Kristin Rossi
ROAR – Paris Komünü neredeyse bir buçuk yüzyıldır incelenip tartışılıyor. Kitabınız dünya tarihine geçen bu olayı anlamamıza nasıl bir katkıda bulunuyor ve yazmaya neden şimdi karar verdiniz?
Kristin Ross: 2011’den sonra, bir yeri ele geçirme, orayı tutma ve devletin özel alan kabul ettiği yerleri kamusal alana dönüştürmeye dayalı politik bir stratejinin geri dönüşü – Oakland’dan İstanbul’a, Montreal’den Madrid’e kadar– birçokları gibi beni de şaşkına çevirdi. Dünyanın dört bir yanındaki militanlar yeniden harekete geçmişlerdi ve günlük yaşamda bunun ima ettiği tüm temel değişikliklerle birlikte işgalin mekan-zamanını deneyimlemekteydiler. Kendi mahallelerinin, stratejik operasyonlar için tiyatrolara dönüşmesini deneyimlediler ve kentsel mekana yönelik duygularının derinlemesine değiştiğini gördüler.
Kitaplarım her zaman belirli durumlara yönelik müdahaleler olmuştur. Çağdaş olaylar beni, birçokları için isyancı kentin bir tür paradigması olarak kalan Paris Komünü üzerine yeniden düşünmeme yolaçtı. Zanaatkarlar ve komünistler ile işçiler ve anarşistlerin kenti ele geçirip yaşamlarını dernek ve federasyon ilkelerine göre düzenledikleri o 1871 baharında Paris’te olanları yeniden canlandırmaya karar verdim.
Komünarların askeri manevraları ve yasal anlaşmazlıkları hakkında çok şey yazılmış olsa da, günümüzün en acil sorunlarından ve hedeflerinden bazılarını en canlı şekilde ortaya serecek biçimde, isyancıların yaratıcılıklarını yeniden gözden geçirmek istedim. Örneğin, enternasyonalist durumu veya sanat ve sanatçıların statüsünü, emeğin ve eğitimin geleceğini, komünün biçimi ve onun ekolojik teori ve pratikle olan ilişkisini yeniden şekillendirme ihtiyacı: bunlar kafa yorduğum konulardı.
Paris Komünü, sol için her zaman önemli bir referans noktası olmuştur, ama bugün için yeni olan şey, kısmen 1989 sonrası dönemin bütün politik bağlamı ile bütün bir siyasi tahayyülü mezara götüren devlet sosyalizminin çöküşüdür. Kitabımda, Paris Komünü bu tarih yazımından kurtulmuş olarak yeniden ortaya çıkıyor ve sosyalist devletin merkeziyetçiliğine açık bir alternatif sunuyor. Aynı zamanda Komün, bence, Fransız ulusal tarihinin Cumhuriyet’in kuruluşunda radikal bir olay dizisi içinde göstermeye çalıştığı role hiçbir zaman kolayca uyum sağlamamıştır. Onu araçsallaştıran bu iki tarih yazımından özgürleştirdiğimizde, Komünü yeniden bir siyasi yaratıcılık laboratuvarı olarak algılayabileceğimizden emindim.
Communal Luxury,ii ne bir Paris Komünü tarihi ne de terimin sıradan anlamıyla bir politik teori çalışmasıdır. Tarihçiler ve siyaset teorisyenleri, Komün tarafından üretilen devasa literatürün büyük kısmından sorumludur. Siyaset teorisyenleri – ister komünistler, ister anarşistler, hatta Alain Badiou gibi filozoflar –, olaya zaten formüle edilmiş bir teori açısından yaklaşmaktaydılar. Komünar eylemleri, tam tersi olacağına, sanki maddi dünya kuramsal dünyanın yerel türden bir tezahürüymüş gibi, verilen teoriyi doğrulayan deneysel veriler haline gelir.
Bana göre bu, yoksul Komünarları sadece felsefeye ağırlık verebilmek için mezarlarında döndürmektir. Bunun yerine benim yaptığım şey, kendimi birkaç yıl boyunca Komünarların kendileri ve dönemin birkaç gezgini tarafından üretilen anlatılara gömmekti. Sadece yaptıklarına değil, yaptıkları şeyler hakkında düşündüklerine ve söylediklerine, kullandıkları, uğruna savaştıkları, geçmişten ya da uzak bölgelerden ithal ettikleri kelimelere, ıskartaya çıkardıkları kelimelere de yakından baktım.
