Demirtaş’ın Tarihi Savunmasını Okumak

602 views
30 mins read
602 views
30 mins read

A. Halûk Ünal

Sevgili Selahattin Demirtaş’ın savunması bin kilometre öteden algılayabildiğim kadarıyla Kürt mahallesinde heyecana, Türk mahallesinde sessizliğe neden olmuş görünüyor…

Oysa tam da şimdi, Dünyalı ve Anadolulu, Kürt olmayan her okur yazarın bu çağrıya ses verme zamanı değil mi? Övmek, yermek, katkı koymak, hepsi usule uygun. Yapılabilecek tek hata savunmayı, suskunluğun soğuk, tekinsiz kollarına terk etmek.

Üstelik Selo, Türkiye tarihinin en “duvar tanımaz tutsaklarından” ünvanını da çoktan hakketti.

***

Savunma metnine önce ‘Artı Gerçek’ sonra da ‘Gazete Duvar’ haber merkezleri sayesinde dokuzuncu günün sonunda hızla ulaştık. Sağ olsunlar.

Metni, temalara göre kabaca bir tasnife uğrattığımda- yaklaşık 50 A4 sayfası uzunluğunda- 23 önemli başlık çıkartabiliyoruz. Ama kendi okumamı var olan akışa bağlı kalmadan yapacağım.

Bence savunmanın transkriptinde “manifest” olan ve metninin asıl niteliğini, dünya görüşünü kurduğunu düşündüğüm temaları izlemeye çalışacağım. Ki bunların bir kısmı Demirtaş’ın özeleştirisi anlamını da taşıyor, bence.

İlk olarak metnin önemi, ilk kez Öcalan dışında “üçüncü yol” perspektini derli toplu tanımlayan bir ilk olmasında saklı.

İnternette ve Partinin sitelerinde bir tarama yapın, görürsünüz ki ne “üçüncü yol” ne de “Türkiyelileşme” konusunda fındık kabuğunu dolduracak resmi bir belge bulamazsınız. Herkesin amentü gibi günde beş vakit terennüm ettiği kavramlar yıllarca boşlukta uçuşup durdular. Bu sayede bugün her biri için 72 çeşit yorum ortalıkta geziyor.

Bu nedenle savunma metninin bir manifesto olarak redaksiyonunu teşvik etmek şart.

***

‘Giriş/önsöz’ diyebileceğimiz bölümde Demirtaş, kendisini tarihsel bir bağlama yerleştiriyor. Savunmasının Abdullah Öcalan fikriyatından mülhem olduğunu (ama biatçı olmadığını) ilan edip DEM partiye bağlılığının altını çiziyor.

Biatçı olmadığı vurgusunun üzerinde kısaca da olsa durmak gerektiğine inanıyorum. KSH’ni iyi bilenlerin tahmin edeceği gibi bu çok “radikal” bir tutum. Bu tutumu radikalize eden Öcalan’ın fikirleri değil. Tersine Öcalan’ın Bookchin ’den mülhem paradigması yapısal olarak her türlü biat ilişkisini reddediyor. Demirtaş’ın cümlesini radikalize eden ise, kendilerine günde beş kez “Apocu” dedikleri halde biatçı zihniyetten kurtulamamış önemli bir kesim.

Daha sonra, yapacak olduğu savunmanın hukuki değil, siyasi bir savunma olacağını vurguluyor. Ve Savunmanın ekseninin Kürdi, Kürdistani olacağını belirliyor.

Ayrıca savunmasının dünyadaki tüm güç merkezlerince not edileceğinin de farkında.

Kısacası savunmanın başında buna uygun bütün önemli referans noktalarını işaretleyerek yolculuğuna başlıyor.

***

Teknik olarak savunma kurgusu ne yazık ki üzerinde konuşulduğu gibi tam bir “karşı iddianame” metnine dönüşememiş.

Bunun üç nedeni var.

İlk olarak iddianamedeki mesnetsiz suçlamaları çürütmeye, karşı kanıtlar sunmaya bence gereksiz zaman ayırıyor ve tekrarlara düşüyor. Oysa bu gibi ikincil konularda yine sihrini kullanabilir, başlıca bunları içeren bir kitap yazabilirdi.

İkincisi de lafz olarak bile ‘yeni yaşam’/ortak vatan programı konusunda somut bir bölüm açmaması. Oysa bu yönde önemli söyleşiler yapmış, demokratik ekonomi vb. konularda görüşlerini beyan etmişti.

