Sevgili O.G. Ertekin'in çok güzel bir yazısını paylaşmak istiyorum. Editoryal bir yoruma ihtiyacı da yok. Ama bu süreçte "vaka" ile ilgili kişisel deneyimlerim nedeniyle bir iki cümle yazmak iyi olabilir. İlk olarak söz konusu "vaka" gerçekleştiğinde bütün sosyalistler gibi ben de yakından izlemiş, sürecin analizini yapmaya çalışmıştık. Sürecin bir devlet komplosu olduğuna da büyük ölçüde ikna olmuştuk. Otuz yıl sonra Avrupa Alevi Birlikleri Federasyon yönetimi "Madımak katliamının bir belgeselini yapmam" için benimle temasa geçtiklerinde iki boyutlu bir tartışmamız oldu. İlk olarak kendilerine 2021 yılı ve sonrasında, yapay zeka çağında böyle bir "katliamın" klasik bir belgeselle anlatılamayacağını, bir hafıza merkezinin inşa edilmesi gereğini önerdim ve mutabık kaldık. İkinci sorun ise ben ve benim gibi düşünen kimi yöneticilerin dışında Alevi toplumu içinde çok geniş bir kesimin olaya, tıpkı devlet ve Barolar Birliği gibi, "Cumhuriyete karşı şeriatçı bir kalkışma" biçiminde bakıyor olması gerçeği idi. Bu noktada da "çoğulculuk" gereği olayın ikinci -bence doğru analizini- içeren bilgilerin de güçlü biçimde hafıza merkezinde yer bulmasına karar verdik. Yaptığım tasarım gereği hafıza merkezi, uluslararası kullanıma açılacak bir kütüphane/arşiv, sanal müze, web belgeseli ve bir de klasik belgeselden oluşacaktı. Olayın ikinci (ve doğru) yorumunun bilgisi artık çok hayati bir önem taşıyordu. Bunun için sevgili İnci Hekimoğlu öncülüğünde onlarca ropörtaj yaptık. Sevgili Orhanla tanışmam da bu sürece denk geldi. Onun yazılarını takip edenlerce malum zekası, analiz gücü ve anlatım berraklığı ile yaptığı özel söyleşi ve sonra kamusal yazıları artık (hukukçu, hakim kimliğini de hatırlayarak) karşı iddianameyi oluşturuyor bence. Haksızlık etmeyeyim, olayın gerçekleştiği tarihte TBB öncülüğünde kurulan Şanal Saruhan'ın sözcülüğüyle temsil edilen savunma komusyonunun içindeki bir grup avukat da, TBB'nin "mütaalaası" DGM gibi "Cumhuriyet'e karşı şeriatçı ayaklanma" olunca, bir iç itişme yerine davadan sarfınazar etmeyi tercih etmişler. Biz bu arkadaşlara da ulaşıp söyleşi yaptık. Şanal hanım ise 30 yıl kurumun avukatlığını, davanın avukatlığını sürdürmüş, ama üretim süreci toplantılarından edindiğim izlenim, kendisi de hala 30 yıl önceki pozisyonunu koruyor ve meslektaşı OGE ile hem fikir değil. Ben 8 ay yöneticiliğini yaptığım hafzı merkezi üretim sürecinden sağlık nedenleriyle ayrıldıktan sonra çok yakın takip edemedim. Ama henüz "sanal müze" açılmış görünüyor. Bu türden bilgiler, röportajlar, söyleşiler ise esas olarak kütüphanenin içeriğinde olacak. Ama ben sevgili Ertekin'e bir demokrat, sosyalist olarak bütün kalbimle teşekkür ediyorum. 30 yıllık bir zehre itiraz etmekle kalmayıp, panzehirini de üretti. Artık bence makul ve mantıklı kimsenin "a bilmiyordum, sandıydım, öyle duymuştum" deme şansı yok. Madımak Pogromunun uluslararası nitelikte olacağını hedelediğimiz hafıza merkezi araçlarıyla mahkum edilmesi artık çok mümkün. A. Halûk Ünal
Sivas Katliamı Davası: Kaybettiğini doğru yerde aramak
İlk olarak Madımak bir katliam değil bir pogromdur. Cumhuriyete karşı ayaklanma değil bizzat cumhuriyetin bastırma pratiklerindendir. Ve bu bir cezasızlık politikası değil bir ceza politikasıdır.