Onların mücadeleleri hakkındaki bu anlatılar – ve şanslıyız ki, pek çok okuryazar Komünar deneyimleri hakkında bir şeyler yazmayı seçti – zaten oldukça teorik belgelerdir. Ancak siyaset teorisyenlerince, böyle değilmiş gibi görülme eğilimindedir. Komün hakkında halihazırdaki siyasal teoriyi çok az kullanma nedenim buydu ve nihayetinde, siyasal başkaldırı örneklerine, onları tek bir kavram, teori veya tarihsel gelişim anlatısı altında birleştirmeye çalışan kapsayıcı bir görüş perspektifinden yaklaştıkları ölçüde, siyasal kuramcıları varoluşumuzun belaları olarak görmekteyim. Tarihsel olayları, her şeyi bilen bir perspektiften ya da geçmişin hatalarını düzeltmekle uğraşan, “tereciye tere satan”ın tüm o bilgeliğiyle kendinden memnun bugünün görüş açısından değerlendirmenin akıllıca olduğunu düşünmüyorum.
Komün’ün sayısız yorum ve analizini görmezden geldim, bunların çoğu – Komün’ün anısına sempati duyanlar tarafından yazılanlar bile – bu türden ikinci elden bir tahminden ya da hataların listelenmesinden başka bir şey içermiyor. Olayın farklı bir fenomenolojisini inşa etmek ve onu tarihçiler tarafından üzerine yerleştirilen çoklu projeksiyonların dışında görselleştirmek için araziyi çok büyük bir gayretle temizlemek zorunda kaldım. Onu nasıl değerlendireceğinizi, nasıl düşüneceğinizi ve onun hakkında nasıl konuşacağınızı size öğreten, olayın kendisi ve uzantılarıdır.
Ve o işçilere, düşünürler olarak bu türden bir gözle baktığınızda – Jacques Rancière’in ilk çalışmalarından bazılarını tercüme ettiğimde öğrendiğim bir gözdü bu – hikayeyi artık eski şekliyle anlatamazsınız: örneğin, olayın anlatısına çok uzun süredir hakim olan iki gelenek tarafından anlatıldığı şekliyle: bir yanda resmi devlet-Komünist tarih yazımı, diğer yanda Fransız ulusal kurgusu. Bu geçmiş deneyimleri, kendi terimleriyle anlamlı kılmak ve şimdi, şu anda bizim için görünür kılmak için yeniden biçimlendirmeli ve yeniden yapılandırmalısınız.
Devlet bürokrasisini oluşturan toplumsal hiyerarşileri, yavaşça ve adım adım ortadan kaldırmak için ortaklaşa hareket eden somut bireylerin sözlerine ve eylemlerine odaklanarak, Komünü tarihsel olarak – geçmişe ait, ölü ve bitmiş gibi – ve aynı zamanda, olası bir geleceğin temsilcisi olarak düşünmeye çalıştım. Onu daha ziyade kendi tarihsel çağının bir parçası olarak, ama öte yandan, kendi tarihini aşan ve bize, belki de, dünya ölçeğinde bir demokrasi ve devrim için gerekli en derin ve en kalıcı talepleri önerecek biçimde sahnelemeye çalıştım.
Kitap, başka bir deyişle, mevcut mücadelelerimizin ortasında, farklı bir tarih yazımı olasılığını, farklı düşünmemizi ve politika yapmamızı sağlayan, yeniden bir yol açma aracımdır. Komün, bir yandan kapitalist modernizasyonun izlediği yola, diğer yandan faydacı devlet sosyalizminin izlediği yola farklı bir alternatif sunuyor. Bu, giderek çoğumuzun paylaştığını düşündüğüm bir proje ve kitabı işte bu yüzden yazdım.
ROAR – Komün’den sonraki yaşama 72 günlük “kendi işleyen varoluşundan” daha fazla odaklanmakla Komün’ün politik hayal gücünün katliamdan gerçekten sağ çıktığını ve eski Komünarlar ve çağdaşlarının mücadelelerde ve düşüncelerinde yaşadığını sayısız yolla göstermeyi başardınız. Komün’ün bu açıdan en önemli mirası sizce nedir?