Üçüncüsü ise Kobane/Rojava gerçeğini “iç politika, polisiye, komplo” ekseninden çıkartıp, kadın devrimi ve Ortadoğu’daki tarihi anlamı için bir bölüm açmaması.

Peşinen yazmakta yarar var, bu durumda pür bir manifesto metni için çalışılması gerekecek. Kendisi mi yapar, parti mi bir taslak hazırlayıp önüne götürür bilemiyorum.

Ama yazımın ilerleyen bölümlerinde de tekrar üstünde duracağım gibi, “üçüncü yolu” bir strateji olarak bu kadar veciz özetleyebilecek bir metni gereksiz aktüalite ve olgulardan arındırıp, yaygın bir başucu kitabına dönüştürülmesi çok yararlı olur kanısındayım.

Bence bütün okumayı zorlaştıran, fikri takibi zayıflatan kurgu sorunlarına rağmen savunmanın içeriği güçlü bir karşı iddianame ve “üçüncü yol” manifestosu barındırıyor.

***

Savunmanın kendi kurgusu içinde en başa koyduğu “Kürd/Kürdistani” bağlamı ben de başta ele almayı çok doğru buluyorum. Özellikle de Türklerin okumasını istediğim bu yazıda.

Bu satırlarıma ilk bakışta birçok insan “ne olacaktı ki zaten” yanıtı verdi bile. Böylelikle Bir Kürdün “Kürdi” pozisyon almasını klasik algımızla “etnik bir pozisyon” olarak okudunuz.

Oysa Demirtaş, tamamı dikkatle okunduğunda, “ülkemizde kimlik meselesinin çok politik, devrimci ve öncü” bir bağlam olduğunu anlatıyor. Frantz Fanon ve Michel Foucault’dan alıntılarla tezlerini desteklemesi de zaten tesadüfi değil. Söz konusu iki yazara vakıf olanlar hem onların seçilmesinin hem de böyle bir savunmada birlikte anılmalarının katiyen tesadüf olmadığını anlamıştır.

Ben de kendi yazımda aynı nedenle Türkiye’de/Ortadoğu’da Kürd ve Kürdistani duruşun devrimci, radikal anlamı üzerinde durmak istiyorum.

İki kısa tespit yaparak muradımı anlatmaya çalışayım.

İlk olarak, Türk Devleti’nin İttihat Terakki’nin zehirli meyvesi olduğunu anımsamamız gerekli. Osmanlıyı ele geçirmiş askeri bir çetenin 1912’den itibaren ellerinde kalan tek (tedavülden düşmüş) “milli marka” olan Türkçülüğü temel almaya karar vermeleriyle (zamanında ilk yerli araba için Anadol/Murat 124 markalarının kullanılması gibi) tarihte bütün faşizmlere rol model olan bir soykırımlar süreci başlatması Cumhuriyetin kurucu zihniyetidir.

Ermeni, Pontos, Süryani, Rum, Kürt, Kızılbaş soykırımları Anadolu’yu bir kan gölüne çevirirken, Cumhuriyetin çimentosu da bu kanlarla karıldı.

Böylesi bir “türk ulus devlet” inşası karşısında çıkıp “ben Kürdüm, vatanımın adı da Kürdistandır” demek, başlı başına radikal bir tutumdur. Soykırıma uğrattığın halkların topraklarına “yeni ulus devletin” temelini atmaya çalışırken temeline dinamit konmuş gibi olur.

1978-1984 sürecinde PKK’nin başlattığı isyan (bütün Stalinizmlerine, devletçi sosyalizmlerine rağmen) bu bağlamda devrimci dinamikler barındırıyordu. Ve inanılmaz bir hızla kitleselleşti.

PKK’nin Marksist, Leninist, Stalinist pozitivizmi, ilerlemeciliği, Newton’cu perspektifi aşması ve Bookchin paradigmasıyla bütünleşmesi ise Kürt varlığını Ortadoğu çapında radikal bir pozisyona dönüştürdü. HDK/HDP ve Kuzey Suriye’yi yarattı.

Çünkü klasik “devletçi sosyalist ulusal kurtuluşçuluk” aşılmış, ulusal olanla, sosyalist/evrensel/liberter olanın sentezleneceği bir yola (üçüncü yol) girilmişti.

O andan itibaren yalnızca Kürtler değil, Ermeniler başta olmak üzere bütün soykırım mağduru halkların kamusal alana çıkıp, “ben Ermeni’yim, Süryani’yim, Rum’um, Kürt’üm demeleri” her seferinde, İttihatçı Cumhuriyetin “bekasını tehlikeye atıyor,” klasik sosyalist hareketten bile daha yakın ve radikal bir meydan okumayı, “tehlikeyi” işaret ediyordu.

