‘Demirtaş’ın Önemi’ hakkında iki eski yazı

294 views
36 mins read
294 views
36 mins read
Demirtaş'ın savunması üzerine yazarken, kişisel blogumdaki bu eski yazıyı hatırladım. İlkini Rojava'dan yazmışım. İkincisini Yunanistan'dan.

Di'ligelecekzaman arşivinde olmaları ve okuyucuya savunma üzerine yazacaklarımdan önce ulaşmaları iyi olur diye düşünüyorum.

Çünkü savunmasında da inceleyeceğimiz üzre (SETA raporu) düşman bizi bizden iyi analiz etti ve gerekli müdahaleleri yaptı. Bunların en önemlisi de "seni başkan yaptırmayacağız" taktiğini benimsetmesi oldu. Ülke tarihinde ilk kez "Yeni Yaşam" broşürüyle kurucu bir program tanıtımı için yaptığımız (biz iletişim ekibinin) bütün iletişim tasarımı çöpe gitti. Kampanyanın eksenine bu slogan yerleşti. Biz de Kemalistlerin İslamcılara karşı (yine) koç başı olduk.

Hiç değilse ÖDP parti meclisi "ne takunya ne postal" gibi ortayolcu bir pozisyonla Genelkurmayın yolladığı (karışmayın) mesajıyla bir mesafe koyabilmişti.

Bu kez resmen koç başı haline gelmek öfke ve mahcubiyet vericiydi.

A. Haluk Ünal


Heval Demirtaş’a Açık Mektup

A. Halûk Ünal Umuda Yolculuk / 11.12.2015

Sevgili hevalim Demirtaş, mektubuma, bütünlük ve tutarlılık ölçütü olması için, senin ve bu mektubu okuyacak olanların iyi bildiği bazı konuları kısaca hatırlatarak başlamam gerekir inancındayım.

Başkanlar, hem birer imge hem de simgedir.

Sen de bunun çok nadir örneklerinden birisin.

Şahsında, rahleyi tedrisinde yetiştiğin Kürt Özgürlük Hareketi’nin etik ve politik birikimiyle, Türk Sol hareketinin ortak mücadele imkanları vücut buldu, temsiliyet kazandı.

Elbette böyle yazarken sıkça hatırlattığın bir gerçek hep aklımın bir köşesinde. KÖH, yüzlerce, belki binlerce Demirtaş yetiştirdi ve yetiştirmeyi sürdürecek.

Ama her sanatçı ve sanatsever bilir ki, her imge otomatik olarak simge değeri taşımaz. Bir çok özellik ve koşulun bir araya gelmesi ile imgeler simge değeri kazanırlar.

Nedir bu toplumun şahsında anladığı, kısaca hatırlayalım.

İlk ve önemli olan, mücadelemizin en temel bir kaç boyutundan biri olan ahlak alanında yarattığın(ız) örnek.

Batı’nın görmediği için bilmediği, benim son üç yıldır Kürdistan coğrafyasında ürettiğim iki film nedeniyle öğrenme şansım olan, bütün vekillerin örnek niteliğinden söz ediyorum. Cumhuriyet tarihinin istisnalar hariç milletvekili tanımını ters yüz eden pratiğinizden söz ediyorum.

Türklerin henüz büyük çoğunluğu senin sayende bunun farkında. Büyük resmi göremiyorlar. Zamanla görecekler.

Düşmanı olmayan, hakaret ve küfür bilmeyen, yoldaşına ses yükseltmeyi bile ayıp sayan, yalanı siyaset içi kabul etmeyen, eleştiriyi kimden geldiğine bakmaksızın içtenlikle dinleyebilen, vekilliği bir imtiyaz, çıkar, ya da statü meselesi olarak görmeyen, tersine en ön cephede, en çok risk almak olarak kabul eden bir varoluş hali.

Daha kişisel bir gözlem aktarmayı da anlamlı buluyorum. Cumhurbaşkanlığı kampanyasında senin de katıldığın toplantılarda bir kez olsun “başkan”a ayrılan koltuğa oturmadığın gibi; küçükten büyüğe bütün başkanların temel hastalığı olan – bu hastalık başkan olunca başlıyor genellikle- herkesten çok bilen bir edayla saatlerce “öğreten” konuşmalar yapmadın. Tersine bir başkanın da bilmediği her konuda iyi bir öğrenci olabileceğini kanıtlayarak da saygımızı çoğalttın, büyüttün.