Komün’ün hayatta kalmasına olduğu kadar “sonraki yaşamına” odaklanmadım. Daha önceki kitaplarımdan biri olan May‘68 and Its Afterlivesiii in konusu, aslında, başlıktan da anlaşılacağı gibi, daha çok bir hafıza çalışmasına benziyordu: ’68 ayaklanmaları on, yirmi, otuz yıl sonra nasıl temsil edildi ve tartışıldı. Ve bugün, bazılarınca Paris Komünü’nün “sonraki yaşamları” veya “yeniden canlandırılması” olarak görülen çok ilginç çalışmalar yazılıyor: örneğin, Şangay Komünü veya Çin Kültür Devrimi’nin diğer yönleriyle ilgili çalışmalar veya Zapatistalara 1871’in bazı jestlerinin bir çeşit yeniden canlandırılması olarak bakan çalışmalar.
Bununla birlikte, Communal Luxury, Komünarların yaşam süresiyle sınırlıdır ve etki alanı merkezkaçsal veya coğrafidir. Komünü sona erdiren katliamın ardından, şok dalgaları Finlandiya’da Kropotkin’e ya da İzlanda’da William Morris’e ulaşırken ya da baskı altındaki Komünar sürgünlerini ve mültecilerini İsviçre, Londra ve başka yerlerde geniş kapsamlı yeni siyasi ağlara ve yaşam yollarına sürüklerken, bu şok dalgalarını inceliyorum. Bu sonun aşırılığı ve vahşeti, binlerce insanı ölüme götüren devlet şiddetinin Kanlı Haftası, hemen her defasında önlenemez bir tuzak olduğunu kanıtladı ve hemen sonraki yıllarda ortaya çıkan hayatta kalma, yeniden yaratma ve politik aktarım ağlarını ve yollarını görünmez kıldı ve bu durum kitabımın son bölümünde işleniyor.
Tarihçilerin bütün olayı, trajediyle biten 72 günlük bir perdeye sıkıştırmaya yönelik bir arzuları var. Bu anlamda, Paris sokaklarındaki kanlı katliamın ötesinde, Komünar düşüncesinin sürdürülmesini, sürgünlerin İngiltere ve İsviçre dağlarında yandaşlarıyla buluştuklarında bunu detaylandırmalarını incelemek istedim. Bunu yaparken, elbette, bize bir hareketin düşüncesinin ve teorisinin, ancak hareketin kendisiyle ve hareketten sonra üretildiğini söyleyen Henri Lefebvre ile kesinlikle hemfikirim. Mücadeleler, yeni politik formlar ve bunları gerçekleştirme yollarının yanı sıra, bu pratiklerin ve formların yeni teorik anlayışlarını da yaratır.
Bir düzeyde, Komün’ün en önemli mirasını oluşturan şeyin, hayatta kalma – Fransızca “survie” kelimesinde olduğu gibi “yaşamın ötesindeki yaşam”- tarafından alınan biçimler olduğunu iddia edebilirsiniz: hayatta kalanların ve destekçilerinin katliam felaketinin her şeyi sona erdirmesine izin vermeyi reddetmesiyle, Komün’ün “işleyen varoluşu” yaşamaya devam etti.
Yine de, daha sembolik bir düzeyde, Komün’ün ürettiği düşüncenin bıraktığı miras, kitabımın başlığı için seçtiğim ifadeye bağlanan anlamlar kümesinde ortaya çıkıyor: “ortak lüks”. Eugène Pottier, Courbet ve diğer sanatçıların Komün sırasında örgütlenirken yazdıkları Manifesto’nun son cümlesinde saklanan bu ifadeyi keşfettim. Onlara göre bu ifade, kamunun güzelliği gibi bir şeye yönelik bir talebi ifade ediyordu – herkesin hoşuna giden koşullarda yaşama ve çalışma hakkına sahip olduğu fikri, sanat ve güzelliğin seçkinlerin zevkine ayrılması değil, günlük kamusal hayata tam anlamıyla mal edilmesi talebi.
