Nasıl yazar olunur?

37 views
13 mins read
37 views
13 mins read


Ursula Le Guin

Çeviren: Cüneyt Bender

Nasıl yazar olunur? Cevap: Yazarak. Bu cevabın ne kadar gücendirdiğini, bezdirdiğini ve duymazdan gelindiğini bilmek insanı hayrete düşürüyor. Yazarlar bile böyle hissedebiliyor, inanın bana. Bu, insanın yüzleşmek istemediği Korkunç Gerçekler’den biri.

En çok başvurulan kaçamak taktik, yazar adayının “anlatmaya başlamadan önce tecrübe kazanmalıyım” demesidir. Elbette, gazeteci olmak istiyorsanız öyledir. Ama ben gazetecilik hakkında hiçbir şey bilmiyorum, kurmacadan bahsediyorum. Elbette kurmaca da tecrübelerden, çocukluğunuzdan itibaren bütün hayatınızdan, düşündüğünüz, yaptığınız, gördüğünüz, okuduğunuz ve hayal ettiğiniz şeylerden oluşur. Ne var ki, tecrübe bir yerlere gidip edindiğiniz bir şey değildir; tecrübe bir armağandır, onu almanın yegane önkoşulu da tecrübeye açık olmanızdır. Kapalı bir ruh muazzam maceralara atılabilir, bir iç savaşta hayatta kalabilir veya Ay’a seyahat edebilir ama bu tecrübeyi anlatamayabilir. Oysa açık bir ruh hiçbir şey olmadan da harikalar yaratabilir. Sizi şu iki kız kardeş hakkında düşünmeye davet ediyorum: Emily ve Charlotte. Yaşam tecrübeleri, küçük ve kasvetli bir köyde Anglikan kilisesinin papaza tahsis ettiği evdeki izole yaşamdan ibaretti, kız okulunda birkaç berbat yıl geçirdiler, sonra da hiç tartışmasız Avrupa’nın en sıkıcı şehri olan Brüksel’de birkaç yıl boyunca ev işleriyle uğraştılar. Bu basit, zorunlu ve acımasız tecrübe sayesinde bugüne kadar yazılmış en büyük romanlardan ikisini yazdılar: Jane Eyre ve Uğultulu Tepeler.

Elbette tecrübelerinden yola çıkarak yazıyorlardı, bildikleri şeyler hakkında yazıyorlardı ki insanlar size hep bunu yapmanızı söyler. Peki, tecrübeleri neydi? Neyi biliyorlardı? “Hayat” hakkında pek de bir şey bilmiyorlardı. Ama kendi ruhlarını, zihinlerini ve kalplerini tanıyorlardı, bu da kolayca elde edilen bir bilgi değildi. Yedi ya da sekiz yaşlarından itibaren yazdılar, düşündüler, kendi varlıklarını nasıl betimleyeceklerini ve anlatacaklarını öğrendiler. Kendi ruhlarını sürdükleri sabanla, çiftçilerin elleriyle işlediği hayal gücüyle yazdılar. İçlerinden öyle geldi, cesaretlerini toplayıp tüm bildiklerini kullanarak yazdılar. Kitaplar işte böyle ortaya çıkar. Romanlar, romancıların içinden gelir.

Bu konuda fazlasıyla hassasım, çünkü çoğunlukla bilimkurgu veya fantastik romanlar yazıyorum. Hayali ülkeler hakkında yazıyorum, tanımları gereği bizzat tecrübe etmenin mümkün olmadığı zamanları, yerleri ve olayları içeren şeyler yazıyorum. Henüz gençken, yayımlanması için dergilere Orion’a yapılan uzay yolculukları veya ejderhalarla ilgili bir şeyler gönderdiğimde, bana düzenli olarak “Bildiğin şeyler hakkında yazmalısın” denirdi. Ben de “Ben biliyorum. Orion’u, ejderhaları ve bu hayali ülkeleri en iyi ben biliyorum. Benim hayali ülkelerimi ben bilmiyorsam kim bilebilir?” derdim.

Ama dinlemediler, çünkü anlamıyorlar, her şeyi yanlış anlıyorlar. Sanatçının bir fotoğraf filmi rulosu gibi olduğunu düşünüyorlar: pozluyorsunuz, banyo ediyorsunuz ve ortaya gerçekliğin iki boyutlu bir reprodüksiyonu çıkıyor. Ama bu düşünce baştan aşağı yanlıştır, herhangi bir sanatçı size “ben bir kamerayım” veya “ben bir aynayım” diyorsa ona güvenmeyin. Sizi kandırıyordur, gözlerinizi boyuyordur. Sanatçılar olgularla ilgilenmeyen insanlardır, sadece gerçekle ilgilenirler. Olguları dışarıdan edinirsiniz, gerçek içinizden gelir.

Peki, bu gerçeğe nasıl ulaşacaksınız? Gerçeği anlatmak, yazar olmak istiyorsunuz. Peki, ne yapacaksınız? Yazacaksınız.

