A. Halûk Ünal
29/10/2017
94. yıl sonra bir devlet en temel, yapısal sorunlarını aşamamışsa, üstelik, söz konusu tarihin bütün fay hatlarında çok sert kırılmalar yaşanıyorsa, ebediyete intikal zamanı gelmiş demektir.
Hepimiz büyük bir sefaletle yüz yüze olduğumuzun farkındayız.
Hiç bir milliyetçi palavra, siyasi manüplasyon bu sefaleti örtmeye yetmiyor.
Sefaletin kaynağında ekonomik, siyasi, bilimsel, kültürel yetmezliklerimizden daha çok insani olarak yaşadığımız büyük çürüme var.
İnsani çürümenin hemen arkasından, bir toplumu toplum, milleti millet yapan en temel özelliği yitirmiş olmamız ikinci büyük sefaletimiz.
Artık, ortak fayda tarifi yapamaz haldeyiz.
Elbette hiç bir ülkede toplumların mutlak ortak fayda tanımı yapabilmesi mümkün değildir, ama yine de biliriz ki, ortak paydalar bulabilen, ortak fayda tanımları yapabilenler, gelişme yeteneği yüksek toplumlardır.
Milli, ulusal, dinsel vb. bütün ortak fayda tanımlarının çoğunlukla zehirleyici olduğuna, inansam da, tarih boyunca, iç barışını göreli de olsa koruyabilmiş bütün toplumların, bu yeteneğe sahip olduğunu düşünüyorum.
İnsani bakımdan çürümüş, müzakere, mutabakat ve ortak fayda bilincini yitirmiş Türkiye toplumunun, bu haliyle her hangi bir gelecek vaat etmesi mümkün değil.
Üstelik iktisaden küresel ekonominin gerekelerine ayak uyduramaz hale gelmiş; kendi asgari dengesini bile koruyamayan, kendisini yenileyecek başta insan olmak üzere, gerekli bütün kaynaklardan büyük ölçüde yoksunuz.
Varolan sınırlı insan kaynağı da son beş yıl içinde giderek artan bir hızda ülkeyi terketti, etmeye devam ediyor.
Artık bu ülkenin şimdilik tek çimentosu şedit bir devlet baskısı ve korkudur.
Ülkedeki fikri ve siyasi atmosfer de kısa vadede umut verici değil.
Son 15 yıl içinde müesses nizamın da kendisini onarabilecek bir yetenek ve donanımdan mahrum olduğunu gördük.
Oysa teorik olarak mümkündür, müesses nizamın dört partisi, AKP, CHP, MHP ve İYİ PARTİ biz beğenmesek de kapitalist rasyoneller bakımından bir çözüm ortaya koyabilirler.
Oysa attıkları her adım, arzu ettikleri kapitalist dengeyi, görece iyileşmeyi sağlamalarının imkansızlığını kanıtlamaktan başka işe yaramıyor.
Bırakın kendi fikriyatınızı bir yana, sadece bir mantık problemi gibi, bu açıdan partilerin vaatleriyle; Küresel gelişmeler ve Ortadoğu’daki gelişmelerden oluşan büyük resmin içindeki Türkiye’nin ihtiyaçlarını yan yana koyun, çıkışsızlığı görmek için uzman olmak gerekmez.
Malzeme bu ve anlamı açık.
Bu hikayenin sonuna gelmiş bulunuyoruz.
1923 kuruluşlu Türkiye Cumhuriyeti Devleti ebediyete intikal etmeye hazırlanıyor.
Peki ne yapacağız?
Bu gidişi değiştirecek; makul ve mantıklı bir yere ulaştıracak yol yok mu?
Kitleler, doğası gereği uzlaşmacı ve ortayolcudur
Binlerce “plaza kölesi”tanıdım, çalışan sınıfın (ücretlilerin) beyaz yakalı kesimi.
Tam da Marksın öngördüğü gibi, bütün saygınlıkları ellerinden çekilip alınmış, sıradan birer işçiye dönüştürülmüş, doktorlar, mühendisler, işletmeciler, iktisatçılar, sosyologlar, daha neler neler.
Tarihimizin en büyük dönemeçlerinden olan gezi isyanının da gövdesini oluşturan kesim.
Türkiye işçi sınıfının yeni büyük ve eğitimli kesimi.