Cumhuriyet tarihinde kendisine devrimci diyen bütün hareketlerle kıyaslandığında, KSH hariç, gerçekten bağımsız, kendi öz gücüne yaslanan ve bu kadar radikal bir hareketin kitlesel düzeyde örgütlenemediğini kabul etmemiz şart.

İttihatçı devlet için “Tehlike” bununla da sınırlı değildi elbette.

Savunmada bence birden çok tekrar edilen ama fikri takibi zorlaştırılmış çok önemli bir nokta tam da bu bölgesel devrimci pozisyonu kanıtlarıyla destekliyor.

Demirtaş farklı terimlerle “Kürt Özgürlük Hareketi’nin Kürdistani bir mücadeleyle sınırlı kalmayıp, bütün ülke ve Ortadoğu çapında diğer halkların da mücadelesine öncülük etmeye başladığını” hatırlatıyor.

Paylaştığı 2014 SETA raporu ise burada müthiş bir kanıt. Rapor da savunmada ayrıntılı anlatıldığı gibi “yakın ve sıcak” tehlikenin KSH’nin yeni stratejisi olduğunu, KSH’nin dar bölgecilikten merkeze yöneldiğini (biz yürek ferahlığı ile üçüncü yol diyelim) kuvvetle vurguluyor.

Ne yazık ki Türklerin görmemekte ısrar ettiği bu gerçek, önceleri de yazdığım gibi, çok uzun süredir KSH’nin “iktidarın bir kulpunu tutuyor” olmasıyla özdeş. KSH, hem Anadolu hem Ortadoğu’da asal politika yapıcı konumuna yerleşmiş durumda.

İşte ben tam da bu noktada savunmayı bir özeleştiri olarak da okumak taraflısıyım. Böyle bir algıya sahip olan (ki ben ve benim gibi sınırlı bir kesim şiddetle itiraz etmiştik) 2015 de “Yeni Yaşam” iletişim stratejisini çöpe atıp “seni başkan yaptırmayacağız” taktiğiyle Kemalistlerle ittifaka girmesi tarihi bir hatadır ve ben olsam “bu nasıl gerçekleşti” partide soruşturma bile açtırırdım. Bu “fikir” kimden çıktı, Demirtaş nasıl ikna edildi, benim için hala ciddi bir merak konusu?

Daha önce de yazdım, zaten aynı zihniyet 28 şubattan başlayıp, son seçimler dahil Türk ve Kürt solunu hizaya sokan “İslamcılara karşı Kemalistlerle ittifak” politikasıdır.

Oysa stratejik mesele yine yıllar önce yazdığım gibi “salt CHP değil, AKP kitlesine doğru da” büyümektir. Kuzey Suriye’de (Rojava), Bakur ’da (Türkiye) Başur’da (Irak) olan tam da budur. KSH, esas olarak laikçi güçlerle değil Müslüman kitlelerle bütünleşmekle kalmamış, onlara Müslüman olmakla seküler olmanın çelişmediğini öğretmiştir.

***

Savunma bizi yeniden 2014 yılına götürüyor. Öcalan -yanlış hatırlamıyorsam- o yıl iki önemli teklif ortaya koydu.

Birisi Demokratik İslam Kongresi, ki kuruldu ama ses getiremedi. İkincisi ise Demokratik Ekonomi Kongresiydi. Bu da gerçekleşemedi.

Bu iki eksen bence daha o zamandan üçüncü yola birer “sihirli değnek” sunmakla eşdeğerdi.

Ortadoğu ve Anadolu da kitlelerin kültürel, psikolojik, felsefi üstyapısı İslam fikriyatıyla kurulu. Gündelik yaşamı ise ekonomi ile kuşatılmış. Bu alanlara girmeksizin muhalefetin bu alanda yer alan milyonlarca emekçiye, yoksula ulaşması çok zor.

Öcalan’ın bu tarihi hamlesi ülke sosyalist hareket tarihinde de bir ilk oluyordu. Böylece reaksiyoner politika tarzından aksiyoner/programlı bir mücadele tarzına geçişin kapısı aralanmıştı. Ama ne yazık ki HDP bu iki önemli teklifi de parlamentarizmin halısının altına süpürmekte gecikmedi. Her iki tema/hedef de merkezi söylemden kovuldu. Türk orta sınıf solculuğunun laikçi (Kemalist) genetiği bu yaklaşımları da absorbe etti.

