18. Yüzyılda Anayasa Rüzgârı Yeni Dünya’dan mı, Eski Dünya’dan mı Esti?

60 views
47 mins read
60 views
47 mins read
Ayşe Hür'den yine Türkiye gündemiyle çok ilgili zihin açıcı, bilgi dolu bir yazı. Yazının tercümana elbette ihtiyacı yok. Ama bir çok yazıda olduğu gibi bunu da farklı açılardan okumak mümkün.
Ben "göçmenin penceresinden" de çok önemli bir içeriğe sahip olduğunu düşünüyorum.
Türkiyeli göçmenler içi sohbetlerde, tartışmalarda, çok yaygın ve sıkça karşılaşacağınız bir yaklaşım, Marks'ı indirgemeci ve deterministik yönüyle "derinleştiren" siyasi çizginin klişeleridir.
Avrupa denildiğinde "kapitalizmin bir oyunu bu bana" tonunda bir hikaye anlatılır. Açık ve örtük ayrımcılık, ırkçılık, buna zemin sunan devlet politikaları klişe örneklerle sıralanır ve "mahkum edilir" böylece Avrupa da özetlenmiş olur. Bu tür yorumları yapanlar derin bir sinizmin kaçış patikasında ilerlediklerinin de farkında değildir genellikle. Kendi ülkesinin cehennemi ile yüzleşip, "cennete doğru" yola çıkan ve sonunda kendisini "arafta" bulan göçmenin çaresiz "iç barış" çabasıdır bu.
Fırsatlar, tehditler, güçlü ve zayıf yanlar üç boyutlu bir diyalektik içinde okunmaz. İyisi de kötüsü de "devletlerin oyunlarıdır."
Oysa bu yazı gibi üç boyutlu çok yalın özetler bile gösterir ki Avrupa, bütün ülkeler gibi, toplumsal mücadele diyalektiğinin ürünüdür.
Hür'ün yazıda çok güzel özetlediği gibi bütün kazanımlar, devletlerin ya toplumu sakinleştirmek için ya toplumla uzlaşmak için ya da bizzat toplumun önünde duramadığı için ortaya çıkmış, kalıcılaşmıştır.
Ve basitçe söylersek günümüz sermaye devletleri toplumsal kazanımları her gün törpülemenin çabasını, toplumlar da bir çok biçim ve araçla kazanımlarını korumanın çabasını temsil ederler.
İşte Hür'ün bu yazısı Avrupa nedir, sorusuna doğru bir yanıt vermek için gereken bilgi denizine giden iyi bir kılavuz niteliğinde.
Bilgi sevgisini ve merakını yitirmemiş, "Tom Amcalaşma, kirpileşme" sendromunu aşmak isteyen tüm göçmenlere tavsiye ederim.
A. Halûk Ünal

Ayşe Hür

Anayasa bir devletin kural kitabıdır. Devletin yönetilmesine ilişkin temel ilkeleri ortaya koyar. Devletin temel kurumlarını tanımlar ve bu kurumlar arasındaki (örneğin yürütme, yasama ve yargı arasındaki) ilişkiyi tanımlar. Gücün kullanımına sınırlar koyar ve vatandaşların hak ve görevlerini belirler.

Çoğu ülkede, kodlanmış (veya yazılı) anayasa olarak bilinen, tek bir belgede kodlanmış kural kitabı vardır. Bunlar, belirli bir zaman aralığında egemen bir güç tarafından yürürlüğe konulan kesin bir metin veya metinler dizisi veya çeşitli nitelikteki bir dizi yasal düzenlemenin, yönetmeliğin, yargı kararlarının, emsal ve geleneklerin az çok kesin sonucu olabilir.

Yazılı anayasalar tipik olarak bir devrimin ardından (1787 Amerikan Anayasası veya 1791 Fransız Anayasası gibi) ya da savaşta tam bir yenilgiden sonra (Almanya ve Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası anayasaları gibi) veya önceki hükümet sisteminin meşruiyetinin tamamen çöküşünde sonra (Apartheid sonrası Güney Afrika veya Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonraki Rusya Federasyonu Anayasası gibi); veya bağımsızlığın kazanılmasından sonra (eski Britanya İmparatorluğu’nun sömürgelerindeki gibi) üretilmiştir. 

Bunların hiçbiri Birleşik Krallık’ın başına gelmediği için olsa gerek, Birleşik Krallık’ın anayasasını kanunlaştırması (yani yazılı bir metne dönüştürmesi) için hiçbir nedeni olmadı. İngiliz anayasası, koşulların baskısı altında, belli bir yoğunluğa ulaştığı ölçüde boyun eğen, ama asla kırılmayan esnekliğine rağmen, daha doğrusu esnek olması nedeniyle, günümüze dek gelenekle gelecek, monarşi ile halk arasındaki çatışma ve gerilimlerde, pazarlık ve sözleşmelerde istikrarlı ve sağlam bir zemin olmayı başardı.

