilcilerine “Üçüncü ittifak tartışması büyüyor. Sosyalist partilerden üçüncü bir ittifak çıkar mı? Demokrasi güçlerinin ittifakı mümkün mü?”Sorusunu yöneltti. 

Yeşil Sol Parti Eş Sözcüsü Ayşe Erdem, Emek Partisi Genel Başkanı Ercüment Akdeniz, Sosyalist Yeniden Kurtuluş Partisi (SYKP) Eş Genel Başkanı Canan Yüce, Kaldıraç Hareketi temsilcisi Hakan Dilmeç, Partizan temsilcisi Toğay Okay, Partizan temsilcisi Toğay Okay, Halkevleri Genel Başkanı Nebiye Merttürk, Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Eş Genel Başkanı Saliha Aydeniz, Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP) Eş Genel Başkanı Özlem Gümüştaş, Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP) sözcüsü Sevtap Akdağ, Mücadele Birliği adına konuşan Muhammed Hizmetçi, Halkların Demokratik Partisi (HDP) Seçim İşlerinden Sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcısı İlknur Birol, Demokrasi İçin Birlik (DİB) Koordinasyon Üyesi yazar Ayşegül Devecioğlu, Toplumsal Özgürlük Partisi (TÖP) Dönem Sözcüsü Pelin Kahiloğulları, Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Yönetim Kurulu Üyesi Sedat Şenoğlu, Alınteri temsilcisi Mürüvvet Küçük, Sosyalist Meclisler Federasyonu (SMF) temsilcisi Mahir Gürz bir röportajın sınırları elverdiğince görüşlerini açıklamışlar. Kimi benim gibi bilgilerini güncellemek, kimi de bilgi edinmek üzere merakla okumuştur diye umuyorum.

Türkiye sol muhalefetinin en görünür kesiminin sözcülerinin açıklamalarını iki ana kümede tasnif edebiliriz. İlk olarak tespitler, ikinci olarak da çözümler.

Tespitlere baktığımızda, belirli terminolojik fark ve nüanslara rağmen, bana; “kör mü bu insanlar” dedirtecek bir açıklamayla karşılaşmadım. Tersine bir masaya otursalar, çok kolay birbirine telif edilebilir bir tespitler manzumesiyle karşı karşıyayız. Bu, çok iyi. 

Ancak çözümlere geldiğimizde, açıklamalar son derece belirsiz ve pratiğe ışık tutmaktan uzak görünüyor.

Birinci neden kullanılan dil.

Ben, daha çok bu seçimlerde oy verecek yedi milyona yakın gençten biri, bu açıklamaları okusa ne düşünürdü, diye empati kurmaya çalıştım.

En hafifinden bir şey anlamayacaklardı. 

Bunun nedeni, açıklamaların “saçmalığı” değil; ancak birikimli solcuların anlayabileceği bir sözlük kullanarak yapılmış olmaları.

Kırk yıldır yapageldiğimiz Marksist, Leninist, sosyalist tartışmaların sözlüğüne tanış olmayanlar açısından anlaşılması, kabul veya reddedilmesi çok zor beyanlar. 

Diyebilirsiniz ki, birbirlerine anlatıyorlar. O zaman da hiç değilse bazılarının, bu onyedi kuruluşun bir araya gelebilmesi için çözücü bir model önermesini bekleriz. Böyle bir çabaya da rastlamıyoruz.

Çözüm yerine ileri sürülenler “devrimci demokratik cephe, emekçilerin cephesi, üçüncü yol, demokrasi ittifakı” gibi kavramlar. 

Burada iki ihtimal aklıma geliyor. Birincisi Esra Çiftçi’nin iki paragraftan fazla uzatamazsınız demiş olma ihtimali. İkincisi de sözcülerin iki paragraflık açıklamalarla yetinmesi, Esra Çiftçi’nin de derinleştirecek sorular sormamış olması ihtimali. Her iki durumda da bir tarafın ilkesel itiraz ihtimali  bu açmazı değiştirirdi. Adı üstünde ihtimal; geçelim.

Bazı varsayımlar üzerinden mukayese yapmayı deneyelim.

Acaba, kahir ekseriyetinin ülkeden ve siyasetten umudunu kestiği, ilk kez oy verecek bir genç, ilk olarak hangi konuları arar? 

Birincil meselesi, bu çökmüş, “çöp” yetiştiren eğitim sistemine ilişkin çözüm önerileri olma ihtimali yüksek.

Onyedi kuruluşun açıklamalarında bununla ilgili bir yaklaşım görmüyoruz. 

Oysa her “örgüt insanı” çok iyi bilir ki böyle dönemlerde solun içinde hızla büyüme ihtimali olan kesimlerin başında gençlik gelir; tecrübeyle sabit.

Bir paragraf bile olsa, yirmi birinci yüz yılda bizim inşa edeceğimiz eğitim sistemi nasıl olurdu? Aydınlanma (irfan), öğrenim gibi demokratik kavramlarımız varken, “Eğitim” kavramını kullanır mıydık? 