Şimdi bence yine bir özeleştiri mahiyetinde Demirtaş, İslamcılıkla mütedeyyin kitleleri ayırmayı; bu alanda kültürel bir mücadele yürütmeyi görev olarak önüne koyuyor. Üstelik bu kez İslamiyet’in doğuşundaki orijinal pratiğe ilişkin komünalist dinamiklerinin altını çizerek tartışıyor. Şu anda Türklerin Kemalist ve sosyalist kesimlerindeki büyük sessizliğin başlıca sebebi de bence bu açılım.

Demirtaş, tartışmayı eko sosyalizmle, İslami düşünce arasındaki “potansiyel uyumu” işaret ederek derinleştiriyor.

Bazı endişelerimi not etmeden geçersem korkarım ki bu metnin amacından sapmış olurum.

Kapitalist ulus devletler neo liberal politikalarla kendi toplumlarını yeniden sömürgeleştiriyor. Kültürel olarak da bütün dünyada büyük bir bencilleşme, atomizasyon ve ahlaksızlaşma yayılıyor. İslam’ın hafızası artık ya şeriatçılarca ya da piyasa dinamikleriyle yeniden güncelleniyor. Müslüman demokrat ve Kemalist bir ailenin çocuğu olarak, bu günkü aklım olsa o kuşaklarla geçmişte kurmam mümkün olan dil birliğinin artık muhatabı bile kalmadı.

Müslümanların demokrat olma umudunu en son iki bin yılı sonrasında hissettik ve çılgınca gelişen plebyen bir çürüme sürecine büyük bir hayal kırıklığıyla baka kaldık.

Bugün sekülerlerin kahir ekseriyeti “Müslümandan demokrat da olmaz, ahlaklı insan da” noktasına gelmiş görünüyor.

Bu hayal kırıklığının son yirmi yılda yaşanan çok somut gelişmelerden kaynaklandığını biliyorum. Ve hayal kırıklığını da paylaşıyorum.

Fakat öte yandan Ortadoğu ve Türkiye’de yaşanan şeriatçı, İslamcı kitlesel yükseliş karşısında KSH’nin deneyimine çok ihtiyacımız var.

Aksi halde Ortadoğu ve Anadolu’da böylesine büyük ve kitlesel bir İslami yükseliş karşısında Türk sol örgütlerinin klasik yaklaşımıyla hep laikçi ırkçıların yanına savruluruz. Oysa KSH, milyonlarca Kürdü Ortadoğu ve Anadolu’da seküler bir dalgakırana dönüştürmeyi başardı.

Dün Öcalan’ın ve bugün Demirtaş’ın işaret ettiği bu nokta teorik değil, milyonlarca emekçiyi kapsayan pratik, politik bir nokta.

Bu bapta son olarak yine Demirtaş’a sormadan geçemeyiz; hem böyle düşünüp hem de niye “bağrımıza taş bastırdın?” Altılı masadan hangi demokratik imkanı umdun? Elbette bu soru yalnızca Demirtaş’a değil, aynı zamanda KSH liderliğine de aynı soruyu sormamız şart; “son seçimlerde sizi kim, nasıl ikna etti de 6’lı masada bir açılım imkanı gördünüz? Üçüncü yolu terk edip nasıl ikinci yola eklemlenmeyi kabul ettiniz? Ve hala bunun özeleştirisini neden vermediniz?”

***

Bence kalan çok önemli tema birbiriyle ilintili üç bölümde ele alınmış. Bu bunların tamamını “üçüncü yolun demokrasi perspektifi” olarak ele almayı doğru buluyorum.

Temayı tanımlayan en önemli başlık elbette “demokratik özerklik.”

Gerek liberal gerekse Marksist/Leninist ideolojilerin icat ettiği “burjuva demokrasisi” kavramıyla ilk ciddi kopuşumuz, Öcalan’ın Bookchin paradigmasını temel almasıyla gerçekleşti.

Kuzey Suriye Özerk Böylesindeki dengeler bu perspektifin kılavuzluğunda test edildi ve önemli ölçüde başarıya ulaştı.

Demokrasinin on binlerce yıllık geleneğinin temelinde insanlığın komünalist deneyimi ve hafızasının olduğunu, bunun da mahalle meclislerinden başlayarak ülke geneline kadar, çevreden merkeze bir meclisler ağıyla inşa edilebileceği önermesi, teorik bir icat değil. On binlerce yıllık hafızamız, 1200-1938 arasında onlarca kez meclisler, Sovyetler, konseyler biçiminde vücut buldu ve biz bu varoluşların genetik kodları nedeniyle kendimize komünist adı verdik.