John Locke ve Sivil Hükümet Üzerine Deneme

Yazılı bir anayasası olmamakla birlikte anayasa fikrinin tarihsel süreç içinde şekillenmesinde, önce Westminster Okulu’nda sonra Oxford Üniversitesi’nde öğrenciyken (16. ve 17. yüzyıllarda I. Elizabeth’in İngiliz Kilisesi’nde başlattığı reformist harekete karşı çıkan, kendisini “saflığı” aramak olarak tanımlayan Protestanlar demek olan) Püriten ustalarından bağımsızlık ilkelerini özümseyen John Locke’ın 1691 yılında yayımladığı Second Treatise of Government adıyla tanınanacak eserinde ele aldığı toplumsal sözleşme teorisinin büyük etkisi olmuştur. Ancak liberal düşüncenin babası sayılan Locke’a göre bile kendisine toplum tarafından verilen yetkiyle (Toplumsal Sözleşme ile) donatılmış siyasi iktidar, sadece kanunları yapmakla kalmayıp, aynı zamanda toplumun tüm üyelerinin bu kurallara uyması için doğrudan zorlama gücünü elinde tutmakta, güvenlik açısından da üyeleri dış tehlikelere karşı korumaktadır.

Püritenler Yeni Dünya’da 

Püritenler bu fikirleri Yeni Dünya’ya (Kuzey Amerika kıtasına) taşıdılar. Kuzey Amerika’ya ilk gelen Avrupalılar, İtalyan ve Alman bankerlerin desteklediği Portekizlilerdi ama ilk kolonicileri İngilizlerdi. İlk sürekli İngiliz yerleşim bölgesi Londra Virginia Kumpanyası yöneticileri tarafından 1607’de Virginia’da kurulmuştu. Jamestown’a 1608’de Mary ve Margaret gemileriyle bir grup Polonyalı geldi. New England’daki kolonileri ise Hollanda’nın Leiden şehrinden göçeden bağımsız radikal Püritenler kurdu. Başlangıçta Old Comers (İlk Gelenler) daha sonra Forefathers (Atalar) adıyla anılan ama genel olarak Pilgrimler (Hacılar) diye bilinen bu göçmenler yolculuklarının finansmanı Londra’daki bir şirkete yaptırmışlardı. Geminin yaklaşık üçte ikisi şirketin çıkarlarını korumak için tutulan kişilerden oluşuyordu. 1620’de Mayflower gemisinden inmeden önce gemideki 40 yetişkin yolcuya bir sözleşme imzalatmışlardı. Mayflower Compact adı verilen bu sözleşmeye göre bu kişiler liderlerinin koyacakları yasa ve kurallara uymaya söz veriyordu. Amerika’da ileriki yıllarda pek çok kişinin ilgiyle izlediği demokrasi geleneğinin başlangıcı olarak görülen bu alaşmanın şirketin haklarını garanti altına almak için imzalandığı açık ancak kolonide 40 yıl süreyle barış içinde yaşanmasını sağladığı da bilinmekte.

Connecticut Temel Buyrukları

Bu ilk yerleşimcilerin çoğu sanıldığının tersine, kentli esnaflardı ve büyük çoğunluğu aileleriyle gelmişlerdi. Hepsi okuma yazma biliyordu, çoğu üniversiteye bile gitmişti. Bu ilk yerleşimlerde hayat hem yerleşimciler hem de yerli halk için çok zordu, çünkü uyulması gereken kurallar çok katıydı. Bu kurallardan en ünlüsü ise 1638 tarihli Hartford ve komşu kasabalardaki yurttaşlar tarafından kabul edilen ve Amerikan tarihçilerinin söylemeyi pek sevdiği gibi modern demokrasinin ilk yazılı anayasası sayılabilecek Connecticut Temel Buyrukları’dır. Bu buyrukları formüle eden Püritenler kısa sürede herkesin kendileri gibi düşünmelerini sağlamayı başaracaklardı. Ancak bu cemaatçi yapının aynen muhafazası pek mümkün olmadı. Cemaatler dinsel pratiklerle sivil hayatın gerçekleri arasındaki ayrımı yapmayı öğrenmek zorunda kaldılar ve böylece ABD’nin bugünkü laik yapısı çıktı. 

