Toplumsal süreclerin bileşkesi olan vektörler, sınıfların karşılıklı mücadelesinin bir sonucu olarak tanımlanır. Hep aynı yönde de ilerlemez. Bunun çarpıcı bir örneği Türkiye'nin 2002 deki bileşkesi ile bu günkü bileşkesi arasındaki farktır. 2002 bileşkesi AB standartlarına işaret ederken, 2021 bileşkesi neofaşizme işaret edebiliyor. Söz konusu bileşkelerin oluşmasının bir yönü, güç mücadelesinin öznelerinin toplumda ürettikleri politiko-kültürel hegemonya/rıza ilişkileriyle belirleniyor. Geçtiğimiz yirmi yıla, toplum üzerinde etkili olan ideolojiler açısından bir göz atalım. Kemalizm, İslamcılık, Sosyalizm, Özalizm/Liberalizm ana akımları oluşturuyor. Ancak bunların içinde Özalim/liberalizm diğer bütün ideolojilerin alanlarında etkili olan, bir çatı kültürü olarak hepsini etkileyip dönüştüren bir niteliğe sahip. Özalizm'in bir diğer adı da çürüme. Özalizmin neoliberal değerleri Thatcherizmle kıyaslanamayacak kadar derin bir çürümenin ve çöküntünün yol göstericisi oldu. Buraya kadar yazdıklarım büyük ölçüde bildikleriniz. Ama buradan itibaren aşağıda paylaştığımız yazının önemli temalarıyla ülkedeki benzerliğin zeminini oluşturuyor. Ülkede yaşayan büyük bir çoğunluk, yazıda tanımlanan çürüme ve sonuçları olarak ortaya çıkan öfke, nefret, öz yıkım, umutsuzluk, depresyon halini yaşayarak veya izleyerek deneyimliyor. Bu yalnızca türkiyeye özel bir durum da değil. Neoliberal tıkanıklık ve çöküşün şiddetine doğru orantılı olarak, bütün ülkelerde yaşanan bir durum. Adına kibarca "otoriter popülizm" denilen neofaşizmin gelişimi ve küresel bir eğilime dönüşmesi de bu duygu durumunun üzerinde bina ediliyor. Neo faşistler tarihte her zaman yıkımın eşiğindeki toplumlara "kurtuluş" vadederek yükseldi. Benzer bir teşhis ve uyarının Güney Afrikalı anarşist komünistlerden gelmesi de çok değerli. İyi okumalar. A. Halûk Ünal
Sifuna Zonke*
Zabalaza Anarşist Komünist Cephesi (Güney Afrika) tarafından yayınlanan yazı, Sifuna Zonke imzasıyla paylaşıldığı için bu isim tercih edilmiştir. “Sifuna Zonke”, “her şeyi istiyoruz” anlamına gelmektedir.
BiosEthosPolitikos
Birçok insan için dağılmış; birçok insanı dağıtmış bir dünyada yaşıyoruz. Bu dünya, Tanrı’nın verdiği bir dünya değil, aksine iktidar sahiplerinin inşa ettiği ve insanların çoğu için sorun yaratmış bir dünya.
Covid-19 yoluyla bu dünya yeni bir dip noktaya batmış durumda. Yüz milyonlarca insan işsiz duruma düşmüşken -bu arada Güney Afrika’daki işsizlik oranı %42- her zaman olduğu gibi kapitalizmi suyun üstünde tutabilmek için devletler, şirketlere milyarlarca para desteğinde bulundu. Büyük Bunalım’dan beri en büyük kapitalist krizin içinde bulunuyoruz, politik kargaşalar geniş çaplı yayılmış durumda, gerici fikirler konjonktürde devamlı yer alıyor ve daha iyi bir gelecek için umut çok azalmış durumda.