Orhan Gazi Ertekin*
Madımak katliamı ve davası o kadar uzadı ki artık eski zaman hikaye anlatıcılarının diliyle söze aktarılabilir hale geldi: Bir zamanlar emekle ve ısrarla takip edilen bir “Sivas Katliamı Davası” varmış. Bir süre sonra failleri yakalamayan, tebligat yapmayan, sanıkları kırmızı bülten ile aramayan ve dahi iade talep etmeyen devlet kurumları tarafından davanın “yumurtlaması” sağlanarak “Sivas Katliamı Davaları” haline dönüştürülmüş. Böylece 1994 yılındaki ilk mahkeme kararından 2030’lardaki ceza zamanaşımına kadar uzanacak bir Madımak Katliamı davalar labirenti önümüze konulmuş oldu. Davanın başından beri takipçileri olan avukatlar bile yön bulamaz hale geldiler. Nihayetinde dünkü mahkeme kararı ile bu maratonun bir evresini daha kapatmış olduk. Görevli mahkeme düşme kararıyla birlikte Sivas dosyalarının zamanaşımı ile ilgili bir aşamasını daha tamamladı. Davalar maratonu bazı sanıklar için ceza zamanaşımı süresinin 2030’larda dolmasıyla birlikte tamamlanmış olacak ve biz bu davayı da öfkeyle paketleyip geçmiş hüsranlarımızın sırasına yerleştireceğiz… Ve yeni kuşaklara kadim bir hikaye olarak anlatacağız…
BİR HÜSRANIN KISA TARİHİ
Geçmiş davalar tarihini birazcık bilenler için Madımak davası sürecinin bu son gelişmesi hiç şaşırtıcı değil. 1978 Maraş katliamı davası da benzer biçimde ilerlemişti. 6-7 Eylül 1955 pogrom davası da… Bütün bu tecrübelerimize karşılık bizler hala kızgınlık ve öfke bir yanda, klişe boyutunda ezberletilmiş gevşek itirazlar diğer yanda bir gidip bir geliyoruz: İnsanlığa karşı suçlarda zamanaşımı olmaz deniyor. Katliamın hesabı sorulmalı deniyor. Türkiye’de cezasızlık politikası hakim deniyor. Anayasal düzene şeriatçı kalkışma deniyor. Klişelere dönüşmüş, üzerinde hiçbir çalışma yapılmamış itirazlarımız listesinin ilk sıralarında bunlar var…
KAYBETTİĞİMİZİ DOĞRU YERDE ARAMAK!
Bana öyle geliyor ki kaybettiğimizi kaybolduğu yerde aramıyoruz. Kızgınlığımız politik içeriğinden sıyrılıp şu yukarıdaki klişelerle temsil edilmeye başlandığında tüm yaratıcılığından uzaklaşıyor, uyur gezer sayıklamalarla sakinleşmeye çalışıyoruz. Daha açık söyleyeceğim: Sadece Madımak davası ve süreçleri bakımından yalnızca Türkiye’nin iktidar alanına değil adalet arayışımızın bizzat kendisine de dönüp bakmamız ve onunla da hesaplaşmamız gerekiyor artık.