Papaz John Wise’ın ünlü broşürü

Yeni Dünya’da 18. yüzyılda “doğal haklar ve toplumsal sözleşme” fikirleri yeni bir ivme kazandı. 1710 ve 1717 gibi eski bir tarihte, Massachusetts Ipswich’teki bir kilisenin papazı olan John Wise, o zamanlar büyük ün kazanan broşürlerini yayımladı. Bu broşürlerde dini konuların yanısıra siyasi spekülasyonlara da girmişti yazar. Şöyle sıralıyordu fikirlerini: 

“1. Zihnimizde, hepsi doğal olarak özgür ve eşit olan, gönüllü olarak kendilerini yeni bir devlete yükseltmeye giden çok sayıda insanı hayal edelim. Şimdi durumları böyle olduğundan, kendilerini siyasi bir yapıya kavuşturmak için çeşitli anlaşmalar yapmaları gerekiyor. Herkesin, kalıcı bir toplum içinde yaşamayı taahhüt etmesi gerekir ki, güvenlik önlemlerini halk oylamasıyla uyumlu hale getirebilsinler. 

2. Daha sonra onlar üzerinde belirli bir tür hükümet kurmak için bir oylama veya kararname çıkarılmalıdır. Ve eğer ilk sözleşmelerinde, hükümetin türüyle ilgili ilk oylama kararına uyma konusunda mutlak şartlara sahiplerse, o zaman herkes, kendi özel görüşleri onları yönlendirse de, bu şekilde kararlaştırılan belirli şekli kabul etmeye çoğunluk tarafından bağlı kalacaktır. 

3. Belirli yönetim biçimi bir kararnameyle belirlendikten sonra, egemenliğin verildiği kişilerin ortak barış ve refahı gözetmekle görevlendirildiği, diğer yandan tebaaların da ortak barış ve refahı gözetecekleri yeni bir anlaşmaya ihtiyaç duyulacaktır.”

John Wise’ın broşürü 1772’de Boston’da iki kez yeniden basıldı. Siyasi konuşmacılar ve gazeteciler temalarını, bu broşürden ve John Locke’un yazılarından alırken, cemaatçi vaizler de vaazları için argümanlar ve örnekleri yine Wise ve Locke’tan topladılar. Bağımsızlık mücadelesinin arifesinde, tüm insanların doğa yasalarına göre eşit oldukları ve devletlerin tarihsel ya da mantıksal olarak toplumsal sözleşmeye dayandığı düşüncesi New England yerleşimcilerinin zihnini doldurmuştu.

1791 Anayasası’na doğru

20 Kasım 1772’de Püritenlerin ilk “haklar bildirgesi” Faneuil Hall’daki Boston kasabası toplantısı öncesinde ortaya atıldı. Bildirgede yerleşimcilerin (bunu sömürgeci olarak okuyabilirsiniz) erkek olarak doğal hakları: 1. yaşam hakkı, 2. düşünceleri ifade hakkı ve 3. mülkiyet hakkı olarak tanımlanıyordu. Ardından New Hampshire (Ocak 1776) ve Güney Carolina’nın (Mart 1776), Philadelphia’nın (Mayıs 1776) geçici anayasaları ortaya çıktı. 12 Haziran 1776’da Virginia meclisi, aşağı yukarı tüm diğerlerine model teşkil eden ünlü 10 maddelik Haklar Bildirgesi’ni (Bill of Rights) kabul etti, aynı meclis 28 Haziran 1776’da (1830’a kadar değişmeden kalacak olan) anayasa metni kabul edildi. Bu metin 2 Temmuz-18 Aralık 1776 tarihleri arasında sırasıyla New Jersey, Delaware, Pensilvanya, Maryland, Kuzey Carolina, Rhode Island ve Connecticut’ta kabul edildi. Kurucu 13 eyaletten biri olan Georgia ilk anayasasını 5 Şubat 1777’de, New York ise 20 Nisan 1777’de kabul etti. Massachusetts kendi içi sorunları yüzünden 1780’e kadar beklemek zorunda kaldı. Ancak onun anayasası, ileriki yıllarda Amerikan Devrimi’nin sisteminin en mükemmel ifadesi olarak kabul edildi. 

1787’de 13 eyalette halk oyuna sunulan ve eyalet anayasalarını yeniden şekillendiren bu belgeye göre hükümet yetkisinin sınırları yoktu. Ancak federalistler güçlü bir ulusal hükümeti savunuyorlardı. Halkın ve eyaletlerin, federal hükümete verilmeyen yetkileri otomatik olarak elinde tuttuğuna inanıyorlardı. Anti-Federalistler ise gücün eyalet ve yerel yönetimlerde kalmasını istiyorlar ve bireysel özgürlüğü korumaya yönelik bir haklar bildirgesini destekliyorlardı. Bunun üzerine o zamanlar ABD Temsilciler Meclisi üyesi olan James Madison, Anayasa metnini uygun gördüğü yerlerde değiştirdi. Temsilciler Meclisi 17 değişikliği, Senato 12 değişikliği onayladı, sonunda 12 maddeden 10’u Ağustos 1789’da kabul edildi. Nihai karar meclisi olan Virginia meclisi bu 10 maddeyi, tek metin olarak 15 Aralık 1791’de oylayarak kabul etti. Bugünkü ABD Anayasası’nın temelini işte bu metin oluşturuyor.