Komün, yani en küçük idari birim (köy/belediye) bazında kolektivizm; Ortaklaşacılık, eşitlik…  Devletçi olmayan bir sosyalizm.

Biliyoruz ki, “üçüncü yol” kavramı da bu perspektifi özetliyor.

Ama tam yeri gelmişken KSH’ne önemli bir eleştiriyi yazmak şart, bence.

Eğer bundan sonra yine, -ki bence de doğrusu bu- Bookchin/Öcalan çizgisini izleyeceksek geçmişte başta Öcalan’ın ihmal ettiği bir noktayı hatırlatmak şart.

Bu “üçüncü yol” meselesinin yıllarca boşlukta uçuşup, sonunda “bir ve ikinin dışında kalan yol” manasızlığına dönüşmesinin nedeni kavramın Bookchin ’deki temelini görmezden gelmek. Türk soluyla (pozitivistlerle) iş birliği uğruna doğru perspektifi ileri sürmemek.

Bookchin’i ister benimseyin ister inceleyin, onun son başyapıtı, dört ciltlik “üçüncü devrim” kitabını okumaksızın (Sümer Yayıncılık) paradigmasının çemberi kapanmaz.

Üçüncü yol kavramı, “üçüncü devrim” kavramından kaynaklanır. Bookchin 1789’u birinci; 1917’yi ikinci devrim olarak tanımlar ve dört ciltlik “tarih” çalışmasında yenilmiş “üçüncü devrimlerin” izini sürer. Zaten kendi paradigması da Amerika, İngiltere, Fransa, Rusya, İspanya’da yenilen/ezilen üçüncü devrimlerin mimarisinden ilham alır.

Öcalan’ın tutsaklığının başında, tecrit altında pozitivizm ve türevleriyle kopup, Bookchin’le buluşması KSH’nin devrimci maddesini bence olağanüstü güçlendirdi.

Girişte yazdığım gibi zaten bugün Kürt/Kürdistani pozisyon kendi başına bile devrimci bir kopuştur. Bunun devletçi sosyalizmden de kopup, bir alternatif olarak kitlelerle buluşması 21. yüzyıl için gerçek bir umuttur.

Demirtaş aynı temanın altında “üçüncü yol” stratejisinin bütün kitle örgütlerinde ve partilerde doğrudan demokrasiyi işletmesi gereğine işaret ediyor. Bunun için teknolojik devrimin geldiği yapay zeka çağında bir aplikasyonun yüzbinlerce insanın kolektif karar süreçlerine katılımını sağlayabileceğini hatırlatıyor.

Bence de KSH’nin yaşadığı bazı tıkanmaların bir nedeni de bu. Adem-i merkeziyetçi vaatler, katı merkeziyetçi işleyiş. Bu çağda böyle ilerlemek, gelişmek ve öncü olmak imkansız.

***

Kürt olmayan bütün okuryazarların görmesi gerekir ki, Kürt Siyasi Hareketi, 1980 hezimeti sonrasında Türk sol hareketine çok önemli bir yaşam öpücüğü sundu. Bu fırsatı iyi değerlendirebildiğimizden kuşkuluyum.

Öte yandan Bookchin-Öcalan çizgisindeki Kürtlerin Türk soluyla tartışmadan, CHP’yi güçlü bir biçimde eleştirmeden ilerleyebilmesi bence imkansız.

Anadolu aydınlanması yeniden gelişecekse Komünalist (Bookchin/Öcalan) aydın ve kadın hareketinin öncülüğünde olacak. Pozitivizm ve bütün türevleriyle (Leninizm, Kemalizm, Liberalizm) fikri mücadele üçüncü yolun ve üçüncü devrimin gelişmesinin tek yolu.

Demirtaş son derece doğru biçimde “Türk ve Kürt aydınlarının iş birliğine” vurgu yapıyor. Bu noktada da kendisine HDP’nin (2014-23) bu konuda neden manasız “vitrin danışma kurulları” dışında hiçbir çaba içinde olmadığını sormak zorundayım.

Bu kadar eleştiriyorsun, neden umutlusun derseniz, bir kez “üçüncü yola” girdik ve dönüşü ölümcül olur. Düşsek de kalksak da yenilsek de bu yol dişi/doğurgan bir yol. Umutlu oluşumun nedeni budur.