Tabii ki Covid-19’dan önce de dünya yıkık bir yerdi. Dünyada yaşayan insanların büyük çoğunluğu üzerinde, bir kesim devletli elit hüküm sürüyor. Çalışanlar olarak sömürülüyorlar ya da kapitalizmin koşullarında işsizler. Renkli kişiler ırkçı tahakküme terk edilmiş ve kadınlar patriarka tarafından boyunduruk altına alınmış durumda. 26 milyarder, 3,8 milyar insandan daha fazla serveti kontrol etmişken, insanlığın çoğunluğu sefalet altında yaşıyor, kendilerini besleyebilmek için mücadele ediyor. Ayrıca ya hiç olmayan ya da ücret anlamında çok az bir gelire sahipler. Bunun üstüne bir de iklim krizi bağlamında muhtemel bir varoluş kriziyle karşı karşıyayız.
Güney Afrika’da karşılaştığımız sorunların sınırı yok. Kayıt altında olan ülkeler arasında eşitsizliğin en derin olduğu ülkelerdeniz. İşçi sınıfı, hem siyah hem de beyaz işçi sınıfının bir kısmı, sefalet çemberine düşmüş durumda. Irkçılık, siyah işçi sınıfının her gün devamlı yaşadığı bir durum ve varlık sahibi olunmadan bu ırkçılığın üstesinden gelinemiyor. İşçi sınıfındaki kadınlar da her gün karşılıksız emek ve iş yerlerinde, kendi topluluklarında ve hatta kendi evlerinde erkek şiddetiyle yüzleşiyorlar.
Meta olarak inşa edilmiş olması dışında, dünya insanlara psikolojik olarak da zarar veriyor. Çarpık değerlere sahip olmamıza, belirsizlik hislerimize, başkalarına karşı güvensizliğe, başkalarının insansızlaştırılmalarına ve mutluluğun nerede ve nasıl bulunabileceğine dair çarpık fikirlere sahip olmamıza neden oluyor.
21. yüzyıl kapitalizminde, mutluluğun tüketimde ve kendi egomuzun sınırları içerisinde bulunabileceğine inandırılmaya çalışılıyoruz. Bir sonraki moda dergisini aldığımızda bize mutluluğun ve tatminkarlığın geldiği söylenir. Bütün reklam endüstrisi, insan olarak değerinin satın alabilmeye yetecek gücünün olması saçmalığına dayanır. Sahip olduğumuz insani değer objelere indirgenir, güzel ve çekici objelere sahip olanlar başarılı olarak görünür, sahip olmayanlar ise yetersiz. İnsanların büyük çoğunluğu için bu psikolojik olarak şiddetli şekilde zararlıdır.
İçinde yaşadığımız sistem, iş yerlerinde ve işçi sınıfında hayatta kalmaya yönelik art niyetli bir rekabete teşvik ediyor. Dert ortaklığı gibi duygular sık sık arka plana itilmek zorunda. Çalıştığımız yerde her türlü öz değer hissini yıkan idareci ve mal sahibi diktatörlüğe terkedildik. Her gün ne yapmamız, nasıl ve ne zaman yapmamız gerektiğinin söylenmesi, insanlarda geriye değersizlik ve iktidarsızlık hissini bırakıyor.
Egemen sınıfta da rekabet mevcut. Kendi aralarında hayatta kalma amacıyla emek gücünü satmak zorunda olan insanları sömürebilmek için dişe diş mücadele ediyorlar. Ekolojik zenginlik üzerinde tahakküm kurmak ve başkalarının işlerini devralabilmek için mücadele ediyorlar. En aşağılık insani duygular olan açgözlülüğe, kendine tapınmaya, saygısızlığa ve soğukluğa bu sistem altında değer verilir.