Kıta Avrupa’sına anayasa fikrini kim taşıdı?

Yukarda anlattığım hikayeden “İngiliz düşünürleri” demek akla yakın olmalı, ancak bu etkileşim şaşırtıcı biçimde Yeni Dünya üzerinden olmuştur. Şöyle ki: Fransa, Kuzey Amerika’daki tüm kolonilerini 1763 tarihinde, Yedi Yıl Savaşları sonunda imzalanan Paris Anlaşması ile İngiltere’ye kaptırmıştı. İngiltere, Yedi Yıl Savaşları’nın mali yükünü, yeni vergilerle kolonilerden çıkarmaya kalkışınca bu durum Kuzey Amerika kolonilerinde huzursuzluk yaratmıştı. 1774 yılında 13 Koloni’nin başlattığı Amerikan Bağımsızlık Savaşı 1776 yılında bağımsızlık ilanıyla sürmüştü. Fransa ise bu çatışmalara büyük boyutlarda mali destek vererek dolaylı olarak katılmıştı. 

Savaş sonunda İngiltere ile barış görüşmelerini sürdürmek üzere seçilen diplomatlardan birisi olarak İngiltere’ye giden “ABD’nin Kurucu Babaları”ndan Benjamin Franklin 1776’dan itibaren ABD’nin temsilcisi olarak Fransa’da bulunuyordu ve popülerlikte Voltaire’in ardından ikinci sıraya yerleşmişti. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin yazarlarından biri olan mucit, düşünür, siyaset adamı Franklin, kendi eseri olan Pennsylvania Anayasası ile Avrupalı filozofların zihnini çelmeye başlamıştı ki onu Massachusetts Anayasa Konvansiyonu komitesinin raporunun yayınlanmasının hemen ardından Fransa Kralı XVI. Louis nezdinde elçilikle görevlendirilen John Adams izledi. Adams 13 Kasım 1779’da Paris’teki görevine başlar başlamaz, Amerikan anayasacılık tecrübelerini Fransızlara aktarmaya başladı. 1783’te Franklin, ABD’yi oluşturan 13 eyaletin anayasalarının Fransızca açıklamalı bir baskısını yayınladı. Metin kısa sürede öyle popülerleşti ki, salonlarda, kulüplerde, mahkemede, kasabada, taşrada en sevilen tartışma teması olmayı başardı. Muhtemelen İngiliz rakiplerine bir nazire olarak Amerikan özgürlüğüne duyulan coşku Paris’i ve tüm krallığı baştan çıkarmışa benziyordu. Hatta Fransa kendisini yeni cumhuriyetin vaftiz annesi olarak görüyordu. Çırağıyla gurur duyuyordu ve ABD’de ilan edilen ilkeler, son hükümdarlıkların deneyiminin ve felsefenin ilerlemesinin kendi içinde uyandırdığı isteklerle örtüştüğünden, yeni siyasi formülleri hevesle alkışlanıyordu. 

Buna karşılık aristokratlar arasında geleneksel hukukun evrimiyle ortaya çıkan ve ayrıcalıklı sınıflar arasında bir kesim tarafından da olsa onay alan İngiliz sisteminden yana olanlar da seslerini yükseltmeye başladılar. Bunun üzerine Fransız aristokrasi ikiye bölündü. Gençler arasında en aktif olanlar La Fayette, Noailles, Lameth gibi entelektüellerin çevresinde toplandılar ve “Amerikalılar” olarak adlandırıldılar. 1787’de ABD’de federal anayasanın halk oylamasına sunulduğu tarihte, filozoflar ve genel olarak kamuoyu İngiliz sisteminin aleyhinde, Amerikan sisteminin (yazılı anayasa) lehinde karar vermişti bile.

Jean-Jacques Rousseau’nun rolü var mı?

Buraya kadar anlattıklarımdan, Fransa’daki anayasa tartışmalarının 1789 ihtilalinden önce başladığını farketmişsinizdir. Buna rağmen doğal yasaya uygun inşa edilen sivil toplumun adil pozitif yasalar üreteceğini ileri süren ünlü Fransız düşünür Jean Jack Rousseau’ya (1712-1778) değinmediğimi de farketmişsinizdir. Bunun temel nedeni şu: Rousseau’ya göre “güç hak yaratmaz, ancak meşru olan güce itaat mecburiyeti vardır.” Rousseau’ya göre hükümlerine itaat edilen güç, bireylerin kendi iradelerinin yansıması olduğundan, itaat edilen aslında toplumun iradesidir. Dolayısıyla bireyin doğal özgürlük kaybı aslında daha yüksek bir özgürlük türüyle telafi edilmektedir. Böyle olunca da bireyin kamusal otorite karşısındaki haklarından söz etmenin yeri olmaz. Kabul edersiniz ki, bu da günümüzün liberal anayasa fikrinden oldukça uzak bir “toplumsal sözleşme” tarzıdır. 

