Erdoğan kimden korkuyor?

141 views
15 mins read
141 views
15 mins read
Dergimizin yayın politikasını zenginleştiren kalitedeki yazıları çoğunlukla dış kaynaklardan, çevirilerden edinebiliyoruz. Ne yazık ki, aktüel yayınlarda bu türden içerikler çok az. Bahadır Özgür'ün bu yazısı bizce AKP iktidarına, sınıfsal ve sosyolojik açıdan değerli yalın, kısa bir tarihsel analiz yöneltiyor. Saray iktidarının hala %30-35 bandındaki kitlesel desteğini koruma sürecinin önemli anahtarlarından birini hatırlatıyor. 

Editoryal

Bahadır Özgür

DUVAR / 16 Haziran Salı 2020  

Başbakan Bülent Ecevit’e, önce Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Anayasa kitapçığını, bir ay sonra da Ahmet Çakmak adlı esnafın yazar kasayı fırlatması; 2001 krizinin iki bariz sembolüydü. Toplumsal sıkışmışlık devlet katındaki klik kavgasını patlatmış ve oradan yayılan şok, sokakta karşılık bulmuştu. Ne var ki aynı sürecin parçası olsa da iki fotoğraf, aynı gerçekliğe işaret etmiyordu. Zira ilki, temsil ettiği hukuksal içerikle alakası olmayan çatışmanın tetikçiliğini üstlenmiş bir nesneyken; ikincisi, sahip olduğu sınıfsallığı bütün kudretiyle yansıtıyordu. Esasında biri iktisadi çöküşün miladı, diğeri siyasi çıkışın başlangıcıydı.

Bugün benzer bir sıkışmışlığı yaşıyoruz. Anayasa kitapçığı veya yazar kasa henüz ortada görünmese bile, onlarda ifadesini bulan dinamiklerin şekillendirdiği, siyasi bir manzaraya bakıyoruz. Bakıyoruz da aynı şeyi mi görüyoruz, orası muamma.

Muhalefet cephesi; klikler arasında, koalisyonda veya AKP’nin bünyesinde yaşanacak kırılmaların ateşlemesini beklediği sokağı izliyor. Tekinsiz sıfatlarla beraber anıyor orayı. Her köşede sinsi tezgahın kurulduğu, karanlık, ürkütücü bir olay mahalli olarak görüyor. Bir külhanbeyinin kavga çağrısını boşa çıkarırcasına, “İnmeyeceğim aşağıya” diyor. Eninde sonunda bir nesnenin fırlatılacağına ve camdan sarayları parçalayıp, iktidarla halkı yüz yüze bırakacağına umut bağlıyor. Açıkça söylemiyor bunları elbette, ama her pratiğiyle sergilediği bir ezberden yola çıktığı aşikar: Krizle gelen, krizle gider!

İktidar ne yapıyor peki? Nereyi tahkim ediyor? Twitter’da ‘yeşil toplu’ hesaplar, Ayasofya kartı vs. tamam da kime yoğunlaştı? Korktuğu, çekindiği, kontrol altında tutmaya çalıştığı yer neresi?

Yazının başına dönelim ve o gün yaşananları hatırlayalım.

***

Yazar kasa, Ecevit’in ayaklarını dibine düştükten birkaç saat sonra, Ankara’da mobilyacıların ağırlıkta olduğu Siteler’de 5 bin iş yeri kapısına kilit vurup, “Esnaf bitti” sloganıyla Başbakanlık’a yürüyüşe geçti. Olay yerine koşan ve “20 temsilci seçin” teklifi yuhalamalarla karşılanan ATO Başkanı Sinan Aygün, çaresizce ön saflara ilişiyordu. Aynı saatlerde İstanbul’da ayakkabı imalatçılarının yoğunlaştığı Mahmutpaşa ile Tahtakale esnafı İTO’ya yürüyor, Alibeyköylü bakkallar gösteri düzenliyordu. Erzurum’da sanayi sitesi sakinleri, Mersin’de kamyoncular yol kesmişti.