İnsanların çoğu, kapitalizmin yol açtığı sefalet ile yüzleştikleri zaman, bu sefaletin kendi bireysel hataları olduğuna ya da bir karakter sorunu olduğuna inandırılırlar. Zenginliğin, sınıf sisteminin sömürü ve mülkiyet ilişkileri mekanizması tarafından ortaya çıkartıldığı unutulur. Hakikaten de sonu gelmeyen bir şekilde bireyciliğe tapınma fikrine alıştırılırız. Hatta Margaret Thatcher gibi bazı zalimler, toplumun bir mitos olduğunu iddia ederler. Bu, yabancılaşma ve öz nefrete kadar uzanan felaket sonuçlar doğurur. Zira kişi, bir birey olarak inşa edilmiş bir düş olan “başarıya” (zenginlik) ulaşamaz.
Böyle durumlarda öfke ve nefret yayılır, yalnızlık kalıcı hale gelir. Yoksul topluluklar sosyal baskının altında ezilir, öz nefret yayılır, şiddet kendini gösterir, depresyon ve korku durumları gündeliğin bir parçası haline gelir; ki bu şekilde, insanların en az %30’u hayatlarının bir döneminde anksiyete yaşarlar. Ezilenler ve sömürülenler, çarpık bir sistemin psikolojik zararlarını en şiddetli şekilde yaşarken, zalimler ve zenginler de bundan esirgenmez. Bizler sosyal hayvanlarız ve 200.000-300.000 yıllık varoluşumuzun büyük çoğunluğunda, şefkat, topluluk ve karşılıklı yardım önem arzederdi -tür olarak böyle hayatta kaldık. Duygu ve ilişkileri böyle parçalamak herkesin ruhuna zarar verir.
Egemen sınıfın, şiddetli bir şekilde içine düştüğümüz bu bataklıktan başka bir alternatifin olmadığı fikrini satması, durumu daha da zorlaştırıyor. Diğer bir deyişle, umutsuzluk satıyorlar. Bunu yapmalarının nedeni ise, işçi sınıfı mensubu insanların umutsuzluğa kapılması ve durumu kabul etmesi. Bu umutsuzluk hissi, başlangıçta daha iyi bir dünya yaratmayı amaçlayanların başarısızlıklarına yol açıyor -örneğin Sovyetler Birliği. Sosyal demokrasi partilerinde -Afrika Ulusal Kongresi (ANC) de dahil olmak üzere- bir zamanlar insanlara ilham vermeye çalıştıkları refah odaklı kapitalizm vizyonunu terk ettiler. Bunun yerine (ANC) önderliği, zenginleşebilmek ve egemen sınıfa katılabilmek için neo-liberalizmi hızlı bir şekilde benimsedi.
Öfke ve nefret içerisinde dünya genelinde birçok insan çok kötü inanç ve eylemlere yöneldi. Kadınlara olan nefret tırmandı. Popülist ve hatta faşist partiler tecrübe edindiler; çünkü nefreti yayabiliyorlar. Bunun bir parçası olarak da tehlikeli günah keçisi düşüncesi popülistler tarafından yayıldı, ki bu şekilde “ötekiler” (üyeleri genel olarak işçi sınıfından gelir) kapitalizmin ve ulus-devletlerin meydana getirdiği sefaletten sorumlu tutuldular. Hakikaten bunun, nefretin ırk bağlamında, “ötekilere” karşı arttığını Güney Afrika’da görürüz. İronik bir şekilde bu tehlikeli hareketlenmeler insanlara her türlü̈ topluluk hissinin saldırı altında olduğu aşırı milliyetçi bir dünyaya ait olma hissini verir. Asıl sorun, bu ait olma hissinin nefrete dayalı olmasıdır.
Bu yüzden, beyaz işçi ve orta sınıf önderliğinde olması, sağcı beyaz milliyetçiliğinin (çoğu beyin yıkama nedeniyle uzun bir geçmişe sahip ırkçı inançlar) hareketler adi altında zemin kazanması tesadüf değildir. Siyah işçi sınıfının küçük bir kesiminin, sınıflarına ya da inançlarına herhangi bir atıfta bulunmadan devletin yükselişiyle servet elde etmek adına kendi politik hırslarını ileriye taşımak için Güney Afrika’daki beyazlara ve Kızılderililere karşı nefretlerini gösteren Ekonomik Özgürlük Savaşçıları (EFF) liderlerinin retoriğine kapılması tesadüf değildir. Şu an kol gezen ve “ötekilere” olan nefretin çarpık bir ait olma hissi yarattığı günah keçisi yaratma düşüncesi öfkeyi böyle yayıyor.