Fotoğraflar çok şeyi anlatır. Hiç bir fotoğrafta seni başkanlara ayrılmış koltuklarda görmediğimiz gibi, yürüyüş kollarında da iki adım önden, ben başkanım beden diliyle görmedi Türkiye toplumu.

Bu nedenle Erdoğan’dan söz ederken bunca zaman bir kez bile sayın sıfatını kullanmadan söz etmeyişini kimse yadırgamadı, “yalakalık, çifte standart” gibi sevimsiz yakıştırmalara kalkışmadı.

Tersine herkes, milyonlarca AKP li emekçinin öyle ya da böyle lider olarak kabul ettiği birine hakaret etmenin, kazanmamız gereken bu kitleyi bize karşı sağırlaştıracağını, körleştireceğini hatırladı.

Kısacası seni liderler sempati araştırmalarında % 26-29 lara ulaştıran sempati kredisi solculuğundan önce uslubuna ve temsil ettiğin ahlaka açıldı bence.

Bu tutumun, varoluş biçiminin KÖH’ün gelişmiş hemen tüm kadrolarında görülebileceğini, “Yeni Paradigma”nın böyle kişisel varoluşları teklif ettiğini belki henüz Türklere anlatamadık, ama anlayan anladı sevgili Demirtaş.

Türklerin de duruşunu kişisel değil, harekete ait bir teklif olarak anlatabilirsek zaten Washington’dan aktardığın “korktukları kehanet” başlarına gelecek egemenlerin. “Yeni Paradigma” Türkiye’yi kazanacak.

Eğer Kasım 2014 – Temmuz 2015 arasını Rojava’nın üç kantonunda geçirmiş olmasaydım, bu mektubun girişini böyle yazamazdım. Çünkü “yalakalık” olarak değerlendirecek çok kişi çıkardı, maalesef.

Şimdi de çıkabilir ama yaptığım tasvirin yalnızca sana değil, tanıştığım yüzlerce KÖH kadrosuna dair bir tanıklık olduğu artık iyi bilindiği için, içim rahat.

İşte, geçen gün Cumhuriyet’e yaptığın açıklama, bu nedenle çok ilkesel bir tartışmaya denk düşüyor ve bir özeleştiriyi hak ediyor.

Elbette peşinen söylemem gerekir ki, bu kadar hakiki bir insan tasvir ediyorsam, öfkesinin de hakiki olduğuna inançsızlık gösterecek değilim.

Ama bunun bir önemi olmadığı çok açık.

Çünkü yaptığın açıklama sağ veya sol, bütün modernist siyaset geleneğinde karşılığı olan, o malum, zehirli dile denk düştü, ne yazık ki.

“Gizli Erdoğan seviciler” hemen “5. Kol, hainler” gibi tınladı reel sosyalizm/modernizm özürlü kulağımızda.

Reel sosyalizmin ikiyüz yıllık zehirli, polemikçi, sürekli iç düşman üreten dilini toplum nezdinde ilk kez çöpe atan başkan olarak, eski dilin kapısını aralayan da sen oldun, bu da Anadolu toprağının ironisi olsa gerek.

Bu konuda bir özeleştiri vermediğin koşulda bunun arkası gelir, bilesin. Zaten egemenliği henüz kırılmamış olan eski dil galebe çalar hızla.

Burada felsefe tartışmasına girecek değilim ama, dil, ideolojidir aynı zamanda diye bir hatırlatma yapıp geçeyim.

Ve bu ifadenin arkasından konuyu “seni başkan yaptırmayacağız” meselesine bağlayışını tartışmak daha da önemli bence.

İşin bu tarafında tarıtşmayı üzerime alınmak için iyi bir nedenim de var.

6 Kasım’da blogumda ve siyasihaber.org’da (http://unalhaluk.com/2015/11/06/kusursuz-firtina/) “Kusursuz Fırtına veHDP” başlıklı bir değerlendirme, eleştiri yazısı kaleme aldım. Yazıya gösterilen yüksek teveccüh, bu düşüncelerimde yalnız olmadığımı da gösterdi.

Yazının en önemli önermelerinden biri de “seni başkan yaptırmayacağız taktik sloganının, kampanya stratejimiz haline gelmesi”ydi.

İletişimcilerin hazırladığı ve merkezin onayladığı – ki bence “beyaz” ve çok romantik, ama yine de alternatif bir Türkiye tahayyülü sunan- kampanya çöpe gitti.