1789’daki ihtilalin bu konudaki etkisi ve rolü ne oldu? 

Soylular ve ruhban sınıfı genel olarak Fransa’nın kalıtsal bir monarşinin ve üç sınıfın (1. ruhban sınıfı, 2. aristokrasi, 3. köylülerden burjuvaziye kadar diğer tüm kesimler/halk) varlığına dayanan bir anayasaya sahip olması gerektiğini kabul ediyorlardı. Ancak Ancien Régime sırasında “hiçbir şey” olan ve fakat ihtilalin arifesinden itibaren “her şey” haline gelecek olan üçüncü sınıf, neredeyse oybirliğiyle, toplanacak olan ulusal meclisin, herhangi bir vergiyi vermeden önce, herhangi bir işi yapmadan önce bir beyanname hazırlamasını talep etti. 5 Temmuz 1789 günü Versay Sarayı’nda toplanan ulusal meclise alınmayan halk temsilcisi Robespierre ve arkadaşları Fransa Kralı XVI. Louis’nin tenis kortunda toplandılar ve yeni bir anayasa yapılana kadar buradan ayrılmayacaklarına dair yemin ettiler. Bu yemin Fransız ihtilalinin başlangıcı sayıldı. Ancak anayasacılık açısından süreç sancılı geçti, öyle ki 1789’dan 1875’e kadar geçen 86 yıllık süre içerisinde, dört “devrim”, iki “darbe” ve üç “yabancı müdahalesi” yaşayan Fransa’da 13 yazılı anayasa yapılacaktı. 

Bunlar en önemlileri 1791 ve 1793 anayasalarıdır. İlki ile Fransa meşruti monarşi dönemine girmiştir. İkincisi ise 1792’de ilan edilen cumhuriyetin anayasasıdır. Bu iki anayasanın birer dibacesi (önsözü) vardır ve bu bölümde temel hak ve özgürlüklerin önemi vurgulanır. İki anayasa da devlet/siyasal iktidar karşısında bireyi/ulusu (halkı) öne çıkarır. Öyle ki baskıya karşı direnme hakkı, 1791, 1793 Fransız anayasalarının başlangıç bölümlerinde insan hakları bildirileri içinde yer almıştı.

1793-1794 arasında ‘ihtilal’ çocuklarını yedi. 1795’de Direktvuar idaresi kuruldu, o da sorunlara çözüm olmadı 1799’da Konsüllük idaresine geçildi. İlk konsül Napolyon Bonapart’ın ilk işi Avrupa’nın güçlü devletlerine savaş açmak oldu. Bu arada Napolyon konsül olmakla yetinmeyip imparatorluğunu ilan etti.

İşke bu tarihten itibaren Fransız İhtilali’nin fikirleri Kıta Avrupa’sına kısa sürede yayıldı. Bu bağlamda Fransa üzerinden Amerikan fikri olan anayasacılık da elbette… Örneğin komşu Prusya’nın (1871 sonrasında Almanya) anayasacılık geleneği, 1804-1814 arası (ve 1815’te kısa süreliğine) Fransa İmparatoru olan Napolyon’un “devrime sadık ama onun ideallerini demir yumrukla yayma ve koruma” fikriyatının etkisinde gelişti. Napolyon’un himayesi altındaki Vestfalya, Bavyera, Saxe-Weimar, Frankfurt ve Anhalt-Kothen prensliklerinde hazırlanan yazılı anayasaların ışığında 1815 Viyana Kongresi’nde, Alman Konfederasyonu’nu kuran komitedeki bazı Prusyalı temsilciler İngiliz modelindeki gibi yazılı bir metin olmadan ilerlemeyi istiyorlardı ancak sonunda yazılı federal bir sözleşme planı hazırlamak zorunda kaldılar. 13 maddeden oluşan bu federal anayasaya ile konfederasyonun her eyaletinde, zümrelerden oluşan bir anayasal meclis bulunması kabul ediliyordu. Bunun bir sonucu olarak da federal yapılar olan Hanover, Brunswick, Hessen, Saxe-Coburg, Saxe-Meiningen Hesse-Darmstadt, Saxe-Altenburg’un; Saksonya Krallığı, özgür şehir Lübeck, Anhalt Düklüğü’nün anayasaları oluşturuldu. Avrupa’yı sarsan 1848 Devrimleri sırasında Prusya Kralı ve Avusturya İmparatoru tarafından kabul edilen anayasaları, 1860’da Hamburg Anayasası izledi. Nihayet 1867’de eski yapının Kuzey Almanya Konfederasyonu’na dönüşmesinin ardından kadim Hapsburg monarşisinin iki yarısını bir imparatorlukta birleştiren uzlaşma metni (Ausgleich)1867’de imzalandı. 