Yine de her şey kaybedilmiş değil. Tarihsel olarak ilerici hareketlerin içerisinde radikal demokrasi şekline dayanan, işçi sınıfının nefretini sadece tıkamayan, aksine insanlar için karşılıklı yardımlaşma, dayanışma ve hatta sevgi gibi ilerici değerlere ve prensiplere dayanan bir yuva ve ait olma hissi yaratma çabalanmıştır. İlerici hareketin bu kısmı işçi sınıfına geçmişte kendi topluluklarına sahip olduklarını, var olan daha büyük bir şeye ait olduklarını ve bir sınıf olarak doğrudan demokrasiye ve sosyalizme dayalı daha iyi bir gelecek yaratabileceklerini hissettirdi. Geçmişte bu Amerika’daki Dünya Sanayi İşçileri (IWW) ve Güney Afrika’daki Güney Afrika İşçi Sendikaları Federasyonu (FOSATU) gibi hareketleri tarif eder.
Eğer daha iyi bir dünya istiyorsak, politik, etik, değerler, pratik ve prensipler türlerinin popülaritesini yeniden canlandırmalı ve 21. yüzyılın içeriğine uygun olarak güncellemeliyiz. Haklı olarak öfkeli olan insanlara iyileştirici ve ilerici olan, demokrasiyi, karşılıklı yardımlaşmayı, ait olmayı, saygıyı, onuru, toleransı, alçak gönüllülüğü ve eşitlikçiliği sadece gelecek için hedeflemeyen, aksine günlük pratiğin bir parçası yapacağımız bir yurt vermeliyiz. Eğer bunu yapmazsak, daha fazla insan popülizmin ya da daha çok endişe verici olan aşırı milliyetçiliğin farklı şekillerinde kaybolacak.
Bu politik biçimi insan çoğunluğunda yeniden popüler bir güce dönüştürmek kolay olmayacak. Hegemonik hale gelen ve ulus-devletleri, siyasi partileri, kapitalizmi ve hatta egemen sendikaları tanımlayan hiyerarşik örgütlenme yollarından radikal bir ayrılma gerektirecektir. İçinde yaşadığımız baskıcı sistemin ürünleri olduğumuz ve bu denli hasar gördüğümüz için bunu başarmak kolay değil. Üstelik bazı “sol” çevrelerde bile egemenlerin, güç sahibi olanların, rekabetçilerin ve acımasızların başa geldiği sık sık görülür.
İnsanları kendi öfkelerinden doğan radikal demokratik ve sosyalist yönlü bir harekete çekmek zorunda olsak da, ait olma ve iyileşme duygusunu aktarabilecek pratiklere de ihtiyacımız var; ki böyle bir hareket en geniş anlamda transformatif olabilsin. Eğer gerçekten daha iyi bir dünyayı hedefliyorsak, sonucu belirleyecek olan budur. Kapitalizm, ulus-devletler, patriarka ve ırkçılıktan doğan zararları kolektif bir şekilde iyileştirebilmek için kullanabileceğimiz ilerici alanlara ihtiyacımız var. Öfkeyi umuda dönüştürmek için bu alanları kullanmalıyız.
Böyle bir transformatif hareket olabilmek için, tevazu, eleştirel öz dönüşüm, şefkat, dert ortaklığı, ve sevginin üzerinde çalışmalıyız. İnsanların içinde ne söylerse söylesin ve ne olursa olsun korkmayacağı ve beraberce daha iyiye dönüştüğü radikal bir demokrasinin üzerinde çalışmalıyız. Çeşitliliğe ve demokrasiye değer veren, tartışmaya, emeğe, güvene, bağlılığa, sorumluluğa ve saygıya dayanan alanlar yaratmalıyız. Popülizmi ve aşırı milliyetçiliği sunan nefretin vizyonuna karşı koyacak, eşitlikçiliğe, tolerans ve sevgiye dayanan, mutlu ve umut dolu bir vizyona da ihtiyacımız var. Bir başka deyişle çok çeşitli işçi sınıfı için bir yurt yaratmalıyız.