O andan itibaren seçim kampanyası savruldu, merkezine bu slogan yerleşti ve HDP, Anti-AKP, Anti-Erdoğan bir kampanyanın koç başı haline geldi. (Kemalistlerle İslamcılara karşı ittifak?)

Oysa daha taze, Washington’da “hayırcı muhalefet bizim işimiz değil” mealinde çok doğru, “yeni paradigmayı” iyi özetleyen cümleyi de sen kurmadın mı?

Sevgili Demirtaş, Cumhuriyete kurduğun cümleler yalnızca geçmişe değil, geleceğe de matuf bir içerik taşımasa etik bir tartışma yeterli olurdu. Ancak şu an ikisini birden yapyorsam, asıl tehlikenin burada yattığına inanmamdandır.

Yine ABD’den yaptığın açıklamada çok yaşamsal bir gerçeğe dair, MGK’dan  yaşamsal bir duyum aktarmışsın.

Bir yıldan bu yana bir çok yazıda “bu ülkede iktidarın bir kulbunu KÖH tutuyor” cümlesini kurmuş biri olarak, aktardığın duyum, asıl rakibimizin bu gerçeği doğruladığının kanıtı.

Elbette hepimiz gibi ben de biliyorum; onlar, iktidardan merkeziyetçi, milliyetçi, sermayeci, erkek, bir devlet anlıyor; biz ademi merkeziyetçi, kadın ve ekoloji merkezli halkın her alanda çoğulcu, demokratik özyönetimini…

Eğer seni başkan yaptırmayacağız sloganı iddia ettiğin gibi parti kurullarında tartışılmış, bizim tarafın duruşunun – üstelik ideolojik- bir özeti ise, çok ciddi fikri bir paradoksla yüzyüzeyiz demektir.

Ki, benim söz konusu yazıdaki iddia mı da doğrulamış oluyorsun.

İdeolojik özet, stratejidir.

Kaldı ki, benim Rojava’dan ve Öcalan metinlerinden öğrendiğim, ideoloji KÖH için ilkelerdir, şablonlar değil. KÖH’ün belki de en önemli ilkesi şablonculuğa karşı, gerçekçi, tutarlı ve ilkeli politikadır, diye anlıyorum.

Henüz çok iddia edebilecek donanımda değilim ama, sanki reel sosyalizmin çok sevdiği ve çok sorunlu şu ideoloji kavramı, “yeni paradigmanın sözlüğünde” yok gibi geldi bana.

Ben KCK yönetiminin bu tür konularda verdiği bazı sert tepkileri de, kendimizi ulusalcı kuşatmanın tesirine kaptırıp (bunlar AKP ile anlaştı, anlaşacak ithamı) müzakere alanımızı anlamsız biçimde daraltıyor, maksimalist politikaya savruluyor oluşumuzla ilgili olarak algılamıştım.

Çünkü KÖH’ün başarısının sırlarından biri mücadele müzakere diyalektiği değil mi?

Siyaset altın terazisinde tartılabilir. Ki bunun oportünizme düşmeden nasıl başarılabileceğini Rojava’da her gün kanıtladıklarının tanığıyım. Hem de emperyal güçlerle mücadele ve müzakere temelinde…

Örneğin Barzani, Şengal’i altın tepside IŞİD’e teslim ettiğinde resmi ağızlardan ne sıfatlar kullanılabilirdi.

Hatırla, HPG gitti, her zamanki gibi feda eylemleriyle Şengal halkını kurtardı.

İkinci hamlede Barzaniye rağmen, Barzani güçleriyle parelel, gidip Şengal’i kurtardı. Yine de Barzani’ye bu utanca denk düşecek sıfatları kullanmadığı gibi, müzakere zeminini de yıkmadı. Bilmiyorum yanlış mı okuyorum?

Sonuç olarak eğer 7 Haziran stratejisi egemen olursa – ki 1 Kasım’daki “inadına” konsepti kampanya stratejisi olarak, mevcudu koruma ve savunma önerisiydi. – projenin sonu gelir.

Devletin çok arzu ettiği, ve manipüle ettiği SHP lileşme sürecini kabul etmiş oluruz.

İşin kötüsü Türk Solu’nun çoğunluğunun bilinç altında HDP’nin CHP’ye doğru büyümesi, dolayisiyle CHP ile ittifak etmesi var, bence.

Oysa CHP’yi hasım ilan etmeksizin, eleştirel ve dostça ilişki kurup, AKP kitlesine doğru büyüyen bir HDP olmadan proje başarıya ulaşamaz; tıpkı DTK sürecinde olduğu gibi.

