Neolitiğe Karşı Komünalist Devrim

204 views
12 mins read
204 views
12 mins read

A. Halûk Ünal

Abdullah Öcalan’ın -yazdıklarına bakarak- Frankfurt Okulu’nu ve eleştirel Marksist külliyatı iyi takip ettiğini ve nihayet Murray Bookchin ile tanıştığında aradığı temeli bulduğunu ileri sürebilirim. Kendi külliyatında bu perspektife -bence Thomas Khun’dan mülhem- “yeni paradigma” demeyi uygun bulmuştu.

Bence de Bookchin’in attığı temel ve Öcalan’ın kadın devrimi katkısıyla elimizde çok değerli bir çerçeve mevcut.

Geldiğimiz noktada çekinmeden “devletsiz, sınırsız, sınıfsız, cinsiyetsiz, sömürüsüz” bir toplumun günümüz teknolojisinin imkanlarıyla yaratılabilmesi tartışmasına -tarihin spiral gelişme çizgisinde- yeni boyutların katıldığını söylemek mümkün.

Bulunduğumuz noktada derinleşmek, “yeni paradigmayı” da bir dogmaya dönüştürmemek için, Öcalan’ın ölümcül tecritten bizimle yapamadığı mukayeseli tartışmaları, ek okumaları yapmak, güncellenen bilgileri, çalışmaları izlemek gerekli.

Bu noktada Marks’la akraba olsa da tarihi “ilerlemeci ve determinist” bir analizle okumayan iki isimden söz etmemek olmaz.

Bu isimlerden biri size tanıtmak istediğim dört ciltlik “üçüncü devrim” başlıklı başyapıtın yazarı, Amerikalı işçi, bilim insanı ve partizan, “toplumsal ekoloji” akımının kurucusu, Murray Bookchin. (14 Ocak 1921 – 30 Temmuz 2006 / ABD)  

Diğeri ise Frankfurt Okulu gibi Marksizm’i “içeriden eleştiri” çabasında Avrupa solunun yaşayan en önemli bir başka bilim insanı, önde gelen Fransız sol kanat düşünür, École Normale Supérieure’nin eski felsefe bölüm başkanı, Alain Badiou.

Her ikisi de birbirinden bağımsız olarak-hatta birbirlerini okuduklarına dair hiçbir kanıt olmaksızın- Marks’ın ilerlemeci tarih kategorilerini radikal biçimde sorgularlar.

Bookchin bir Leninist olarak başladığı siyasal yolculuğunu sonrasında bir anarşist ve nihayetinde, kendi tanımıyla bir Komünalist olarak sürdürür.

Bence, Komünalist deyimini seçmesi, bir açıdan Marks’la başlayıp, Stalin’le sonuçlanan ve komünist kavramının bütün itibarını yerle bir eden “devletçi komünizm” teori ve pratiğine karşı bir seçenek oluşturma ihtiyacının ürünüyken, diğer açıdan Marksın tarih okumasına ve Leninist devrim tanımına alternatif bir seçenek aramasının sonucuydu.

Yaptığı bütün okumalar, araştırmalar onu, 1200’le 1934 arasında Avrupa’yı sarsan sosyal mücadeleler, devrimler, altüst oluşlar sürecinde bir “üçüncü devrim” olgusu/gerçekliği fikrine ulaştırdı.

Bu gerçeklik, Marksist geleneğin “burjuva devrimi” olarak adlandırdığı (birinci devrim) 1789 Fransız ve “proletarya devrimi” olarak adlandırdığı 1917 Rus (ikinci devrim) dışında, yenilmiş “üçüncü devrim” girişimleriydi. Bookchin bu nedenle eserinde Avrupa ve Amerika’da “üçüncü devrimler” in izini sürdü.

Üçüncü Devrim

13. yüzyıldan başlayarak, Avrupa ve Amerika kıtalarında yaşanan ve yedi yüzyıla yayılan alt üst oluşlar, tarihçi ve siyaset “bilimcilerce iki temel şablonla tanımlandı. Üstelik, birçok yazar bu süreçlerden bir “devrimin aşamaları” yaklaşımı üretti.

Şöyle yazacaktı Bookchin; “Bunların belki de en bilineni, Crane Brinton’ın The Anatomy of Revolution (Devrimin Anatomisi) adlı eseridir. Brinton; “Başlangıç olarak, halk, monarşiye karşı ılımlı bir rejimin kurulmasına yol açan, az çok birleşmiş̧ bir ayaklanmaya katılır ki, buna ben (ve onlar), geriye dönük bir yaklaşımla, birinci devrim diyoruz. Devrim, bu ilk başarısından sonra, alt sınıfların geniş̧ bir kesimini harekete geçiren bir iç savaşın izlediği veya eşlik ettiği, giderek radikalleşen bir yöne doğru ilerler. Aşırıların önceki ılımlı müttefikleri ile mücadeleye girişmeleri ikinci devrime yol açar.”

