Fransa’da 1968 Mayıs-Haziran olayları

281 views
28 mins read

Murray Bookchin*

Çeviri: Melih İnal*

Gündelik Hayatın Niteliği

1968 Mayıs-Haziran ayaklanması Fransa tarihinde 1871 Paris Komünü’nden bu yana en önemli olaylardan biriydi. Burjuva toplumunun temellerini sarsmakla kalmadı. Modern sanayi toplumlarına ilişkin beklenmedik önemde meseleleri ortaya koydu ve çözümler sundu. Dünyanın her yerinde devrimcilerin bu olayları dikkatle incelemesi ve tartışması gerekiyor.

Mayıs-Haziran ayaklanması sanayileşmiş, tüketime yönelik, ABD kadar gelişmiş olmasa da onunla aynı ekonomik kategoride yer alan bir ülkede gerçekleşti. Bu ayaklanma modern sanayi toplumunun kaynaklarının her türlü devrimci karşı çıkışı eritmekte kullanılabileceği şeklindeki efsaneyi yerle bir etti. Mayıs-Haziran olayları kapitalizmin çelişki ve antagonizmalarının sanayileşmenin gelişmiş biçimleri ve toplumsal katmanlaşma tarafından ortadan kaldırılmadığını, ancak biçim ve karakter değiştirdiğini gösterdi.

Ayaklanmanın Marksistler, Durumcular ve anarşistler arasındaki en gelişkin teorisyenler dahil herkesi hazırlıksız yakalamış olması bu olayların önemini göstermekte ve modern toplumlara devrimci karşı çıkışın kaynaklarını yeniden inceleme gereğini ortaya çıkarmaktadır. Paris’in duvarlarındaki yazılar -“Tüm iktidar Düşgücüne”, “Yasaklamak Yasaktır”, “Ölü Zamanları Olmayan Hayat”, “Asla Çalışma”- bu kaynaklan geçmişten devralınma kitabi formüllerden çok daha iyi tahlil etmektedir. Ayaklanma eski bir çağın bitiminde ve yeni bir çağın başlangıcında bulunduğumuzu gösterdi. Günümüzde devrimin itici güçleri, en azından sanayileşmiş ülkelerde salt yokluk ve maddi ihtiyaç değil aynı zamanda gündelik hayatın niteliği, deneyimin özgürleşmesi istemi, insanların kendi yazgılarını belirleme çabasıdır. Paris’teki duvar yazılarının başlangıçta küçük bir azınlık tarafından çiziktirilmiş olması çok şey değiştirmiyor. Artık kitaplara konu olan bu duvar yazıları Paris’te yaşayan binlerce insanın ruhuna hitap ediyor, şehrin devrimci nabzını yansıtıyordu.

Spontan Çoğunluk Hareketi

Bu başkaldırı bir çoğunluk hareketiydi. Fransa’da neredeyse her sınıftan insanı içine almıştı. Sadece öğrenciler ve işçiler değil, teknisyenler, mühendisler, devlet, sanayi ve ticaret bürokrasisinin hemen hemen her kademesinden memurlar da katılmıştı. Ücretliler ve işçiler, entelektüeller ve futbolcular, televizyon sunucuları ve memurlar bir aradaydı. Paris’in kolluk kuvvetleri bile bunun dışında kalamadı. Fransız ordusundaki erlerin büyük kısmı ayaklanmadan etkilendi.