Demokratik İslam Konferansını ve Ekonomi Konferansını Türkiyelileştirmeden olmaz da diyebilirim.

Dilerim kongremiz bütün bunların tartışıldığı ve kristalize olduğu bir süreç olarak yaşanır.

Sevgiyle, saygıyla heval Demirtaş


Demirtaş’ın Önemi

A. Halûk ÜnalUmuda Yolculuk 22/11/2018

Bu gün iki farklı yazıyı ardışık okuyunca, “Yeni Öncü” seri yazısına ara verip, bu yazıyı yayınlamaya karar verdim. 

Yazılardan biri İsmail Akyol’a ait. Fersudeadlı internet gazetesinde yayınlanmış. Diğeri ise İnci Hekimoğlu’nun Artı Gerçek’deki güzel yazılarından biri. 

Akyol, doğrudan Demirtaş’ın önemine dair, Ertuğrul Kürkçü’yle tartışıyor.

Ertuğrul Kürkçü geçtiğimiz günlerde HDP kitlesinin dış halkalarından gelişen “Demirtaş’a karşı partinin tutumu” temalı tartışma ve eleştirilere yanıt vermiş; bu söyleşi de medya pod ağı ve başka mecralardan da kamuoyuna ulaşmıştı.

Hekimoğlu ise, özel bir tartışmanın tarafı değil, ama yazısında, çoğu kez yaptığı gibi birbirinden farklı yer ve zamanlarda gerçekleşmiş olayların ilişkisini kurup, bu ilişkiden benim de paylaştığım siyasal bir öngörü elde ediyor. Demirtaş da bu öngörünün önemli bir simgesi. Ama kaçınılmaz olarak sevgili İnci’nin yazısı da bu tartışmaya dolaylı katkı yapıyor.

Ben de şu ana kadar, birisiyle hiç tanışmadığım (Akyol), diğer ikisiyle yakın arkadaşlıklarım olan üç kişinin “tartışmasına” katılmakta yarar görüyorum.

Demirtaş’ın benim algımdaki önemini tanımlayarak başlamak daha doğru. 

Ben kendisinde ne gördüm, benim gözlem alanım içindeki Türkler ne gördü ne buldu?

Demirtaş’ın bir çok iletişimciye taş çıkartacak analitik zekası, mütevazılığı, mizah kapasitesi ve bunu tamamlayan gerçek sanatsal yetenekleri herkesin ortak sempatisinin önemli dayanaklarından.

Bu mütevazılık teriminin altını Demirtaş imgesi için biraz açmak gerekebilir.

Bu, alıştığımız mütevazılıktan farklı bir hal, farklı bir eda. 

Bizim geleneğimizde mütevazı kelimesi “ağır ol molla desinler” deyimiyle yakın bir yerde tasvir edilir.

Oysa Demirtaş, “ağır” kelimesine yüklediğimiz bir sürü sevimsiz özelliğin hiç birini barındırmadığı gibi; bunun zıttı olarak kullanılan “hafif”lik le de hiç suçlanamadı.

“Selo” lakabı, Anadolu toplumunda çok az lidere nasip olmuş, “hem bizden biri hem liderimiz” tescilininin güçlü bir kanıtıydı.

ÖDP’de bulunmuş olan, her ne kadar buluşun sahipleri çoktan terketmiş olsa da, hala çok sevdiğim, çok değerli, hatta heyecan verici bulduğum “başkan olmayan başkan, parti olmayan parti” deyiminin – ki asıl ademi merkeziyetçiliğe yakışır- Türkiye sol tarihinde altını tam olarak doldurabilen ilk örnek Demirtaş oldu.

Ve bu nitelik, yani başkanlık taslamayan başkan, karşısında herkesin kendisini eşit hissettiği “lider” olma hali, benim gibi “Türk” solundan kopmuş yüzbinlerce bağımsız solcunun kuruluş aşamasında ÖDP’ye, şimdi de HDK’ya yüzümüzü dönmemizin önemli sebebleri arasındaydı.

2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kampanya iletişim tasarımını yapan gönüllü ekibin koordinatörlüğünü de yaparken birlikte mesai yapma şansı bulduğum sevgili Demirtaş, daha ilk anlardan başlayarak herkesin yüksek güvenini ve sempatisini kazanmayı başardı.