İsviçre Kantonal Anayasası

Fransa’nın bir diğer komşusu İsviçre 1798’e kadar İbağımsız devletlerden oluşan bir konfederasyondu. Birlik oluşumunu ve kurallarını tanımlayan bir anayasa yoktu, birliğin temeli yapılan karşılıklı anlaşmalardı. Ancak 1789 ihtilalinden sonra Fransız Devrim Ordusu’nun işgaliyle Helvetia Cumhuriyeti adı altında yeniden örgütlenen İsviçre’de anayasal merkezi bir cumhuriyet eğilimi artmıştı. Eski kantonal özgürlüklerini isteyen kantonlar ile yeni merkezi yapı arasında bir uzlaşma formülü olan Aracılık Yasası 1803’te kabul edildi. 1830’da Fransa’da gerçekleşen Temmuz Devrimi tüm Avrupa’da monarşiye karşı liberallerin güçlenmesine yol açarken, İsviçre’de de oluşturulan yeni kanton anayasaları önemli liberal değişiklikler içerdi. 1846’da bir halk inisiyafi ile, kantonlar yeni anayasalarını oluşturmaya başladılar. Yeniden yapılanma sürecinde radikal-liberaller ile Katolik gelenekçiler arasındaki çatışma kantonlar arası bir iç savaşa dönüştü. Savaşı reformcu kantonlar kazandı. Savaş sonrasında İsviçre 26 kantondan oluşan federal devlete dönüştü ve bu statü 12 Eylül 1848’de kabul edilen anayasa ile belgelendi. Yeni anayasa federal anayasayı bozmadığı sürece kantonların egemenliğini destekliyordu. Parlamento sistemi olarak ABD’deki gibi çift meclislilik kabul edilmişti. 1848 anayasası 1866’da kısmen değiştirildi, 1874’te ise kapsamlı bir değişiklik yaşadı. Bu son değişiklik ile anayasaya federal düzeyde referandum hakkı eklendi. 1891’de yapılan kısmi değişiklik ile “halk insiyatifi” hakkı tanındı. Buna göre belli sayıda seçmen başvurarak anayasanın bir maddesini değiştirmeyi ya da yeni maddeler eklemeyi talep edebiliyor ve halk oylamasına gidilmesini sağlayabiliyordu. Bu mekanizmaya federal halk inisiyatifi denildi. Böylece anayasada kısmi değişiklikler yapmak daimi şekilde mümkün hale geldi.

İskandinavya ve Baltık geleneği

Finlandiya1809’a kadar İsveç’in parçasıydı ve Freidrichschamm Antlaşması ile Çar I. Aleksandr’a devredildiğinde, 1772 ve 1789’da III. Gustavus tarafından verilen imtiyazlara göre yönetiliyordu. Bunların yerini 1864 yılında Çar II. Alexander tarafından yürürlüğe konan anayasa aldı,1874’te yeniden düzenlenen ve halk oylamasıyla yürürlüğe giren metin hala yürürlükte. 

İsveç’in modern temel yasası 1809’da IV. Gustavus’u tahttan indiren devrimin ürünüydü. 

Norveç’in anayasası, 1814’te Eidsvold’da toplanan ve ülkenin Danimarka’dan bağımsız olduğunu ilan eden konvansiyonla oluşturuldu. Aynı yıl İsveç kralı Charles XIII tacı ele geçirdiğinde kabul edildi. 

Danimarka’nın modern anayasası 1849’da oluşturuldu. İzlanda 1874’te özel bir tüzük hazırladı. 

Hollanda’nın ilk anayasası 19 Ocak 1795’te ilan edilmiş ve 5 Haziran 1806’da Louis Bonaparte’ın Hollanda Krallığı tahtına çıkması ile sona eren Batavya Cumhuriyeti döneminden kalma olup 1798’de halk tarafından oylanmış ve Fransa’da meydana gelen olaylar sonucunda 1801 ve 1805’te revize edilmişti.  

Hollanda’nın parçası olan ve “1830 Devrimleri” sırasında, 1815 Viyana Kongresi kararları hilafına, 1830 Londra Konferansı kararları uyarınca Hollanda’dan ayrılmasına izin verilen Belçika, 7 Şubat 1831’de kendi anayasasını oluşturdu ve bu anayasa günümüze kadar yürürlükte kaldı.