Gerçek şu ki, bu aşamalar teorisi yalnızca birinci ve ikinci devrimleri betimlemektedir. Dikkat çekici olan; Brinton, Trotsky ve başkaları tarafından oluşturulan bu tarihsel şemada üçüncü devrim çağrısı yapan isyancı halkın dışarıda bırakılmış̧ olmasıydı.

Yine de onlar devrimci çağ boyunca daima var oldular ve büyük devrimlerin tarihsel anlatımlarının çoğu üzerinde gölgeleri beliriveren devrimci şahsiyetlerin ve partilerin her birinden daha fazla içinde yer aldıkları olayların gerçek devrimcilerini oluşturdular.

Fransız sans-culotteları (baldırı çıplaklar) semtlerindeki halk meclislerinin veya seksiyonların” yetkilerini, giderek güçlenen, merkezîleşen ve aslında Jakoben kontrolünde olan devlet aygıtı aleyhine, genişletmeye çalıştılar.

Rus isçileri ve denizcileri tabana dayalı konseyleri veya “Sovyetleri”, giderek otoriter hale gelen Bolşeviklerin kontrolündeki devlet aygıtının yerine geçirmek amacıyla, demokratikleştirmek ve yeniden canlandırmak istediler.

“Üçüncü bir devrim isterken aslında halkın bir radikal demokrasi kurma arzusunu, doğrudan ayaklanma noktasına varan bir talebi dile getirmişlerdi. Onların ayaklanmaları, en sonunda, ikinci devrimin kendinden menkul devrimci örgütleri, halk hareketine cephe aldıkları zaman bastırıldı ve askeri güç kullanılarak ezildi.” (Murray Bookchin)

Badiou’nun sunduğu açı

Başta da not düştüğüm gibi, Bookchin’in bu tarihi uyarısına -birbirlerini okuduklarına ilişkin hiçbir kanıt bulamadığım- Badiou bence olağanüstü bir berraklık ve derinlik kazandıran şu satırları yazıyor:

“İnsanlık tarihinde bir devrim elbette olmuştur; gerçekten de benim anladığım anlamda tek bir devrimdir bu, insan denen hayvanın bütün tarihinde son derece önemli bu devrim, neolitik devrimdir. (…) Birkaç bin yıl önce gerçekleşmiş olan bu değişim açısından bakıldığında, diğer her değişim şu an için talidir; çünkü, bir anlamda, hala o dönemde kurulmuş parametreler içinde yaşamaktayız. (…) Bizler neolitik insanlarız.” (“Biliyorum, Çok Kalabalıksınız. – 2019, SEL Yayınları)

Elbette neolitik devrim bir çok açıdan tanımlanabilir. Ama ben, esas olarak Öcalan gibi “devletin icat edildiği, iktidarın kurumlaştığı, para ile iktidar gücünün kurumsal olarak ilişkiye girdiği bir dönem olarak ele almak yanlısıyım.

Böyle baktığımızda neolitik sonrasındaki süreçlerde yaşanan aşamaları nasıl adlandırırsak adlandıralım, Badiou’nun vardığı noktanın Anarşist, Marksist ve Komünalist hareketlerin ortak paydası olarak, devletsiz, sınırsız, cinsiyetsiz, sömürüsüz bir toplum özlemi olarak ele alabiliriz.

Böylece 1871 paris komünü bu akımların aradığı geleceğin 71 günlük hatırlatması haline gelir. Ya da Anadolu’nun kadim hareketi kızılbaşlığın “rıza toplumu” hedefi mümkün görünür.

Burada bana en çarpıcı gelen nokta Bookchin, “Marksizm’i ve anarşizmi aşarak, üçüncü devrimi tanımladığını” söylerken; Badiou ironik biçimde “Marksizm’in içinden yaptığı eleştiride” Marks’ın ilerlemeci, doğrusal, determinist tarih algısını tıpkı Bookchin gibi aşıyor.

Öte yandan Bookchin’in devrimleri numaralandırması geleneksel adlandırmalara daha saygılıyken; Badiou, çok daha radikal bir önermeyle geleneği aşarak karşımıza çıkıyor.

Ben de onlardan aldığım cesaretle her ikisinin de buluştukları “yeni devrim tanımının” büyük bir akrabalık içerdiğini ileri sürebilirim.