İlk kez solcular, Türkiye’nin çok önemli iletişimcilerinden iletişimci deyimiyle “nitelikli bir ürünün” marka iletişimini yapmasını istiyorlardı.

HDP tarihinin de şimdilik en başarılı kampanyası o heyecan ve coşkuyla üretildi. Ve çok da başarılı oldu. 

Elbette HDP ortak aklına sıranın “markanın ürünlerini” yani nasıl bir eğitim, kültür, ulaşım, çalışma yaşamı vb kampanyalarda oldunu anlatamadık. Geçen seçimlerde bu yönde bazı hayra alamet metinler ortaya çıktıysa da, partinin gündelik söyleminden politik yaşamına, hala bir işlevleri yok.

Demirtaş bence “türk” solunun, demokratlarının, çok önemli bir ihtiyacını da kısmen tatmin edebilen ilk Kürt’tür.

Eğer Türkiye doğu ile batı arasında stratejik bir köprü rolü oynayacaksa – ki bu çok mümkün- bu köprünün kilit taşı Kürtlerdir. Yani doğrudur, kilit taşını çektiniz mi, kırdınız mı köprü çöker.

İster bu terimlerle, ister dolaylı olarak bu gerçeği hissetmeyen, görmeyen “Türk” yoktur. İster düşman denilsin, ister  dost, altında yatana bakarsanız, aynı kapıya çıkar; bütün farklı kamplar için ülkenin “beka konusunun” merkezinde durmaları da bu nedenledir. 

İşte Kürtlerin “Kürdistani” politikayı bırakıp, yüzlerini batıya döndükleri o tarihi günlerde -ve hala- biz “Türk”lerin en büyük ihtiyacı, “mühür sahibi, ulaşabileceğimiz, dokunabileceğimiz, tam yetkili bir ağızdan” beka sorunlarımızla ilgili Kürtlerin sözlerini ve vaatlerini duymaktı.

Burada Demirtaş gerçekte mühür sahibi midir değil midir tartışmasının anlamı yok. Çünkü kitlelerin nasıl algıladığı önemli. Ve koskoca HDP’nin ilk cumhurbaşkanı adayı siz istemeseniz de böyle algılanacaktır. Bunu da iyi değerlendirdiğiniz müddetçe kimseye bir zararı olmaz.

Doğrudur, “taçlanan baş akıllanır” ama bu nedenle “söz konusu tacı” hangi “Türk”ün başına koysak aynı etkiyi sağlamayacaktı. Sağlamadı da. 

Bu gün de sağlamıyor oluşu, insanların zeka, yetenek vb. farkları ile değil, tarihsel olarak, nereden süzülüp geldikleri ve ne tür bir imge oluşturduklarıyla ilgilidir.

Çağımızda her bireyin bir “kullanım değeri” olduğu kadar “semiyotik” de değeri vardır ve bu, tarih içinde oluşur. 

Demirtaş’ın bu kadar önemli bir figür haline gelmesinde bireysel özelliklerinin elbette çok önemi vardır; ama bütün bunların yanısıra – tarihin doğru anında, doğru yerde ortaya çıkmak şartıyla- bu özelliklerin temsil ettiği arka plan çok önemlidir.

Aynı Muhammedi bu gün reenkarne etsek, ne olurdu acaba?

Bu blogu takip eden dostların tamamı bilir ki, Demirtaş’ı da bir kaç kez eleştirdim. 

Bu eleştirilerin de sebebi, kendisinin temsil ettiği tarihsel imgenin gerektirdiği dilden, tutumdan uzaklaşması; partiyi kuşatmış orta sınıf solculuğunun diliyle konuşmaya başlamasıydı. Ne yazık ki bazen “barış derneği” yöneticisi gibi konuştuğu anlar da oldu. Kimi zaman da sentez dilini terkedip, bir paragraf Türk solu, bir paragraf Kürt solu olarak eklektik biçimde konuşmak zorunda kaldı, denge tutturmak için.

Yani imge “kırılmaya” uğradı. Yıprandı.

Unutmayalım, herkes baktığı “şey”de, kendi biriktirdikleriyle, önyargılarının harmanladığı prizmasında kırıldığı kadarıyla, gerçeği görür.

Ama tarihte çok az kişi, milyonlarca farklı insanın prizmalarından, birbirine yakın algılarla geçmeyi başarır. (aman, popülerlikle popülizm çok farklı.) 

Demirtaş, 2014 de liderler üzerinden yapılan sempati yoklamalarında %26 ları boşuna görmedi. MHP kitlesinde bile sempati yaratması boşuna değildi. 