Şu an hangisine sorsak sanırım yukarıda resmetmeye çalıştığım tabloyu inkar etmeyecektir.
Ama büyük çoğunluğu, geziye katılmış olmalarına rağmen, bir mucize olsa da plaza düzenindeki “konforlu” köleliklerimizi sürdürsek diye düşünmekten de vazgeçmezler.
Bunun çok normal, insani açıdan da anlaşılabilir bir refleks olduğunu biliyorum.
Çünkü sahibi olduğunu sandığımız o küçük konforlu hapisanelerimizi kaybetmeyi göze almak, elle tutulur radikal bir umudun varlığıyla doğru orantılıdır.
O an gelinceye kadar, hem bireysel hem siyasal açıdan durumu iyileştirmeye, görece kazanımlar sağlamaya çalışırız.
Kürt Özgürlük Hareketi’nin Türkiye Cumhuriyeti ismi altında yaşamaya razı olup, kısmi reformlarla yetinmesi ile, bir çok Türk’ün “yetmez ama evet” demesi arasında özde büyük bir fark yoktur.
Tıpkı fabrika ve plaza köleleri gibi çok büyük değişimlerin henüz zamanı olmadığını düşünüyorsak, doğal olarak dönemsel kısmi iyileştirmeler için mücadele ederiz.
Türkiye Cumhuriyeti adının, Türklerin bu topraklarda kurduğu ırkçı sömürgeciliğin sembolü olmasına rağmen, sömürgeciliğe karşı savaşan bir gücün AB reformları çerçevesinde, akan kanı durdurmaya çabalaması ne kadar anlaşılır ise, Küresel sermaye ile, yerel sermayenin 2002’de yaptığı (askeri vesayete karşı) AB eksenli sözleşmenin gelişmesi için çabalamak da benzer bir akıl yürütmeden kaynaklanır.
Kitlesel siyaset başka türlü de yapılamaz.
7 Haziran türünden zaferler ancak kapitalizmin görece demokratik zeminlerinde elde edilebilir.
Helva deme zamanı
Oysa şimdi gelinen noktada “kral öldü yaşasın kral” diyenlerle “kral çıplak” diyenlerin çok net ayrışması gerekli.
Tablonun bütün karamsarlığına rağmen, bir o kadar da güçlü bir umudun varlığından söz edebilirim. Ama bir şartla!
Muhalif, alternatif olduğunu iddia edenlerin, “halva” demeyi bırakıp, “helva” demeye başlamaları şartıyla.
Farklı koşullarda “kazanımlar” sağlayabilen “orta yolcu” müzakereci, uzlaşmacı tutumlar, içinden geçtiğimiz koşullarda bu kepazeliğin yaratıcılarının yedeği haline gelmek ve kuyruğuna takılmaktan başka bir işe yaramaz.
Demokrasi İçin Birlik olsun, HDP olsun demokratların, sosyalistlerin bir araya geldiği bütün kümeler, halva deme zamanının yapılarıdır.
Oysa, o zaman, o dönem bitti.
Şimdi helva deme zamanı.
Bu yapıların da kuruluş motivasyonları eskidi, kuruluş söylemlerinin zamanı doldu.
Varlıklarını kaleci gibi yer tutarak sürdürmek istemiyorlarsa, yeni bir ülkenin yeni bir Orta doğu’nun oyun kurucularından olmak istiyorlarsa, söylemlerini de, yapısallıklarını da reorganize etmeleri bence şart.
“İ” lerin noktasını koymaksızın yapılacak her muhalefet, artık sadece karşı tarafa yarar.
Bu söylediklerimin hangi şiddette mücadele araç ve biçimlerine tekabül edeceği benim gözümde çok daha esnek, ikincil bir tartışma konusunu.
Ama kurulan sözün en ufak bulanıklığa tahammülü olmadığını düşünüyorum.
Yeni bir ülke, yeni bir toplumsal sözleşme kaçınılamaz bir zorunluluk.
Bundan böyle bu ülkenin benim için adı, binlerce yıllık bir toprağın bize sunduğu isim; Anadoludur.
Bu topraklarda yeni bir ülke söz konusu olacaksa onun adı da Demokratik Anadolu Cumhuriyetidir.
Bu olmadan, bırakın bizi, çocuklarımıza bile gün yüzü görmek haram.
