6 Şubat: Türkiye’nin erkene alınmış yol ayrımı

155 views
12 mins read
155 views
12 mins read
Türkiye, aslında çok uzun bir zamandan bu yana yazıda son derece yalın biçimde anlatılan yol ayrımında. Üzerinde yaşadığımız çoklu kriz zemininde, 10 il 13,5 milyon yurttaşı kapsayan iki depremle felaket katlandı. Saraçoğlunun başlıkta veciz biçimde özetlediği gibi yol ayrımı, "erkene alındı."
Önümüzde çok çetin, acılı bir süreç hepimizi bekliyor. Türkiye'nin kaderi, yalnızca ülke sınırlarıyla ilgili değil; Ortadoğu'da, hatta Avrupa'da güçlü etkileri olacak bir süreç.
Öte yandan, bu yazıyı yazan akıl, söz konusu yol ayrımının bölgesel/küresel bir yol ayrımı olduğunu da hatırlatıyor.
Ne yazık ki, yerel ve küresel sol, "öteki yol"un tarifini hala yapamıyor, geçiş programını yazamıyoruz. 
Elimizdeki, "kazanamazsak da kaybettiririz" siyaseti. Ya da 2010'daki adıyla "yetmez ama evet" taktiği. Bunun arkasında toplumsal politik bir gücün fikri takibi olmadıkça, çok sınırlı etki yaratabiliyor.
Buna rağmen, 2018'de, yerel yönetim seçimlerinde, 2010 yılının "hayır"cıları ve "boykot"cuları, bu kez adını "kazanamazsak kaybettiririz" koyup; CHP destekçisi oldular. 
Deprem nedeniyle, Saray'ın elinde patlayan 14 Mayıs oyun planında bu kez, elimizde hiç bir alternatif program olmaksızın, "somut alternatifi olmayan müzakereci" olarak, Kılıçdaroğlu'na/Millet İttifakına "yetmez ama evet" demeye hazırlanıyorduk.
Demokrasi İttifakı partileri, depremin ilk gününden itibaren adanmış biçimde dayanışma organize etmek için çırpınıyor. Çok iyi ve doğru yapıyorlar, onlarla gurur duyuyoruz. 
Ama paylaştığım yazının yaptığı ciddi uyarı, hatırlatma, karşımıza dikilmiş durumda. 
Son beş yıldır, her gün hayat kafamıza vurduğu halde, onlarca "bağımsız" yazarın, yüzlerce yazının konusu olan "geçiş programı" ihtiyacı çok daha yakıcı bir biçimde kendisini hissettirecek. 
Çok sınırlı insan kaynağımızla beş yıldır yapmadığımızı, deprem çalışmalarıyla geçecek aylarda nasıl gündeme alacağımız meçhul? 
Belki de "üçüncü yol" şebekelerinin organik olarak içinde olmayan, ama yüzünü buraya dönmüş, "bağımsızların" girişimleri önem kazanacak?
Böylesi bir güç var, birikim var, yeter ki, "ücüncü yol ortak aklı" bu gücü teşvik etsin, yol açsın.

A. Halûk Ünal

Cenk Saraçoğlu

6 Şubat depremi Türkiye için çok acı bir dönüm noktası. Yarattığı yıkımla ve doğurduğu, doğurabileceği toplumsal sorunlarla nasıl baş edeceği Türkiye toplumunun tamamının geleceğini etkileyecek. Öyle büyük bir yıkımla karşı karşıyız ki bunun yarattığı etkileri depremden etkilenen insanlara geçici bir süreliğine sosyal yardım ulaştırmakla bertaraf etmek mümkün değil.  Depremin vurduğu şehirlerde yaşayanların bir kısmı eğer konutları halen sağlamsa artık eskisinden eser olmayan memleketlerinde belki bir süreliğine yaşamaya devam edecek. Fakat öyle görülüyor ki pek çoğu bulunduğu şehri terk etmek zorunda kalacak. Önümüzdeki aylarda ve belki de yıllarda büyüklüğü milyonlarla ifade edilebilecek bir “yerinden edilmiş nüfusun” ya da bir “iç mülteci topluluğunun” varlığından, onların sorunlarından bahsediyor olacağız.  