Bu, dekoratif sanatçılar ve zanaatkârlar açısından sadece “süsleyici” bir talep gibi görünebilir, ancak bu, bir toplumun değerlerinin ne olduğunun, neyin gerçekten zenginlik olduğunun tamamen yeniden icat edilmesinden başka bir şey olmayan bir taleptir. Bu, değişim değerinin ötesinde, zenginliğin yeniden icat edilmesi için bir çağrıdır. Ve Elisée Reclus ve Paul Lafargue gibi Komün mültecilerinin ve Peter Kropotkin ve William Morris gibi onların arkadaşı diğer gezginlerin çalışmalarında, benim “ortak lüks” dediğim şey, ekolojik olarak uygulanabilir bir insan toplumu vizyonuna doğru genişletildi. Reclus, Lafargue ve arkadaşlarının çalışmalarında, onların kuşağıyla birlikte 19. yüzyılın sonlarında kaybolan ve 1970’lerde Murray Bookchin gibi şahsiyetlere gelene dek yeniden canlandırılmayan bu çalışmalarında, bir çevrecilik düşüncesi bulan ekolojist teorisyenlerinin bugün ilgi odağı haline gelmeleri dikkat çekicidir.
Bunların hepsi heyecan verici çalışmalardır, ancak Komün deneyiminin bu düşünürlerin geliştirdikleri ekolojik perspektifin ayrılmaz bir parçası olduğu çoğu kez hesaba katılmıyor. Komün deneyimi ve acımasızca bastırılması, onların analizlerini daha da uzlaşmaz kılmaktadır. Onlara göre kapitalizm, gezegenin ekolojik bozulmasına neden olan pervasız bir atık üretme sistemiydi. Ekolojik krizin kökleri, merkezi ulus devlette ve kapitalist ekonomik sistemde bulunacaktı. Ve sistemik bir sorunun sistematik bir çözüm gerektirdiğine inanıyorlardı.
ROAR – Önceki soruyu takiben, Komün’ün o dönemde Marx’ın düşüncesi üzerindeki derin etkisini özellikle vurguluyorsunuz. 1871 olaylarının, Marx’ın kapitalist gelişme ve kapitalizm-sonrası bir topluma geçiş anlayışını nasıl bilgilendirdiğini, değiştirdiğini veya derinleştirdiğini kısaca tartışabilir misiniz?
Marx, Paris sokaklarında neler olup bittiğini, oraya uzaklığı ve Versaylıların hem kırsal kesimdeki Fransızlara hem de kendisi gibi yabancılara doğru bilgilerin ulaşmasını önlemek için inşa ettiği gerçek sansür duvarı – kendi deyimiyle “yalanların Çin seti”- göz önüne alındığında, herhangi birinin bilmesinin mümkün olduğu kadarını biliyordu. Komün’e baktı ve hayatında ilk kez, önceden yazılmamış, kapitalist olmayan etten kemikten bir yaşamın yaşayan bir örneğini – devlet hakimiyeti altındaki günlük yaşamın tersini – görünce şaşkına döndü. İlk kez insanların ücretli köleler olarak değil de kendi hayatlarının sahibi gibi davrandıklarını gördü.
Communal Luxury‘de Komün’ün varlığının Marx’ın düşüncesine ve daha da önemlisi onun yönelimine getirdiği köklü değişikliklerin haritasını çıkarıyorum: Komünü takip eden on yılda köylü sorunlarına, Avrupa dışındaki dünyaya, kapitalizm öncesi toplumlara ve sosyalizme giden çoklu yolların olasılığına gösterdiği yeni ilgi. Yabancılaşmamış emeğin gerçekte neye benzediğini ilk kez görmek, Marx’ın teorisini güçlendirmek ve aynı anda teori kavramından kopmaya yol açmak gibi paradoksal bir etkiye neden oldu.
Ama Komün’ü Marx veya kitapta tartıştığım diğer tanınmış yoldaşlarının entelektüel yörüngelerine bağlama işiyle Kropotkin, Marx, Reclus ve Morris, ayakkabıcı Gaillard ve diğer daha az bilinen şahsiyetler gibi çağdaşlarının düşüncelerinin, pratiklerinin Komün’ün ürettiği ilişkisel ağla – bir tür “aşağıdan küreselleşme”- iç içe geçmesiyle ilgilendiğimden daha az ilgilendim.