Bu topraklarda yeniden zengin ve huzurlu bir yaşam dengesinin kurulmasının ilk şartı, “Türk” ün tahakkümünün bitmesidir.
Devletin kendisi ve onun arkasında her koşulda kenetlenmiş egemen sınıf bloku bu değişime hiç bir koşulda izin vermez, veremez.
Ben kendi payıma, artık saklısı gizlisi kalmamış bunca suçun, günahın özeleştirisini yapmamış; söz konusu halkların geride kalan topluluklarıyla helalleşip, yeni bir gelecek için söz kesmemiş “Türk milleti” ve devleti adına, kimseden hiç bir şey isteyemem; istemeye yüzüm olmaz.
Böylesi yeni bir başlangıç, tamamiyle sivil kesimde, sivil insiyatiflerle başlayıp, geliştirilebilir.
Böyle bir inisiyatifin ilk işi “bu suçlara ortak kalmak istemeyen Türkler adına” bütün diğer haklardan özür dilemektir. Tıpkı Ermenilere yönelik olarak yaptığımız gibi.
Bu ülkede, sayısı ne olursa olsun, bütün dinlerin, kimliklerin, halkların birbirine saygı ve güven duyabildiği bir müşterekler zemininin yaratılması olmazsa olmazımızdır.
Böyle bir girişimin kaçınılmaz sonucu; nasıl bir ülke istediğime dair -adı kadar yeni- bir toplumsal sözleşmeyi teklif edebilmektir.
Böylesi çok uluslu çok kültürlü çok dinli bir toplumun barış içinde olabilmesinin kendimce mantığını teklif edebilmeliyim. Bunu eşim, dostum, yakın uzak bütün arkadaşlarım, meslektaşlarım bilebilmeli.
Bunun siyasetteki karşılığı ise, muhalif olduğunu iddia eden kümelerin bunu yapmasıdır.
Toplumsal sözleşme, sadece yazıldığı döneme yanıt veren, iktisadi, hukuki ve idari ilke ve çözümler manzumesi değil, aynı zamanda yöntemsel bir anlaşmadır.
Toplumun geleceğine ilişkin tartışılan her konu nasıl, hangi yol, yöntem ve araçlarla karara bağlanır; çok açık, net, anlaşılır biçimde anlatabilmelidir.
Az önce yeniden yapılanma derken de tam bunu kastediyordum. Topluma vaat edeceğimiz idari, kültürel yaşamı önce kendi örgütlenmemiz içinde oluşturmamız, tutarlılığımızın biricik kanıtıdır.
Öz yönetim, adem-i merkeziyetçilik diyip, kendi içimizde bir örgütler korperasyonu olarak varolursak; tek tek bu örgütlerin bile olmadığı kadar merkeziyetçi olmak kaçınılmaz olacaktır.
Merkeziyetçilik ise, çok iyi bildiğimiz gibi bürokratizmin münbit arazisidir.
Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Hepimizin çok iyi gördüğü ve bildiği gibi artık muhalif olmanın azı çoğu kalmadı.
Ya muhalifsin ya değilsin.
Muhalifsen ya sürgün ya da hapis bizi bekliyor.
Dün bir vesileyle halva demiş olabiliriz, ama artık helva demezsek, çektiğimiz eziyete değmez.
Vatan, yine ortak olabilir, ama artık benim için bile bir “Türk” olarak, “Türk”ün domine ettiği, “Türk”ün malı bir vatanın hiç bir geleceği de yok gereği de yok.
Bu topraklardaki bütün kimliklerin, kültürlerin en özgür halleriyle katıldığı o güzelim, zengin hayatı yaşamak istiyorum.
Bir avuç kapitalistin ve işbirlikçisi bürokratın zenginliği uğruna, bir fabrika ya da plaza kölesi olarak, tek amacı, faturaları ödemek olan bir hayatı istemiyorum.
Doğduğum günden bu yana bana dayatılmış, Erkek, Türk ve kapitalist ırkçılığın altında, buna katlanarak yaşamaktansa, hapisanede, sürgünde veya bir barikatın arkasında ölmek daha onurlu bir haldir diye düşünüyorum.
Yaşasın Demokratik Anadolu Cumhuriyeti
(*) Bu satırları, her ne kadar kendimi bir millete ait görmesem de gerek köklerim, gerekse tarihim itibariyle, “Türk” habitatının parçası olduğumu unutmadan yazıyorum.