Üç gün sonra Cuma namazı bir isyana dönüşüyordu. E-5’e çıkan Bağcılar esnafına çevik kuvvet saldırdı. İstanbul Manifaturacılar Çarşısı çekleri yakarken, Pendik’te, Sarıgazi’de bakkallar yürüdü. Ankara Siteler’de bu sefer sayısı 10 bini bulan kitle, Meclis’e yönelince polisle çatıştı. Sükunet tavsiyesiyle kitlenin karşısına çıkan Aygün, bu sefer taşlanıyordu. TESK, TOBB vb. devreye girip, 11 Nisan günü Ankara Tandoğan’da miting sözüyle zar zor yatıştırdı olayları.

Miting başlayalı birkaç dakika olmuştu ki, eşi görülmemiş bir ‘esnaf ayaklanması’ patlak verdi. Esnaf örgütünün temsilcileri konuşturulmuyor, kürsü işgal ediliyordu. Meclise yürümek isteyen on binlerce kişiye polis, gaz bombaları ve panzerlerle müdahale etti. Bir kamyonla barikatı aşmaya çalışanlara ateş açılırken, yangın kısa sürede memleketi sardı. İzmir’de 40 bin, Gaziantep’te 10 bin, Konya’da 30 bin, Denizli’de 10 bin, Sivas’ta 5 bine yakın esnaf ve küçük işletme sahibi, kent meydanlarını doldurmuştu.

2002 seçimlerinin sonucunu tayin eden şey düpedüz bu sokak hareketiydi işte. Bir ‘esnaf devrimiyle’ iktidara yürümüştü AKP.

Büyük sermayenin çeperinde iktisadi pay kavgası vermenin, her krizde ilk darbeyi yemenin ve kamunun koruma kalkanından yoksun kalmanın bıkkınlığıyla giriştiği siyasi arayışı, 1990’larda Milli Görüş geleneğiyle kesişen küçük işletmeler, ilk kez siyaseti dizayn eden merkezi bir güce dönüşüyordu. Sadece oy tabanı olmaktan çıkmış, yanındaki işçiyi de sokağa dökerek farklı hesaplar içindeki büyük sermayeyi peşine düşmeye mecbur bırakmış, toplumun sokaktaki yegane sözcüsü olmuştu.

Esnafın; tarikat ilişkileriyle harmanlanmış ahilik geleneğini, 1912 ve 6-7 Eylül’de devlet konsolidasyonunda üstlendiği rolü, 1980 sonrasında neoliberalizmin kök salmasını sağlayan esnek iktisadi anatomisini de bir kenara yazalım. Meziyetlerine, 90’larda emek üzerinde tahakküm kurma becerisini de ekleyen küçük işletmeler, siyasal hegemonyanın, kurulurken de korunurken de ihmal edilemeyecek ağırlık merkeziydi; iktidarın toplumsal ‘balans ayarı’ydı artık.

***

‘Beyaz Türk’ kavramıyla anımsanan gazeteci Ufuk Güldemir, 2006’da bir yazısında, AKP-esnaf diyalektiğini kışkırtıcı bir dille tarif ediyordu: “Bugün Türkiye’de iktidarda olan sınıfın siyasi ideolojisine ben ‘büfeci İslam’ı’ diyorum. Ecevit’i, Bahçeli’yi, Yılmaz’ı sandığa gömdükleri seçim zaferlerine de ‘büfeci isyanı’… Büfeci akrabacıdır, klancıdır. Her şeyi 3 metrekare dükkanı kadar bilir. Siyaseti 3 metrekaredir, dış politikası 3 metrekaredir… Dünya haritası çok sadedir büfecinin: Yahudi dünyayı sömürür. Araplar, din kardeşimizdir. Yunan düşmandır. Papa Hıristiyan aleminin başkanıdır.”

Yoğun tepkiler sonrasında Güldemir meseleyi çok daha isabetli formüle edecekti: “AKP’yi getiren isyanın sınıfsal bir konu olduğunu, dini bir mesele olmadığını anlatmaya çalıştım.”