Komün’ün hemen ardından ortaya çıkan sosyalist imgeyi kışkırtan, yalnızca son ayaklanma değil, aynı zamanda ortaçağ İzlanda’sından, Rusya ve diğer yerlerdeki eski kırsal köylü komünlerinin komünist potansiyelini, anarşist komünizm denen şeyin başlangıcı ve dayanışmanın bugün ekolojik bir perspektiften derinlemesine yeniden düşünülmesi gibi şeylerdi.
ROAR – Komün’ün nasıl “sol gruplar arasındaki ayrılıkları eriten” ortak bir proje olduğunu belirtiyorsunuz. Aynı şekilde, ayaklanmanın ardından Marx ile Bakunin arasındaki veya komünizm ile anarşizm arasındaki ayrımı aşırı vurgulayan sekter çekişmelere karşı çok az sabrınız var. Komün’ün, bu çeşitli eğilimlerin ortaklaşmasına neden olan özelliği neydi ve solun bugün bu deneyimden alması gereken şey nedir?
Hayat sektercilik için çok kısa. Komün sırasında ve sonrasında sektercilik yoktu. Aslında, Komün’den hemen sonraki yıllarda sol, genellikle Marx ile Bakunin arasındaki kavgayla şiddetle parçalanmış olarak görülür – Marksistler ile anarşistler arasında, Birinci Enternasyonal’in sona ermesine neden olduğu söylenen bir tartışma ve bugün, ekonomik sömürünün tüm kötülüklerin kaynağı olduğuna inananlar ile bunun nedeninin politik baskı olduğuna inananlar arasında sık sık yorucu bir şekilde tekrarlanan bir tartışma.
Kitabımda yapmayı seçtiğim şey, Marx ve Bakunin’i, o çağdan gelen tartışmaları herkesçe duyup bilinen bu iki ak sakallıyı, o dönemde başka neler olacağını görmek için sahnenin dışına çıkarmaktı ya da en azından bir süreliğinie arka plana koymaktı. Ve keşfettiğim şey, ne Marksizme ne de anarşizme körü körüne sadık olan, ama her iki fikir dizisini ustaca kullanan çok sayıda ilginç insandı.
Bana göre bu, militanların bugünkü politik hayatlarını sürdürme tarzına çok benzer görünüyor, belki de her iki taraftan en sekter tiplerinden bazılarının sahneyi terk etmiş olması nedeniyle. Öyle bile olsa, kitabım sekterci saldırıdan payına düşeni aldı – Marksist cephenin ve anarşist cephenin yeterince altının çizilmemesi nedeniyle, bunlar yaklaşık olarak da eşit sayıdaydılar!
ROAR – Pek çok çağdaş hareket, kendi mücadelelerinde Komün ruhuna geri dönüyor gibi görünüyor. Zamanımızda komünal imgenin yeniden canlandığına inanıyor musunuz? İşgal-temelli politik stratejilerin geri dönüşünü ve kentsel mekan politikasına yönelik bu yenilenen ilgiyi nasıl açıklarsınız?
Bugün komünal imgelemin açık bir şekilde yeniden canlandığını düşünüyorum, ancak bunun kentsel mekan politikasının merkezine yerleştiği konusunda size katılmıyorum. Bugün kent gençlere genellikle üç seçenek sunuyor: ya iş yok, ya da düşük ücretli iş veya anlamsız iş var. Birçoğu, mücadele ve toplumsal dayanışmanın iç içe olduğu yaşamlar sürebilmek için kırlara taşınmayı seçti. Bugün çeşitli mücadeleleri düşündüğümde, özellikle en iyi bildiğim yer olan Fransa’da, genellikle kırsal kesimde olduklarını ve kapitalist modernizasyon altında “arkaik” kabul edilen bir yaşam biçimini savunmakla ilgilendiklerini görüyorum. Kırsaldakiler, kendi içine kapalı bir dünyaya geri çekilmeyen veya izole haldeki havuzların girdabında boğulmayan bölgesel bir kendine yeterlilik biçimi yaratmaya çalışıyorlar.