Ayaklanmayı ilk başlatan gençlerdi. Önce üniversite öğrencileri, ardından genç işçiler, sonra işsiz gençler ve “deri ceketliler” -şehirlerde yaşayan “suçlu gençlik” diye anılanlar. Çoğu zaman üniversite öğrencilerinden bile daha fazla kararlılık ve cesaret gösteren liselileri de vurgulamak gerekiyor. Ama ayaklanma daha yaşlıları da içine aldı: mavi ve beyaz yakalı işçiler, teknisyenler ve diğer ücretliler, ilk harekete geçen o zamana kadar varlıklarından kimsenin haberdar olmadığı anarşist arkadaş grupları olmakla birlikte bunlar daha çok katalizör rolü oynadılar ve ayaklanma spontane gelişti. Hiç kimse bu hareketi “önceden belirlemedi”, “örgütlemedi”, “kontrol altına almadı”. Paris Mayıs-Haziran günlerinde Komün’den beri görülmemiş bir şenlik, dayanışma, yardımlaşma, benliğini bulma ve ifade etme havası yaşadı, insanlar kendilerini ve birbirlerini keşfettiler ve yeniden yarattılar. Birçok sanayi şehrinde işçiler alanları dolduruyor, kızıl bayraklar açıyor, ellerine geçen her broşürü, bildiriyi heyecanla okuyup tartışmalara dalıyorlardı. Hayat ateşi milyonları sarmıştı, insanların sahip olup da farkında olmadıkları duyguları uyandı, hiç akıllarından geçirmedikleri yeni coşkular yaşadılar. Diller çözüldü, gözler ve kulaklar keskinleşti, eski şarkılar yepyeni sözlerle söylendi. Birçok fabrika panayır alanına döndü. Genç-insanların cinsel yaşamlarını zehir eden yasak ve kısıtlamalar birkaç gün içinde yerle bir oldu. Bu, “öncü” bir partinin tertipleyip yönettiği ciddi, ağırbaşlı, bürokratik bir darbe değil coşkulu, alaycı, yaratıcı bir başkaldırıydı. Ona gücünü, insanları harekete geçirme yetisini veren de işte buydu.

insanlar görüş alanlarını kapatan dar sınırları çiğnediler. Devrim binlerce öğrenciyi bunaltan, canından bezdiren “öğrencilik” durumunu, o imtiyazlı, burnu havada konumu yıktı. Censier’deki eylem komitelerine gelen işçiler de artık “işçilikten kurtulmuş, birer devrimci olmuşlardı. Hayatlarını üniversitelerde, fabrikalarda, bürolarda harcamış insanlar bu yeni kimlik temelinde özgürce bir araya geliyor, deneyimlerini paylaşıyor ve “toplumsal kökenlerine” aldırmaksızın ortak eylemlere girişiyorlardı.

Ayaklanma sınıfsız, hiyerarşik olmayan bir toplumun yolunu açmıştı. Birincil görevi bu köklü değişimi tüm ülkeye yaymaktı. Yaşayabilmesi için özyönetimin tüm formlarım -halk meclisleri, fabrika komiteleri, bunların idari yapıları- ekonomi ve hayatın her alanına yayması gerekiyordu. Bu görevin bilincinde olanlar Komünist Partisi’nin kontrolündeki CGT (Genel-Emek Konfederasyonu)nin güçlü olduğu geleneksel sanayi dallarından ziyade elektronik gibi daha yeni dallarda çalışan işçilerdi. (Bu sonuca öğrenci-işçi eylem komitelerindeki genç militanlardan dinlediğim bölük pörçük ama etkileyici anekdotlardan edindiğim izlenimlerle vardım.)

Otorite ve hiyerarşi

Mayıs-Haziran ayaklanmasının en önemli yanlarından biri otorite ve hiyerarşi meselesini ortaya sermesidir. Bu itibarla bireylerin salt bilinçli düşüncelerini değil, daha önemlisi, bilinçdışı, toplumca koşullanmış alışkanlıklarını da sarstı.

Herkesçe bilindiği üzere, otorite ve hiyerarşi alışkanlıkları bireye hayatın en başından itibaren, ailede, ev ve okuldaki “eğitimde”, iş ve “boş zamanda”, gündelik hayatın örgütlenişi içinde verilir. Gençlerin “sosyalleşmesi” denilen şey bireyin karakter yapısının “arketipik” gibi görünen emir-itaat normlarına göre şekillendirilmesinden başka bir şey değildir.

Devrimci olmayan dönemlerde en radikal hareketler bile bürokratik “örgüt” safsatasını, yukarıdan dayatılmış formel hiyerarşik yapılara eğilim gösterirler. Solun hiyerarşik güdülere kolayca kapılıvermesi yıkma iddiasıyla yola çıktığı topluma aslında ne kadar sıkı bağlarla bağlı olduğunun kanıtıdır. Bu anlamda hemen hemen her devrimci örgütlenme bir karşı-devrim potansiyeli de içerir. Ancak ve ancak devrimci örgütlenme devrimin dolaysız, merkeziyetçilikten arınmış, özgür formlarını yansıtacak şekilde “yapılanmışsa”, devrimcilerin hayat tarzları ve kişilikleri özgürlüğe yönelikse devrimci hareketin devinim içinde erimesi, tıpkı ameliyat sonrasında dikiş izlerinin yok olması gibi doğrudan demokrasi formları içinde sönümlenmesi mümkün olabilir.