Yönetimi 1815 Viyana Kongresi tarafından Hollanda’nın Orange-Nassau Hanedanı’na devredilen Lüksemburg, 1841 yılına kadar Hollanda anayasasına göre yönetildi. Avrupa’nın devrimci dalga ile alt üst olduğu 1848’de kendi tüzüğünü hazırladı,1856’da tamamen revize edilen ve 1868’de bir başkasıyla değiştirilen bu tüzük yeni anayasanın zeminini oluşturdu. 


İspanya ve İtalya’daki anayasal tarihçe

İspanya ilk anayasasını, Napolyon Bonapart’ın kardeşi olup 1808-1813 arasında İspanya Kralı olan Joseph Bonaparte’a borçludur. 1808’de Bayonne’daki bir “ileri gelenler meclisi” tarafından kabul edilen “ön yasanın” yerini 1812’de “liberal anayasa” almış, bu anayasa 1813’te tahtı Bonapart’tan devralan VII. Ferdinand tarafından kabul edilmemiş, 1820’de Rafael del Riego liderliğindeki bir isyan onu anayasayı yeniden uygulamaya zorlamış ve üç yıllık bir liberal özgürlük dönemi olan Liberal Triennium’u başlamıştı. Ferdinand, 1823’te tahtı tekrar geri aldığından liberal anayasayı yürürlükten kaldırmış ve kurucu meclisler tarafından çerçevelenen temel tüzüklerle devam edilmişti. Mevcut anayasa, 1832’deki Chartist ayaklanmanın sona ermesinin ardından Alphonso XII’nin çağırdığı Cortes tarafından 1876’da metne geçirildi. 

İtalya çizmesine gelince, 19. yüzyıla girildiğinde çok sayıdaki şehir devletleri yerlerini, Papalık Devleti; Sardinya, İki Sicilya, Lombardiya ve Venedik, İlirya Krallıkları; Toskana Büyük Düklüğü, Parma, Piacenza ve Guastalla, Modena ve Regio, Massa ve Carrara, Lucca Düklükleri; San Marino, San Marko, Cospaia ve Roman cumhuriyetlerine bırakmıştı. Bunca siyasi yapının tek bir bünyede toplanması Risorgimento (diriliş veya yeniden doğuş) diye adlandırılan birlik hareketinden sonra oldu. Bir süre İstanbul’da kalan Gusieppe Garibaldi’nin de liderlerinden olduğu Risorgimento aslında 1815’te Viyana Kongresi’yle başlamış, 1859-1861 arasındaki şehir devletlerinin birleşmesiyle sürmüştü. 1866’da Venedik’in birliğe katılması ve Roma’nın 1871’de İtalya Krallığı’nın (Regno d’Italia) başkenti olmasıyla da son bulacaktı. Kökleri Napolyon Bonapart’ın Kuzey İtalya’da Cisalpin Cumhuriyeti’ni kurduğu yıl olan 1797’den itibaren üretilmiş 19 tüzük  1859, 1860, 1866 ve 1871 yıllarında tadil edilerek İtalya Anayasası’nı oluşturdular. 

Balkanlarda ve Rusya’daki anayasal süreçler

1821’de Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bağımsızlık savaşı veren Yunanistan’da geçici olarak üç cumhuriyetçi anayasa oluşturulmuştu: Batı’nın anayasası (Akarnania, Etolia, Epirus), Missolonghi meclisi tarafından 4 Kasım’da kabul edildimişti. Salona anayasası yani Doğu’nun anayasası 16 Kasım’da kabul edilmişti. Nihayet Peloponnes anayasası (Argos) 1 Aralık’ta kabul edilmişti. 1822’de Yunanistan’ın bağımsızlığını ilan eden ulusal meclisin ilk işi, bu anayasalardan yararlanarak geçici bir tüzüğü kabul etmek oldu. Burada saymaya kalkmayacağım sayısız engel nedeniyle askıya alınan bu tüzük ancak 1827’de anayasal bir metne çevrildi ve 1844’te Kral Otto’nun hükümetine sağlam bir anayasal temel kazandıran Atina meclisinin çalışmasıyla güçlü bir meşruiyet kazandı. Bu anayasa 1864 yılında I. George’un seçilmesinden sonra revize edildi. 

Romanya 1866’da, Sırbistan 1869’da, Bulgaristan ise 1879’da anayasalarını kabul ettiler. Topraklarının %77’si Asya kıtasında olduğu halde siyasi açıdan Avrupa’nın parçası sayılan 