Niye peki? Temel noktalara odaklanalım: İlk olarak Madımak bir katliam değil bir pogromdur. İkincisi Cumhuriyete karşı ayaklanma değil bizzat cumhuriyetin bastırma pratiklerindendir. Üçüncüsü bu bir cezasızlık politikası değil bir ceza politikasıdır. Peki başka? “İnsanlığa karşı suçlarda zamanaşımı olmaz” değil! 2005 yılı öncesi suçlarda olur! Eğer biz Şili ve Arjantin’li avukatlar gibi zamanaşımı konusunda ciddiye alınabilir içtihatlar oluşturabilecek çalışmalar yapmaz isek bal gibi olur. Yapmadık ve oldu! Daha başka? Daha çok şey var ama hepsinin özeti şu: “Sivas Katliamı sözlüğü”nü (bundan sonra Sivas Pogromu) bir bütün olarak ve yeni baştan kurmaz isek klişeleri sayıklayarak kaybettiğimizi yanlış yerde aramaya devam ederiz.
En başından bir kez daha vurguyla söyleyelim: Bu yarı uykulu adalet arayışından artık çıkılması şarttır. Gerçek sorular sorup cevaplarını bulmak da şart…
Buradan buyurun…
KATLİAM MI? POGROM MU?
Sivas 2 Temmuz 1993 bir katliam değildir. Bir pogromdur. Aradaki fark ise şiddetin “kamu”sal destek, kurumsal müdahale ve toplumsal hazırlıklarının bir arada ve birlikte yürütülmesidir. Pogromda şiddet hareketleri genellikle yasalar (örn. Irk yasaları) kurumsal destekler (resmi görevlilerin tutarlı ve sürekli dahli) ve toplumsal taleplerle (lincin meşrulaştırılması) devam ederek kalıcı ve sürdürülebilir bir “siyasal sistem”e dönüşür. Dolayısıyla katliamdan daha fazlası vardır pogromda…
En basit örnek olarak devlet görevlileri ile sokakta “karşılaşma” halini verebiliriz. Şöyle diyeyim: Hak mücadelesi için sokağa çıkmanın çok zor ve “bedel” gerektiren bir eylem olduğuna dair bilgilerimiz ile bir cinayet ve katliam için sokağa çıkmanın ne kadar kolay olduğuna dair tecrübelerimiz arasında oldukça geniş bir “siyasal ve hukuksal ders” yer alıyor Türkiye’ye dair. Bizi bu soruya en çok iten “şey”in bir pogrom; Sivas pogromu olduğunu gayet iyi biliyoruz. Bırakınız sekiz saati on beş dakika boyunca hak talebiyle sokakta yürümenin ne kadar zor olduğunu hepimiz pek iyi biliriz. Ama 8 saat boyunca devlet görevlilerinin refakatıyla kuşatılmış olmanın ne olduğu da pek iyi öğretilmiştir. Devletin on beş dakika boyunca karşınızda olmasının sonuçları ile sekiz saat boyunca yanınızda olmasının getirdiği sonuçlar bize bu devlet, bu devletin kurumları, hukuku ve yönetim stratejileri ile toplumsal işlevleri konusunda pek çok bilgiyi bir anda sunabiliyor.
KALKIŞMA MI? BASTIRMA MI?
Devlet şiddeti ile toplumsal şiddetin içiçe geçtiği bu tür karnavalesk süreçlerin kurucu dönemlere kadar uzanan derin kökleri vardır ve bu durum Alevilere, Kürtlere ve solculara uygulanan toplumsal şiddeti resmi uygulamaların saklı parçası haline getirir. Toplumsal şiddet ile “kamu” arasındaki bu bağ fark edilmez ise çok şey birbirine karışır. Sivas pogromu “Cumhuriyete karşı bir kalkışma” olarak paketlenir. Şiddet ile hukuk arasındaki bağ görülmezse de gene her şey bulanmaya başlar. Mahkemelerin ve tüm devlet kurumlarının tavırları birer yanlışlık olarak anlatılır hale gelir. Ve bizler duruşmalarda kendi ellerimizle kendi sesimizi alenen kısmaya devam ederiz.
CEZASIZLIK POLİTİKASI MI? CEZA POLİTİKASI MI?