Devrim edimi kurulu düzende otorite ve hiyerarşiyi ayakta tutan bağları koparıp atar. Devrimin özü halkın toplumsal arenaya doğrudan dahil oluşudur. Devrim doğrudan eylemin en gelişmiş biçimidir. Doğrudan eylem de “normal” zamanlarda devrim için hazırlık oluşturur. Her iki durumda da söz konusu olan kurulu hiyerarşik düzen içindeki politik eylemin yerini aşağıdan yukarı toplumsal eylemin almasıdır. Her iki durumda da “kitleler”, sınıflar ve toplumsal katmanlar moleküler düzeyde devrimci bireylere dönüşmektedir. Devrimin başarıya ulaşması için bu durum süreklilik kazanmalıdır. Aksi takdirde devrim maskesine bürünmüş karşı-devrimden başka bir şey olamaz. Formüllerin, örgütlerin, “denenmiş ve sınanmış” programların yerini devrimci istemleri almalıdır. Hiçbir teori, program ve parti devrimin kendisinden daha önemli değildir.

Mayıs-Haziran ayaklanmasının önündeki en ciddi engellerden biri de De Gaulle ile polisin yanı sıra solun klişeleşmiş örgütleri, yani birçok fabrikada inisiyatifi boğan Komünist Partisi ile Sorbonne’daki halk meclislerinin havasını pisletip duran Leninist-Troçkist gruplardı. Burada sözünü ettiğim kendilerini yeni birer Che, Mao, Lenin veya Troçki (çoğu zaman da dördü birden) sanan kişiler değil, kendi kimlik, inisiyatif ve iradelerini sıkı disiplinli, hiyerarşik örgütlere teslim edenlerdir.-Bu insanlar iyi niyetliydi belki, ama başkaldırıyı “disiplin” altına sokmayı, daha doğrusu bağlı oldukları örgütlerin düzenden devraldığı otorite ve itaat alışkanlıklarını ayaklanmaya aşılayarak onun devrimci içeriğini yok etmeyi görev edindiler. 

Tam da devrimcilerin karşı çıktığı toplumun modeline göre yapılanmış bu örgütlerin sürdürdüğü bu alışkanlıklar parlamenter dolapçılığı, gizli hizipçiliği ve devrimin yarattığı örgütsel formları “kontrol” altına alma girişimlerini doğurdu. Sorbonne meclisinde tahammül edilmez bir manipülasyon havası estirdiler. Benim konuştuğum birçok öğrenci "bu grupların Sorbonne meclisini “kontrol” edemedikleri takdirde yok etmeye hazır olduklarını" söylüyordu. Bu grupların derdi devrimci örgütsel formların (komün/meclis - admin) yaşaması değil, kendi örgütlerinin güçlenmesiydi. Halk meclisi ise herkesin görüşlerini özgürce ifade edebileceği otantik, özgür formları yarattıktan sonra tüm bürokratik örgütleri içinden atmakta haklı olacaktı.

22 Mart Hareketi’nin en büyük başarısı devrimci meclislerle kaynaşmak ve ismi dışında ortadan kalkmak oldu. 22 Mart Hareketi’nin tüm kararları “meclis anlayışıyla” alınıyor ve içindeki tüm eğilimlerin kendi görüşlerini pratik içinde sınamasına olanak tanıyordu. Bu açıklık onun “etkinliğini” hiç de zedelemedi. Bu anarşik hareket hemen hemen tüm gözlemcilerin kabul ettiği gibi ayaklanmanın en önemli katalizörü oldu. 22 Mart Hareketi ile anarşistler ve Durumcular gibi grupları ötekilerden ayıran yan bunların “iktidarı ele geçirmek” için değil iktidarı yok etmek için uğraşmasıydı.