Demirtaş’ın imge/simge değerinin sosyolojik anlamlarından birini sevgili İnci çok iyi özetlemiş.

“Demirtaş öncelikle Kürt siyasetinin önemli bir temsilcisi. Ama aynı zamanda, bugüne kadar ki Kürt siyasetçilerden farklı olarak kentlileşmiş, ‘orta sınıf’ olarak tanımlanabilecek yeni sosyal sınıflara ulaşabilmesinin yanı sıra, beyaz, laik Türklerin de sempatisini kazanmış, bu birbirinden alabildiğine uzak duran iki kesim arasında iletişim kapısı aralamayı başarmış bir siyasetçi.”  

İnci gibi çok deneyimli bir habercinin prizmasından geçen algı da benim çevremin algısıyla örtüşüyor.

İnci, yazısında buradan hareketle – çektiği resme Kavala’yı da katarak- Fransa’ya gidiyor, “sarı yelekliler” hareketinin hayatı durduran son eylemleriyle gezi arasında benzerlikleri gösterip, işçi sınıfının yeni katmanlarını, ve onların küresel eylemlerindeki benzerlikleri işaret ediyor.

Bu gerçekle, bu kesimler arasındaki iletişim ihtiyacını solculara hatırlatıyor.

Ve elbette doğru “lider/sözcü, temsilci” profilinin bu kesimler arasındaki iletişimde, üstlendikleri doğal işleve işaret ediyor. 

Derdimi iyi anlatabilmek için çok ters bir örnekle bu sosyolojik “yasaya” ben de değineyim. 

İnci’nin satırları bana  Taraf gazetesinin çok okunduğu, Erdoğan’ın Kürtlerle ilgili çok olumlu konuştuğu yıllarda, 12 yıl boyunca oturduğum Tophane’nin eski MHP li sonra AKP li militan gençleriyle yaptığım günlük Taraf gazetesi sohbetlerini, aramızdaki söz ve fikir geçirgenliğini hatırlattı.

Liderlerin bu özelliğinin yarattığı temas alanları ve konuşma imkanları hiç küçümsemeye gelmez.

Tabi ki, “lider”lerin sağladığı böylesi avantajların yanı sıra “liderciliğin” tehlikelerini de en iyi bizler biliyoruz.

“Aşağıdan gelişen Demirtaşçılık” rüzgarına karşı partiden “biz lider partisi değiliz, başkanları rotasyona tabi tutarız” mealinde açıklamalar da geldi.

Kesinlikle katılıyorum, elbette lidercilikten, lider partisi olmaktan uzak duralım. Ama bunun yolunun “lider rotasyonu” değil örgütlerin ademi merkeziyetçi işleyişi olduğu fikrine sadakat göstermek şartıyla. 

Yani önce bileşen hukukunun – önemli faydaları yanında- bizi Türkiye sol tarihinin en merkeziyetçi partisi haline getirmesine, çare bulmak gerekmez mi?

Ya da İnci’nin yazısında Demirtaş’ın sağladığı tabakalararası – bu yeni tabakalar sınıflar kadar geçirimsiz olabilir bazen- iletişim imkanlarını partinin politikalarıyla nasıl besleyeceğini düşünmesi daha doğru olmaz mı?

Hatta örneğin, Fransa’da “sarı yeleklilerin” eyleminde, Paris veya Avrupa HDK sı pankartlarına “Gezi burada, Sarı Yelekliler Türkiye’de”gibi bişeyler yazıp, destek verse, biz de Türkiye’de sarı yeleklerle bir takım sembolik bile olsa eylemler yapsak, tarihi rolümüzü daha iyi pratikleştirmiş olmaz mıyız?

Bütün bu tartışmaların üzerine Avrupa Konseyi ve İnsan Hakları Mahkemesi kuvvetle Demirtaş’ı yeniden gündemin merkezine yerleştirdi.

Bu tartışmayla, muhtemelen serbest bıraksalar da bırakmasalar da, ortaya çıkacak sinerjiyi ve Demirtaş’ı daha iyi değerlendirmeliyiz.

Demirtaş’ın değerini “Demirtaşçı”lığa indirgemek ne kadar yanlışsa, Demirtaşçılığa karşı çıkalım derken temsil ettiği çok önemli bir takım özellikleri istemeden de olsa değersizleştirmek, bir “anti demirtaş” kapısı aralamak da o kadar yanlış.