Bu arada, Komünün ardından gelen dönemde çok güçlü bir şekilde ortaya çıkan da böyle bir arzuydu ve İsviçre’nin Jura dağlarında hepsi yalıtılma tehlikesinin farkında olan mülteciler ve onların destekçileri arasında geçen bu konuya ilişkin birçok ilginç tartışmayı uzun uzadıya irdeliyorum. Günümüzdeki ortak bölge ve arazi işgallerinden bildiğim kadarıyla, işgalciler ve Zadistler, yalnızca Paris Komünü ile değil, 1970’lerdeki Larzac gibi daha yeni mücadeleler ile ve Bernard Lambert gibi o dönemin önemli şahsiyetlerleriyle de ortak bir soy ağacına sahip olduklarını iddia ediyorlar. Ne de olsa 1973’te Larzac platosunun önünde dikilen ve Fransız Ordusu tarafından topraklarından atılmaya karşı mücadele eden yerel çiftçileri desteklemek için Fransa’nın her yerinden ve dışından oraya seyahat eden binlerce insana: “Köylüler bir daha asla Versailles’ın yanında olmayacak”, diye seslenen Lambert’di.
Lambert, klasik metni Les Paysans dans la lutte des classes‘da, kentli işçileri ve köylüleri kapitalist modernite karşısında aynı yere yerleştirdiğinde, kitabımdaki ana karakterlerden birinin tam olarak aynı retorik stratejisini harekete geçiriyordu: Communard Elisée Reclus, 1899 tarihli broşüründe “A mon frère, le paysan”iv diye yazıyordu. Ve bu, Nisan 1871’de kuşatılmış olan Komünarların kırsal kesimdeki Fransızlara hitap etmek amacıyla yazdıkları (ancak hiçbir zaman onlara ulaşmayan) daha eski bir broşür olan “Au Travailleur des campagnes” içindeki özdeş stratejidir. Lambert’ten alıntı yapacak olursak: “Paysans, travailleurs, même combat.”v
Bugün ZAD’ların varlığı – zones à defendre veya “savunulacak bölgeler” ve Fransa’daki Nôtre-Dame-des-Landes veya Torino dışındaki “No TAV” gibi, devlet tarafından yararsız ve kötü amaçlı kullanılıyor diye büyük altyapı projelerine verilen yerleri işgal eden komünler, tamamen alternatif ve mücadeleci bir kırsal yaşama benzer bir şeyin ortaya çıkışına işaret ediyor. Bu, büyük ölçekli tarıma, tarım arazilerinin tahrip edilmesine, su ve diğer kaynakların özelleştirilmesine ve Firavun ölçeğinde altyapı projelerinin devlet tarafından inşa edilmesine karşı olan bir kırsal yaşamdır. Burada devlete karşı gerçek bir muhalefet görüyoruz. Ve aynı zamanda kırsal dünya, fiziksel ve kültürel gerçeklikleri sermayenin homojenleştirici mantığına karşı çıkan bir mekan olarak savunuluyor. Hareket etmeyi reddederek kendilerini savaşın merkezine yerleştiriyorlar.
Anladığım kadarıyla, komün-formunun günümüzde yeniden harekete geçirilmesi, kısmen, genişlemesi bir bedel ödemeyi gerektiren ayrıcalıklı finansal metropol merkezlerinden oluşan bölgesel bir ağın süregiden oluşumunu engellemeyi amaçlıyor: bu bedel, merkezleri hemen yanıbaşlarında kenar mahallelere ve muhitlere bağlayan bağlantıların tahrip edilmesidir. Finans kapital daha fazla personeli ve kaynağı, giderek artan bir ölçekte iletişim, mal ve hizmetlerin belirlenmiş refah bölgeleri arasında, giderek daha yüksek hızda taşıma işinin içine çekerken, doğası gereği kırsal veya yarı-kırsal olan, daha sonra da bir tür uzun süreli çölleşmeye mahkum olanlar işte bu dış mahallelerdir.