Modern Devrimin Diyalektiği

Fransa’daki Mayıs-Haziran olayları modern devrimin diyalektiğini çarpıcı biçimde gözler önüne serdi. Toplumun bu gündelik hayatının ne kadar rezil, özgürlük ve arzunun ise gerçekleşebilir ve olanaklara sahip olduğunu ortaya koydu. Bu olanaklar ne kadar büyükse yaşanan rezillik de o kadar tahammül edilmez bir hal almaktadır. Bu nedenle son yıllarda Fransız toplumunun geçmişten daha müreffeh olup olmadığı fazla önem taşımıyor. Burjuva tarzdaki, çarpıtılmış biçimiyle refah özgürlüğün maddi koşullarının geliştiğini ve olgunlaştığını gösterir yalnızca.

Bu olanakların insanların çoğu tarafından fark edilmese de Fransız toplumunu uzunca bir süredir etkisi altına almış olduğu artık herkesçe malum. Körü körüne tüketim, tıpkı sıkı bir perhizle oburluğun bir insanda yarattığı gerilim gibi kendi çarpık tarzıyla Fransız toplumunun kasvetli gerçekliğiyle devrimin özgürleştirici olanakları arasındaki gerilimi ortaya sermektedir. Kopuşun hangi noktada olacağı bilinemez. Fransa’da kopuş anı tüm ülkenin bilincinde bir sarsıntı yaratan ve işçilere “Talebeler, bu burjuva çocukları yapabiliyorsa biz neden yapamayalım?” dedirten 10 Mayıs barikatları oldu. Fransa’da çoğu bilinçli devrimcinin fark edemediği bir moleküler sürecin, barikatların devrimci eyleme sıçrattığı bir sürecin geliştiği apaçıktır. 10 Mayıs’tan sonra gündelik hayatın bayağılığı ile özgür bir toplumun gerçekleşme olanağı arasındaki gerilim tarihin en kitlesel genel grevi olarak patlak verdi.

Grevin kapsamı Fransız toplumunun neredeyse tüm katmanlarının etkilendiğini ve devrimin sadece belirli bir sınıf içinde değil kendini dışlanmış, reddedilmiş ve hayatı elinden alınmış hisseden herkes arasında kök saldığını gösteriyor. Devrim itkisi kendini mevcut düzen içinde en “rahat” hissedebilecek bir katmandan, gençlerden geldi. De Gaullecü “medeniyetin nimetlerinden en çok yararlanan, savaş öncesi medeniyetin şimdikine nazaran daha cazip yanlarından habersiz olan gençlerdi. Ama bu rüşvet etkili olamadı. Onun uzlaştırma ve massetme gücü Fransız toplumunu eleştiren birçoğunun fark ettiğinden daha azdır. Ağızlara bir parmak bal çalsa da bu toplum hayat itkisinin, özellikle gençlerdeki itkinin karşısında duramaz.

En az bunun kadar önemli bir etken de Fransa’daki genç insanların yaşamlarının Amerika’da yaşlıların yaşamlarını şekillendiren ekonomik depresyon yılları ve maddi güvenlik arayışının yükü altında ezilmemiş olmasıdır. Fransa’daki hayatın gerçekliğini genç insanlar tüm çıplaklığıyla hissedebiliyorlardı: kasvetli, çirkin, bencil, ikiyüzlü ve tinsel bakımdan tüketici olarak. Bu tek olgu -gençliğin başkaldırısı- sistemin kendi araçlarıyla ayakta duramamasının en ezici kanıtıdır.

Gaullist toplumun sarsıntılı çürüyüşü, başkaldırının çok öncelerinde başlayan bu çürüme geleneksel, ekonomik ağırlıklı “devrim” formüllerinin hiçbirine uymayan biçimler aldı. Fransız toplumundaki “tüketimcilik” ve bunun zehirleyici bir toplumsal istikrar etkisi olduğu hakkında çok şey söylenegeldi. Ancak nesnelerin, metaların kilise, okul, medya tarafından beslenen geleneksel bağlılıkların yerini almış olması toplumsal çözülmenin sanıldığından daha büyük olduğunu gösteriyordu, işçi sınıfında geleneksel sınıf bilincinin gerilemesi bir azınlık sınıf devrimi için değil çoğunluğun toplumsal devrimi için koşulların olgunlaştığının kanıtıydı. Fransız gençleri arasında giyimde, müzikte, sanat ve hayat tarzında “lümpen” değerlerin yayılması alışılagelmiş politik protestonun gerisinde “düzensizlik” ve doğrudan eylem potansiyelinin kanıtıydı.