Yoldaşlık ve ait olma hissini yaratacak düzenlemeler kurabilmek için, öncelikle sokak temelinde iş yerlerindeki üst yapıyla başlamak zorundayız. İnsanların, işçi forumları ve komiteleri aracılığıyla fabrikalardaki konular ve mahalle meclisleri gibi yapılar üzerinden yerel sorunları ortakça ele alabilecekleri yerel düzeyde alanlar sunmalıyız. Bunlar, yakın ilişkilere ve karşılıklı yardımlaşmaya dayanan ve insanlar tarafından yerel düzeyde kazanımlara ulaştırabilecek şefkatli alanlar olmak zorunda. 1980’leri kapsayan Güney Afrika özgürlük savaşında böyle yapılar mahalle komiteleri şeklinde belirli bir ölçüye kadar vardı. Bu kapsamda, bunu kurmak imkansız değil.
Bu mahalle meclisleri daha sonra mahalle düzeyinde, şehir düzeyinde, il/eyalet düzeyinde ve temsilcilerin (representation) aksine görevlendirilmiş delegeler tarafından ulusal ve uluslararası düzeyde bir araya getirilebilir. Benzer şekilde, işçi forumları içinde isterse sendikaları temelden değiştirerek isterse de yeni konfedere yapılar kurarak, yetkili delegeler tarafından konfederasyon haline getirebilir. Bu tür yapılar farklı yer ve zamanlarda başarılı bir şekilde kurulmuştu. İnsanın aklına ilk olarak, 1930’lu yıllarda İspanya’daki Ulusal Emek Konfederasyonu (Confederacion Nacional del Trabajo – CNT) gelir.
Bu söylediklerim ütopik bir hayal olarak gözükebilir ama aslında değil. Halk dilinde Rojava adıyla bilinen Suriye’nin Kürt bölgelerinde, eşitlikçi olan ve doğrudan demokrasiye dayanan (ulus-devleti olmayan) ve kapitalizmi, patriarkayı, ırkçılığı ve aşiretçiliği aşan yeni bir hareket oluşuyor. Ekonominin, eğitimin, kadın özgürlüğün teşvik edilmesi ve doğrudan demokrasiyle yerelden yönetimi icra edilebilmesi için 80 ve 100 arası evin idaresiyle komünler kuruyorlar. Yetkili delegeler sayesinde bu komünler, mahalle meclisleri, belediye meclisleri ve kanton meclisleriyle bir araya getiriliyor. Hakikaten de Rojavalıların yarattığı hareket ve kurmaya çalıştıkları toplum, toleransa, eleştirel öz dönüşüme, çeşitliliğe, sorumluluğa ve karşılıklı yardımlaşmaya dayanıyor. Bir iç savaşın ortasında bunu başarmak mümkünse, buna benzer bir şey başka bir yerde de yaşanabilir. Halihazırda Güney Afrika’da, Brezilya’da, Arjantin’de ve başka yerlerde umut vadeden toplumsal hareketlerimiz ve işçi teşkilatlarımız var. Ama bu hareketleri sahici, transformatif bir kitle hareketine genişletmeliyiz ve bunu yapabiliriz. Bunu başarmak için bir vizyona, ilerici fikirlere ve kolektif iyileştirme alanlarına ihtiyacımız var. Ama bu, bilinçli ve dikkatli bir kadro yapısının yaratılmasını gerektiriyor.
Kaynak: Bu metin, “Broken world, broken people – we need a path to a better future” başlıklı yazıdan BiosEthosPoliticos Ekibi tarafından çevirilmiştir.