Bugün militanlar kendilerini belirgin biçimde yeni ve neoliberal bir gerçeklikle savaşıyor olarak görüyorlar, ancak bizim neoliberalizmi, kapitalizmin belirgin bir yeni aşaması olarak görüp görmememizin önemli olduğunu düşünmüyorum – karşı çıktıkları kapitalist dünya, Henri Lefebvre’nın 1970’lerin başında yayımlanan Production of Spacevi adlı bir kitabında zaten önemli ölçüde analiz edilmişti. Orada, kapitalizm altında, mekanın giderek artan “planlanmasının” nasıl üç bölümden oluşan bir hareket olduğunu bize gösterdi: homojenleştirme, parçalama ve hiyerarşinin artırılması.
Homojenliğin üretimi, küresel bir sisminde gerçekleştirmeye vakit bulamadığı türde bir uluslararası federasyona ulaşmak için bugün çok daha iyi durumdadırlar.temin, çevresel zayıf noktalara hakim olan merkezler veya metropoliten güç noktaları ile birleştirilmesiyle garanti edilir. Bununla birlikte, eşzamanlı olarak, mekan, araçsallaştırılmak ve sahiplenmek için daha iyi parçalanabilir hale gelir: grafik kağıdı gibi, yerelleştirilmiş farklı işlevlere sahip özerk, Taylorize edilmiş parsellere bölünür. Ve giderek daha bilinçli ve hain bir strateji, tüm kırsal kesimi ve kentin dış bölgelerini, küçük ve orta büyüklükteki kentlerden oluşan uyduları, banliyöleri ve tarımsal yaşamın ortadan kalkmasının geride bıraktığı kasvetli alanları – metropolün tüm bu yarı sömürgelerini – elbette çoğunun kaderi kontrol edilen, yakından denetlenen ve genellikle ani gerilemelere açık bölgeler ile az ya da çok tercih edilen bölgeler olarak ikiye bölüyor.
Bu tür çağdaş mücadeleler ve işgaller, Paris Komünü gibi -zorunluluktan dolayı- yerel temellidir. Belirli bir mekana bağlıdırlar ve bu nedenle belirli bir politik tercih talebinde bulunurlar. Aynı yere özgü tüm endişeleri ve istekleri paylaşırlar. Ancak amaçlarında yerelci veya yerelleştirici değillerdir. Komünarların şiddetli bir şekilde devlet karşıtı ve ulusa karşı büyük ölçüde kayıtsız olduklarını hatırlamalıyız. Paris Komünü’nün yönetimi altında, uluslararası bir komünler federasyonunun özerk bir birimi olmak istiyorlardı.
Bu bakımdan Komün, federasyon projesi gibi, üstlenemeyeceği ve bir istek ya da niyet düzeyinde kalan projelerin bile derin bir anlam kazanması için her türlü olasılığı gerçekten öngörmüştü. Nôtre-Dame-des-Landes ve No TAV gibi bölgesel mücadeleler, Paris’in Komün yönetiminde gerçekleştirmeye vakit bulamadığı türde bir uluslararası federasyona ulaşmak için bugün çok daha iyi durumdadırlar.
Türkçeye çeviren: Sezgin Ata
Yazının aslı Roar Magazine web sitesinde 18 Mart 2021’de yayımlanmıştır:
https://roarmag.org/essays/kristin-ross-paris-commune-interview/
Türkçe versiyonu ilk olarak Toplumsal Ekoloji e-dergisinde yayınlanmıştır.
i Kristin Ross: Özellikle 19. ve 20. yüzyıl Fransız edebiyatı ve kültürü üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan, New York Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Profesörüdür. Communal Luxury: The Political Imaginary of the Paris Commune (Verso, 2015) adlı kitabı, tarihi isyanı yönlendiren fikir ve özlemlerin ustaca bir incelemesidir. ROAR editörü Jerome Roos, onunla Komün’ün mirası, 19. yüzyıl radikal düşüncesi üzerindeki etkisi ve günümüzde komünal tahayyülün yeniden canlanması hakkında konuştu.
ii Ortak Lüks, Kristin Ross, Metis Yay. (Nisan 2016) çev.: Tuncay Birkan
iii Mayıs 68 ve Geriye Kalanlar, Çeviren: Fahrettin Ege & Yağız Ay, BS Kitap
iv Kardeşim, köylüye
v İşçiler, köylüler, mücadelemiz aynıdır
vi Mekanın Üretimi, Henri Lefebvre, Sel Yayıncılık (2015), çev.: Işık Ergüden