Diyalektik bir ironiyle tam da Fransa maddi refahın »zirvelerine ulaşırken bir burjuvalıktan uzaklaşma [debourheoisification] süreci yaşanmaktaydı. De Gaulle’ün kişisel popülaritesi ne olursa olsun, devlet kapitalizminin toplumsal yapı içinde her zamankinden fazla köklendiği bu dönemde kurumların sarsılması söz konusuydu. Tam da Fransız toplumu her zamankinden daha canlı gibi gözükürken kasvetli gerçekçilikle özgürleşme potansiyeli arasındaki gerilim artıyordu. Burjuva toplumunun hakikati tarihinde en güvenli çağını yaşar gibi gözükürken yabancılaşma süreci devam etmekteydi.

Mesele şu ki toplumsal huzursuzluk yaratan meseleler nitelik değiştirmişti. Hayatını idame ettirme, yokluk ve katlanma sorunlarının yerini hayat, bolluk ve arzu sorunları almıştı. “Fransız rüyası” da tıpkı “Amerikan rüyası” gibi çöküyor ve gerçek yüzünü gösteriyordu. Burjuva toplumu verebileceğini vermişti, ancak elinden geldiği kadarıyla -anlamsız, bunaltıcı bir çalışmayla elde edilen kupkuru maddi mallar yığını. Mayıs-Haziran ayaklanmasının harekete geçirici gücü ve yaratıcılık kaynağı (“öncü partiler” ve “denenmiş ve sınanmış programlar” değil) bizzat deneyim oldu. Olması gereken de buydu zaten. Doğal olan bir ayaklanmanın sadece patlak vermesinin değil -tarihteki bütün büyük devrimlere özgüdür bu- aynı zamanda gelişiminin de spontane olmasıdır. Devrimci grupların olaylar başlayana kadar susup oturması anlamına gelmez bu. Fikir ve önerileri varsa bunları sunmak görevleridir. Ama devrimin yarattığı toplumsal formları manipülasyon amacıyla kullanmak, devrimin gerisinde gizli işlere girişmek, devrime güvensizlik duyup onun yerine “muzaffer parti’leri ikame etmek bağışlanmaz ve hoş-görülemez bir şeydir. Ya devrim süreç içinde tüm politik organizmaları içinde eritir ya da politik organizmalar kendi başlarına birer amaç haline gelirler -bürokrasinin, hiyerarşinin ve esaretin kaçınılmaz kaynakları da bunlardır.

Devrimin spontanlığını azaltmak, özhareketlenme ile özgürleşme arasındaki sürekliliği ortadan kaldırmak, özü, benliği süreçten atıp yerine geçmişten devralınmış politik örgüt ve kurumların dolayımını koymak devrimin özgürleştirici amaçlarını yok etmektir. Devrim aşağıdan başlamaz, toplumun “temelini” toplumun kendisi olana dek genişletmezse bir hükümet darbesinden öteye gidemez. Her bireyin kendi hayatını kontrol ettiği bir toplum yaratmaz, gündelik hayatın bireyleri kontrol etmesine fırsat verirse bir karşıdevrimden başka bir şey olamaz. Toplumsal özgürleşme ancak benliğin özgürleşmesiyle eşzamanlı olursa -“kitle” etkinliği en yüksek düzeyde bireyleşme ve bilinç uyanışı sağlayan bir öz-etkinlik halini alırsa mümkündür.

Aşağıdan gelen, devrim durumunu hazırlayan moleküler devinimde, devrimi ileri götüren özdevinimde, devrimi pekiştiren coşkulu atmosferde -bütün bu adımlarda bireyleşmenin sürekliliği söz konusudur: îktidar çözülür, kişisel deneyim ve özgürlük çağımızın olanaklarıyla estetik bir uyumluluk içinde genişler. Bu süreci görmek ve anlamak, süreci hareketlendirmek ve pratik görevleri ortaya koymak, devrim sürecini “kontrol etmeye” çalışan ideolojik hareketlerle kesinkes hesaplaşmak -bunlar, Fransa’daki olayların da gösterdiği gibi günümüzde devrimcilerin başta gelen sorumluluklarıdır.