Bu milyonlarca insanın barınmadan istihdama, gıdadan eğitime en temel yaşam gereksinimlerinin karşılanması gerekiyor. Ayrıca yıkılan kentlerin yeniden imarı devasa bir kamu kaynağının buna ayrılmasını gerektiriyor. Diğer yandan 6 Şubat; bilim insanları tarafından yaklaşmakta olduğu yıllardır dile getirilen Marmara merkezli depreme karşı kayıtsızlık durumunun daha fazla sürdürülemeyeceğini, buna yönelik hazırlıklar için de yine büyük kaynakların ayrılması gerektiğini işaret ediyor. Bu noktada şu soru ortaya çıkıyor: Tüm bu kendisini dayatan ve kaçınılması mümkün olmayan ihtiyaçların giderilmesine yönelik kaynaklar nasıl sağlanacak?

Bu yalnızca bir “maliye” sorunu değil; esasında siyasal bir sorun; zira Türkiye’nin ekonomik zenginliğinin nasıl bölüştürüleceğini, kamu kaynaklarının nasıl bir mantık ve hedef doğrultusunda kullanılacağını yakından ilgilendiriyor. Burada iki seçenek söz konusu: Ya şimdiye kadar olduğu gibi sermayenin devlet teşvikleri, ucuz emek sömürüsü ve kentsel rantlarla büyümesini garanti altına alan bir birikim anlayışı devam edecek ya da yeni bir anlayışla Türkiye’nin kaynakları ülke halkının en temel ihtiyaçlarını, sosyal haklarını ve hatta en asgari düzeyde “felaketler” karşısında yaşama hakkını garanti altına alacak şekilde seferber edilecek. İkisini aynı anda yapmak mümkün değil. Hatta bir “orta yol” da bulmak mümkün değil. Birinden birini tercih etmek gerekiyor. Bu aslında yalnızca Türkiye için de değil bir ekolojik yıkım eşiğinde olan tüm dünya için geçerli.

6 Şubat depremi bu seçeneklerden birincisinde, yani ülkenin taşının toprağının, insanının sermayenin talanına sunulmasında ısrarın artık Türkiye toplumunun bir arada yaşamını mümkün kılamayacak derecede sınırlarına eriştiğini, daha doğrusu sınırları zorladığını yüzümüze çarptı. İkinci yol, yani toplumcu/kamucu bir yeniden yapılanma anlayışı ise herkesin üzerinde uzlaştığı en makul formül olarak kendiliğinden benimsenmeyecek. Dün pandemi, bugün deprem, yarın orman yangınları, ardından kuraklık bizzat kendisi ya da sonuçlarının ağırlığı bu fütursuzca talanın ürünü olan bir dizi “felaketle” Türkiye’nin tarumar olması ihtimali açıkken kafasını kuma gömenler ve hatta tüm bu felaketleri yeni bir rant kapısı olarak açmak isteyenler olacak. Bu yüzden Türkiye’de ikinci yolun tercih edilmesi ancak ve ancak insanlığın ve doğanın yararına bir ortak yaşam arayışının bir popüler talep olarak örgütlenmesiyle, bunun için verilecek mücadelelerden sonuç alınmasıyla mümkün hale gelebilecek. Bu ikinci yol ne kadar akla yatkın, insan onuruna ve hatta insan varoluşuna uygun gözükürse gözüksün mevcut birikim rejiminde, sınıf ilişkilerinde, bölüşüm yapısında çarpıcı bir değişimi gerektireceğinden ancak emekçilerin öznesi olduğu bir toplumsal mücadelenin sonucunda bir “norm” olarak yerleşebilecek.

O halde Türkiye’nin yol ayrımı ekonominin “dümenini devralanların” iki ayrı iktisadi büyüme programından hangisini tercih edecekleriyle ilgili bir mevzu değil. Kaçınılmaz yıkım ile toplumsal yeniden inşa arasından hangisinin seçileceğine “yukarılarda” kurulmuş masalarda oturanlar karar vermeyecek. Bu en temelde ülkede sürdürülebilir bir yaşamın devamı için ortak bir mücadeleyi örgütlemek ile kayıtsızca onun yıkımını seyretmek, ona ortak olmak arasında bir yol ayrımı. O halde bu; ülke emekçisinin bir siyasal özne haline gelmesiyle patronların ay sonu bilançosunda bir maliyet kaleminden ibaret kalması arasında bir yol ayrımı.


Cenk Saraçoğlu Kimdir?

1979 yılinda Tokat’ta doğdu. Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde lisans derecesini tamamladıktan sonra, 2008 yılında Kanada’daki University of Western Ontario’dan sosyoloji alanında yüksek lisans ve doktora derecesini aldı. 2008-2012 yılları arasında ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü’nde, 2012- 2013 arasında ise Başkent Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapmıştır. 2013 Aralık ayından itibaren Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde çalışmaktadır. Praksis dergisi yayın kurulu üyesidir.