Bilim, bilgi, öğrenim ve aydınlanma faliyetini nasıl bir kurumsal biçime dönüştürürdük? Müfredatları nasıl bir bileşimle, nasıl bir yöntemle belirlerdik? 

Kapitalist sistem içinde bile kalsak, örneğin “Finlandiya modeli” gibi bir kavramı dolaşıma sokar mıydık? 

Lafı uzatmayayım. Lütfen bu mukayese tarzını, sağlık, ulaşım, tarım vb alanlara uygulayın. Soldan beklediğimiz yanıtlara ilişkin yeterli fikir verecektir.

Bir başka varsayım da Gezi İsyan’ından deneyimlediğimiz bir gerçek. 

O isyanda “örgütlü yapılar” sokağa dökülen “kendiliğinden”(?!) kitleye, onu “kendisi için kılmak” amacıyla ne türden bildiriler dağıttı? 

Yine örneklerle zamanınızı çalmak istemem, ama bence birer felaketti bu bildiriler. 

Hiç biri, kitlenin kendi öz örgütlenmesini geliştirmek, kendi taleplerini farkındalık ve resmi talep düzeyine çıkarmasını sağlamak konusunda bir teşvik içinde değildi. 

Her grup, üzerinde “ayaklanma halinde açılacak” yazan zarfları açmış, ve 1917’den mülhem bildirileri güncellemişti.

Peki, velev ki – olasıdır- bu gidiş, halkı sokaklara, meydanlara indirirse, solun dağıtacağı bir ortak bildiri olabilir mi? 

Söyleşi verenler tek tek, halka ilk olarak ne önerirler?

Hiç kuşkumuz olmasın böyle bir durumda egemen sınıf blokları hızla bir araya gelip ortak “programlar” ileri sürecektir.

Peki biz? Yeni bir anayasanın ilkelerini, taslağını, ekonomide yapılması gereken radikal reformlardan hiç değilse bazılarını yazabilir miyiz?

Gezi İsyanı’nda “sarı yelekliler” deneyimiyle tanışmamıştık.

Parti, bayrak olmaksızın, bir rengin birleştiriciliğinde “kırkbeş maddeden oluşan” talepler listesine benzer bir listeyi şu anda hazırlayabilir miyiz? 

Sokakta olmasın, bir salonda da olabilir. Bu söyleşiye katılan kuruluşlarla bunun için bir çalıştay düzenleyebilir miyiz? 

Böylece benim gibi örgütsüz, bağımsız, milyonlarca solcu, örgütlü yapıların ülke sorunlarını nasıl listelediğini görmüş olmaz mı? 

Böyle bir çalışma “öncünün görevleri arasında” bulunmaz mı?

Son olarak biraz daha genel bir noktaya değinip bitireyim.

Bu söyleşiye katılanların tamamı, “Millet ve Cumhur” ittifaklarının dışında bir alanda solun bir araya gelmesinden söz ediyor, amenna. 

Ama solun ortak bir ekonomik ve siyasi program tartışması gereğinden söz eden tek bir kuruluş (DİB) var. 

Bu “yapıların” yönetici aklı, yalnızca sloganlarla ve sayısal “güçle” alternatif olabileceklerine mi inanıyor? 

Hepsi, nasıl olacağını söylemese bile- güçleri birleştirmekten, üçüncü bir odak yaratmaktan söz ediyor. 

Peki böyle bir odak, çoktan bir masa başında bunun müzakeresini yapıyor olmalarını gerektirmez miydi? 

Bu müzakereler – eğer yapılıyorsa- “devletten gizlenemeyeceği” açık; bizlere açık ve şeffaf olması sağlanamaz mıydı?

Öte yandan, sağlık, eğitim örgütleri, iktisatçılar, “yeni Türkiye’nin” sağlık alanı, eğitim alanı, ekonomisi nasıl inşa edilebilir, tartışıyor olmaları beklenmez miydi?

Peki, bütün bunlar yapılmadığında toplumu faşist ve liberal restorasyoncuların hokus pokus restorasyon programlarına terketmiş olmayacak mıyız? Restorasyonculara hayır dememizin pratik bir değeri kalacak mı?

Bu durumda “Üçüncü Yol”; açlıktan ayaklanan kitlelere “yapacağımız öncülükle” – ki bu olasılığa bile bir hazırlık yok- devleti yıkıp, sosyalizmi kurmak anlamına mı geliyor hala? Bulunduğumuz noktadan, o noktaya varana kadar yapılacak tek iş askeri hazırlık mı?

Halkın çok ikna olacağı, kapitalistlerin ve devletin kabul etmek istemeyeceği, radikal reform hedeflerinden oluşan bir “geçiş programı” imkansız mı?

Sağlık örgütlerinin bilgi birikimi, alternatif bir sağlık sistemini; bilim ve eğitim örgütlerinin birikimi, alternatif bir eğitim sistemini, toplam solcu iktisatçıların birikimi, alternatif bir “ekonomik demokrasi” sistemini vb. – örnekleri siz çoğaltın lütfen- Yazmaya yetecek düzeyde değil mi?