Güldemir’in doğru, lakin nobranca yorumladığı sınıfsallık üzerine uzun süredir çalışan Doç. Dr. Utku Balaban ilginç tespitlerde bulunur. İslam olgusunun, sermaye dolaşım sürecinde gelişen ve şu ana kadar tam tanımlanmamış bir sınıfın taşıyıcılığında damga vurduğunu söyler. ‘Faburjuvazi’ der buna. Yani yerel kent siyasetinde etkin, bilhassa sınai tedarik zincirinin alt kümesini oluşturan müteşebbislerden müteşekkil, işçilerin kızgınlığını iktidar ve burjuvaziden, orta üst katmanlara -Erdoğan’ın tabiriyle kaymağı yiyenlere- kaydıran bir toplumsal sınıf.

Balaban’ın çalışmasından aktaralım: “Faburjuvazi, siyasal İslamcılar vasıtasıyla 1990’ların sonunda küçük burjuvaziyi konforlu yaşam alanına hapsetmeyi ve bu sayede burjuvazinin işçi sınıfının kontrolünü sağlayan payandası olmayı başardı. 2008’den itibaren yerel ve küresel değişimlere paralel şekilde burjuvaziyle çıkarlarında ayrışma yaşandı. Yaklaşık on yıldır süren türbülansın arkasında, bu ayrışma yatmakta.” (*)

Milli Görüş’ün ideolojik önderliğinde, Kombassan ve Yimpaş gibi modellerde somutlanan küçük işletmelerin merkezileşme hamlesinin, TÜSİAD-asker mekaniğinde engellenmesi, 28 Şubat’ın sınıfsal içeriğini de berraklaştırır. Nitekim AKP, devraldığı geleneğin aksine, OSB’ler, teşvik, KOSGEB ve kredi aracılığıyla daha fazla küçük işletmenin kurulmasının önünü açtı. Hem onu iktidara taşıyan tabanı genişleten, hem de büyük sermayenin ihtiyacına denk düşen bir strateji izledi.

Şimdi 2008’deki ayrışma krizle beraber derinleşiyor ve iktidarın dayandığı sınıfsal sıkışmışlık da yoğunlaşıyor. Bankaların olanakları, siyasi kararla ‘kutsal sınıf’ın üzerine boca ediliyor. Pandemide sokağa çıkma yasağındaki gönülsüzlük de, ‘normalleşmenin’ camiden önce AVM’de başlaması da bu ilişki sürekliliğinin içinde anlam kazanıyor.

Son iki paketin odak noktasına bakalım: Vergi ve borç erteleme, piyasa faizinin altında ve muazzam geri ödeme avantajlarıyla kredi dağıtımı… 2001 krizinde IMF’nin kamu bankalarının esnaf ve küçük işletmelere piyasa faizinin 5 puan üzerinde kredi verme şartı koydurduğu düşünülürse manzara daha iyi anlaşılır.

Nitekim bankacılık verilerine göre, nisanda dağıtılan kredinin yarısı küçük işletmelere gitti. Aynı ay 300 binden fazla mikro işletme, bankaların kredi portföyünde yeni müşteri olarak yerini aldı. Milyonlarca kişinin işi belirsizliğe sürüklenirken, aciliyetin mahalleyi tutan esnafa, işçiyi baskılayan küçük işletmeye yoğunlaşması, önce TOBB’un ve TESK’in yüzünün güldürülmesi, boşuna değildi.

Dolayısıyla herkesi kapsayacak bir şemsiye açamayacağından, herkese balans ayarı çekebileceği noktayı tahkim ediyor AKP. Görkemli sandık sonuçlarının çoktan nostalji pazarına düştüğünü gördüğü için, “Sandıkla değil, sokak gücüyle geldim” mesajını güçlendirip, bir de bekçi dikiyor başına.


http://mulkiyehaber.net/doc-dr-utku-balaban-siyasette-sol-cenaha-bir-alan-acildi/