Gerçekten, insanlar neden bu soruyu sorup duruyor? Kimse bir müzisyene “Söyle bana, nasıl tuba çalabilirim?” diye soruyor mu? Hayır. Nasıl olacağı belli. Tuba çalmak istiyorsanız, bir tuba edinirsiniz ve biraz da tuba müziği dinlersiniz. Komşulardan biraz uzaklaşmalarını veya kulaklarına pamuk tıkamalarını istersiniz. Muhtemelen bir tuba eğitmeni tutarsınız, çünkü hem yazılı müzikte hem de tuba icrasında oldukça fazla nesnel kural ve teknik vardır. Sonra oturup tuba çalarsınız, her gün, her hafta, her ay, her yıl, ta ki iyi tuba çalana kadar, ta ki (eğer isterseniz) tubayla gerçeğin müziğin yapana kadar.

Yazarken de durum tamamen aynıdır. Oturursunuz, yazarsınız, tekrar ve tekrar yazarsınız, ta ki nasıl yapılacağını öğrenene kadar. Elbette kimi farklar da var. Yazarken gürültü yapmazsınız, her yerde yazabilirsiniz, tek başınıza yazarsınız.

Belki de birçok genç yazarı kural arayışına iten şey bu yalnızlık deneyimi veya önsezisidir. Ben de müzisyenleri çok kıskanıyorum. Birlikte çalıyorlar, müşterek bir sanat icra ediyorlar. Bunun da kelimelere dökülebilen veya en azından göstererek öğretilen kuralları, kabul edilmiş aksiyomları ve teknikleri vardır. Yazmak paylaşılamaz, en yüzeysel düzeyi dışında bir teknik olarak öğretilemez. Yazar tek başına düşünerek, başkalarının kitaplarını okuyarak, yazarak ve yeniden yazarak gerçekten öğrenir. İyi bir yazarlık dersi veya atölyesi bize müzisyenlerin her zaman sahip olduğu şeyin gölgesini sunabilir, yani her bir orkestra üyesinin kendini aşması için birlikte çalışan grubun heyecanını. Ne var ki, yazarlık derslerinde ortaya çıkan şey işbirliği, yaylı çalgılar dörtlüsü veya senfoni performansı gibi müşterek bir başarı değil birbirinden tamamen ayrı münferit eserler, kendine özgü ruhların ifadeleri olur. Bu nedenle her bireyin kendi koyacağı kurallar dışında yazmanın hiçbir kuralı yoktur.

Biliyorum. Bir yığın kuralı var. Bunları The Craft of Fiction (Kurmaca Sanatı) ve The Art of the Short Story (Kısa Öykü Sanatı) gibi kitaplarda bulabilirsiniz. Bazılarını biliyorum. Birinde şöyle yazıyor: Bir hikayeye asla diyalogla başlamayın! İnsanlar okumaz, biri konuşuyor ve kim olduğunu bilmiyorlar, umursamazlar. Bu yüzden asla hikayenize diyalogla başlamayın.

Ama bildiğim bir hikaye şöyle başlıyor: “Eh bien, mon prince! Génes et Lucques ne sont plus que des apanages, des kasaba de la famille Bonaparte.” [Eh Prens, Cenova ile Lucques artık Bonaparte ailesinin birer mülkünden, o aileye ait birer kasabadan başka şey değil.]

Hikayenin diyalogla açılması yetmezmiş gibi ilk cümleler Fransızca, üstelik bu bir Fransız romanı da değil. Bir roman için ne kadar da berbat bir başlangıç. Kitabın adı Savaş ve Barış.

Bildiğim bir kural daha var: tüm ana karakterleri kitabın başında tanıtmak. Bu, kulağa son derece mantıklı geliyor, çoğunlukla mantıklı olduğunu düşünüyorum ama bu bir kural değil, eğer öyleyse biri bunu Charles Dickens’a söylemeyi unutmuş. Dickens, Sam Weller’ı Bay Pikvik’in Maceraları romanına on bölüm boyunca dahil etmedi. Kitabın tefrika edildiği düşünülürse, on bölüm beş aylık bir zamana denk geliyordu.

Şimdi diyeceksiniz ki, Tolstoy veya Dickens kuralları çiğneyebilir çünkü onlar birer dahiydi. Kurallar dahilerin çiğnemesi için değil sıradan, yetenekli ve henüz amatör yazarların kılavuz edinmesi için konmuştur. Bunu hiç istemeyerek ve bir yığın çekinceyle kabul edebilirdim, bu da nihayetinde kabul etmemek anlamına geliyor. Şöyle söyleyeyim: Kurallara ihtiyacınız olduğunu hissederseniz, kurallara tabi olmak isterseniz, size hitap eden veya işinize yarayan bir kural bulursanız, o zaman kuralı uygulayın. Ama size hitap etmiyorsa veya işinize yaramıyorsa, o zaman görmezden gelin. Hatta istiyorsanız ve yapabiliyorsanız o kuralın ağzına bir tekme savurun, onu yıkın, katlayıp zımbalayın ve ortadan kaldırın.

Mesele şu ki yazar olarak özgürsünüz. Hatta gelmiş geçmiş en özgür insansınız. Özgürlüğünüz, yalnızlığınız ve münzeviliğinizle satın aldığınız şeydir. Kuralları ve yasaları sizin koyduğunuz bir ülkedesiniz. Hem diktatörsünüz hem de itaat eden halksınız. Burası daha önce kimsenin keşfetmediği bir ülke. Haritalarını oluşturmak, şehirlerini kurmak size kalmış. Dünyada başka hiç kimse bunu yapamaz, yapamamıştır, yapamayacaktır da.

Kaynak : Vesaire/Pop-Script