Rus Çarlığı’ndaki anayasal hikaye biraz daha farklı gelişti. 1700-1721 Kuzey Savaşında zafer kazanmayı başaran Rusya, 1721 yılında Büyük Petro (1682-1725) tarafından İmparatorluk olarak ilan edildiğinde bir anayasası yoktu. İmparator I. Aleksandr’ın döneminde (1801-1825) Rusya İmparatorluğu’nda bir dizi liberal reformlar yapıldı. 1832’de tüm mevzuat bir araya getirilerek Kanunlar Külliyatı oluşturuldu. Rusya’da bazı subaylar Aralık 1825 tarihinde bir Anayasa ilan etmek amacıyla darbe girişiminde bulunmuşlarsa da başarısız oldular. II. Aleksandr döneminde (1855-1881) yapılan bir dizi reform, bireysel özgürlükler ve kanun önünde eşitlik rejimine geçiş sürecini başlatırken ve bu süreç Rusya’da kapitalizmin gelişimini hızlandırdı. Rus-Japon (1904-1905) savaşındaki yenilgi, 1900-1903 dünya ekonomik krizinden yeni çıkmış ülkenin durumunu daha da kötüleştirmiş ve  1905 İhtilaline yol açtı. İhtilal, İmparatoru bir dizi reform yapmaya zorladı. Bu çerçevede, Çar tarafından imzalanan 17 Ekim Manifestosu, medeni haklar ve özgürlüklerle birlikte parlamenter kurumları vadeden bir bildiri oldu. Manifestoca tanınan dernek kurma özgürlüğü uyarınca, bir çok yasal parti kuruldu. Rusya’nın gerçek bir anayasaya kavuşması ancak 1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra oldu. 

Bitirirken

Sonuç olarak Kıta Avrupa’sında, Andorra, San Marino ve Monaco gibi küçük devletçikler ve Rus Çarlığı gibi yarı Asyalı-yarı Avrupalı devletler dışındaki tüm ülkeler ABD’den Fransa’ya taşınan ve onun tarafından geliştirilen anayasal geleneğin parçası oldular. Ancak bu, Avrupa’daki anayasal metinlerin tek tip olduğunu söylemek anlamına gelmez. Avrupa anayasaları temel olarak üç grupta sınıflandırılabilir: 1. Hükümdarların tebaalarına verdiği imtiyazlar; 2. Prensler ve temsilciler meclisleri tarafından kabul edilen temel sözleşmeler; 3. Halkın egemenliği ilkesine dayanan anayasalar.

Bu türlerden ilki, hüküm süren hanedanların ayrıcalıklı egemenliğine gereğinden fazla tecavüz etmeden “zamanın ruhu” denilen şeyi bir ölçüde tatmin etme girişiminin sonucuydu. Ancak bir Avrupa deyimi ile söylersek “eski şişeler yeni şaraba” pek uygun değildi. 

Bunun üzerine daha liberal bir çare olarak toplumsal sözleşmeler gündeme geldi. Bu, sağlam siyasi doktrinin feda edilmesi pahasına da olsa, kraliyet ve parlamento haklarını uyumlaştırma girişimiydi. Bu uygun yöntemle egemenlik ikiye bölündü. Avrupa’nın yazılı monarşik anayasalarının çoğu (yani 2. grup anayasalar) bu şekilde ortaya çıktı. 

Üçüncü grubun anayasaları ulusun kendisinin zorunlu eylemleri sonucu ortaya çıktı. Bunlardan sadece üçü -Amerikan Birliği, Fransız Cumhuriyeti ve İsviçre Konfederasyonu anayasaları, kendilerini doğuran devrimin ilkelerine sonuna kadar bağlı kaldılar. Diğerlerinde az veya çok diğer usullerin izleri görülebilir. Ancak hangi yolla ortaya çıkarsa çıksın, Ada ve Kıta Avrupa’sında ve ABD’de sözlü ya da yazılı anayasayı benimseyen hiçbir yapı, eski sisteme kalıcı olarak geri dönmedi, aksine daha da iyileşerek istikrarlı bir şekilde günümüze kadar geldiler. 

Aynen Rus Çarlığı gibi topraklarının bir bölümü Avrupa’da olduğu halde 1815’te Viyana Konferansı’na katılmadığı için, bu konferansta oluşturulan Avrupa Uyumu/Ahengi (Concert of Europa) diye anılan sistemin parçası olamayan Osmanlı İmparatorluğu’nun anayasa tarihini ise gelecek yazıda ele alacağız. 

Özet Kaynakça:

Charles Borgeaud, “The Origin and Development of Written Constitutions”,

Political Science Quarterly, Vol.7, No. 4 (Dec., 1892) pp. 613-632;

Mila Versteeg and Emily Zackin, “American Constitutional Exeptionalism Revisited”,

The University of Chicago Law Review, Vol. 81. No. 4 (Fall 2014), pp. 1641-1707;

Linda Colley, “Empires of Writing: Britain, America and Constitutions, 1776-1848” 

Law and History Review, Vol. 32, No. 2 (May 2014) pp. 237-266.

GELECEK YAZI: OSMANLI’DA ANAYASA FİKRİYATI VE 1876 KANUN-I ESASİ’Sİ

Kaynak : Fikir Gazetesi