Ve bir başka klişe olarak bu son karar sonrası Türkiye’nin bu tür suçlardaki “cezasızlık politikası”ndan yeniden dem vurulmaya başlandı. Halbuki bu bir cezasızlık değil. Bu hukuk düzeninin bu olayda yanlış işlemesi değil. Yanlış bir uygulama değil! Suç ve ceza düzeninin temel ilkelerinin ihlali de değil. Bu suç ve ceza düzeninin ta kendisidir. Türkiye’nin kurumsal ceza politikası budur.
Peki bu kavramdan kaçınmak neden önemli?
Cezasızlık kavramı literatürümüze 1990’lardan sonra “insan hakları endüstrisi” ile birlikte geldi. “İnsan hakları müteşebbisleri”nin workshoplarda kullanmayı en sevdikleri kavramlardan birisi oldu. Sonradan akademiye ve popüler kullanıma da açıldı. Kavramın söylediği şey esas olarak şuydu: Suç ve ceza düzeni gelenek veya eğitimden veya “iktidar baskısı”ndan kaynaklı bazı eksiklik ve yanlışlıklar taşır ve bu durum belirli suçlarda bir “cezasızlık politikası” haline gelerek kangrenleşir. Sorun herkes tarafından görülebilir teknik ihlallerin üzerinde sebat ve ısrarla durularak, doğrusu gösterilerek çözülecektir. Bu eksiklikler tamamlanırsa yasalar ve kurumlar zaman içinde ait oldukları adil hedefe ulaşırlar.
Söz konusu yaklaşım ceza hukukunu tek biçim ve teknik bir yapı zanneden bir yaklaşımdır ve sorunu “yasaların uygulanmaması” olarak tercüme eder. Bu yaklaşımın bir yanında yasaların kendiliğinden konuştuğu ve kurumların da teknik bir dünyanın içinde iş gördüğü yaklaşımı vardır. Diğer yanında da hukukun ve hukukta doğrunun tek olduğu iddiası yatar. Oysa bu yaklaşım yarı eğitilmiş dünyasından çevresine ödev ve programlar yazan bir ergenin kolaycılığından başka bir şey değildir. Çünkü hukuk, yasaların uygulanması ile uygulanmaması arasındaki ilişkide kurulur. Eksik ve yanlışlık zannettiğimiz şey hukuk düzenlerinin bütünlüğü içinde tutarlı bir bütünlük olarak doğar. Yani ortada bir cezasızlık yoktur. Tam tersine o bir “ceza politikası”dır…
Bunu Sivas pogromu davalarına nasıl tercüme edebiliriz peki? Şöyle: Madımak davası Türkiye yargısının bir eksikliği değil “tamlığı”dır. Yanlışlığı değil “doğrusu”dur. Bu da bizi hem siyasal ve toplumsal politikalar hem de adli stratejiler, dava, duruşma ve dosya taktiklerinde oldukça farklı yöntemler uygulamayı, farklı söylemler ve müdahale biçimleri uygulamayı zorunlu kılar…
Sivas pogrom davası ve en son zamanaşımından düşme kararı verilmesi gerçekte Türkiye’de hak mücadelesi politikaları ile alakalıdır ve maalesef bu konuda etraflıca düşünme geleneğine sahip değiliz. Son kararın bu ihtiyaca cevap verecek sorular ve cevapları geliştirmesi dileğiyle özeti şudur ki Türkiye, bütün kurumları ve gelenekleri ile kendi rutinleri olan bir iktidar alanına sahiptir. Ve bizim bu gerçeği görüp buna uygun bir hak mücadelesi alanı açmamız zaruridir. Zamanaşımı konusunda bile tek söyleyebildiği “İnsanlık suçlarında zamanaşımı olmaz”dan öteye gitmeyen bir hak mücadelesi geleneğinin kendine dönüp kendisini yeni baştan kurması da şarttır…
Her beklenen gelişmede şaşırıp, mahkemeler zamanaşımından düşme kararı verdiğinde ani kızgınlık ve öfke patlamaları yaşayarak hemen sonra uykuya dalmaktan vaz geçmemiz gerekli…
*Emekli Hakim /Akademisyen Dr.