DİNLE MARKSİST

606 views
169 mins read
606 views
169 mins read
1987 yılından başlayarak Türk Solu ve geleneksel sol geçmişimiz ile yüzleşme çabam sırasında Bookchin'den haberdar olmamak, bana -ve benim gibilere- zihinsel gelişim açısından inanılmaz bir zaman kaybettirmiş. 
2014'ün 30 Aralığından başlayan ve 7 ay süren Rojava yolculuğu; Öcalan yoldaşımızın savunmalarını okumak ve Komünalizmle tanışma fırsatım olmasa, kendi teorik kaplumbağa ilerleyişimle, şu anki farkındalığa ne zaman erişirdim, bilmiyorum?
Zararın neresinden dönülse kardır. "Di'ligelecekzaman"ı düzenli izleyenler iyi bilir; burası benim iki yıl önce göçmenlik hayatımda kişisel olarak yaktığım bir çoban ateşi. 
Bookchin'in açtığı "komünalizm" patikasında, 21. yüzyıl sosyalizminin gelişimine katkı vermeye çabalıyorum. 
Geçtiğimiz gün bu dergide iki yıl önce yayınladığım ve pek de ilgi çekmeyen bir makaleyi (Solun Geleceği- M. Bookchin) yeniden twitterda paylaşmam, beni çok şaşırtan müthiş bir ilgiye mashar oldu. Bu, çok hayra alamet.
Bu nedenle Bookchin'in 1969 yılında yayınladığı ve devletçi komünistlerin zihninde güçlü rüzgarlar yaratan ünlü makalesini yayınlamaya karar verdim; Listen Marxist! 
Broşürün yayıncısı "Murray Bookchin'in en bilinen broşürü 'Dinle Marksist!' ağırlıklı olarak 1960'lar ve 70'ler Amerika'sında Demokratik Toplum için Öğrenciler hareketinde yoğun (ve oldukça yıkıcı) bir şekilde aktif olan Maoist İlerici İşçi Partisi'nden etkilenen öğrencilere yönelikti. "Marksizm" ve Marksist terminolojiye yönelik eleştirileri bir bütün olarak Marksizm için geçerli değil; PLP'nin kaba politikaları için geçerli." notunu düşmüş olsa da 
makaleyi ilk okuduğumda, beni en büyük şaşkınlığa düşüren; sanki Bookchin metni, 1920-2000 özellikle de 1960-2000 arası Türk solu için kalemi almış, duygusuna kapılmamdı.
Çok sert, yer yer sekter bir uslubu olduğunu eşi Janet Biel bile kabul ediyor. Ama "karşı görüştekilerin" küstahlığı, şedit hoyratlığı ve hala özgürlük mücadelesine vermeye devam ettikleri zararlar düşünüldüğünde, anlaşılabilir oluyor.
Elbette bu makalenin yazıldığı yıllarda, -ve öncesinde- bütün "ustaların" polemik dilinden öykündüğümüz bu uslubun ne kadar eril olduğu hakkında bizim de bir fikrimiz yoktu.
Bu nedenle uslubu paylaşmadığımı belirtmeliyim.
Son olarak da bir not düşmek gerekir, Bookchin bir Marksist olarak başladığı yoluna, bir Anarşist olarak devam etti. Ancak bu yol onu Anarşizmle de yüzleştirerek, kendi orjinal sentezine ulaştırdı: Toplumsal Ekoloji/Komünalizm.
Onun açtığı bu yol, bizi çok ilgilendiriyor. Çünkü A. Öcalan onun görüşlerini temel alarak, "kendi paradigmasını" kurduğunu ilan etti. Bu gün hepimizin "üçüncü yol" diye terennüm ettiğimiz strateji Bookchinle başlayıp, Öcalan'dan geçip, bizlere uzanıyor. 

A. Halûk Ünal 

MURRAY BOOKCHİN

Otuzlu yılların tüm eski saçmalıkları yeniden geri geliyor – “sınıf çizgisi”, “işçi sınıfının rolü”, “eğitimli kadrolar”, “öncü parti” ve “proletarya diktatörlüğü” hakkındaki saçmalıklar. Hepsi geri döndü ve her zamankinden daha bayağılaştırılmış bir biçimde. İlerici İşçi Partisi bunun tek örneği değil, sadece en kötüsü. Troçkist gruplardan, Uluslararası Sosyalist Kulüplerden ve Savaşa ve Faşizme Karşı Gençlikten bahsetmeye gerek yok, SDS’nin çeşitli kollarında ve kampüslerdeki Marksist ve Sosyalist kulüplerde de aynı pisliğin kokusu alınıyor.

Otuzlu yıllarda, en azından bu anlaşılabilir bir durumdu. Amerika Birleşik Devletleri, tarihinin en derin ve en uzun süreli kronik ekonomik kriziyle felç olmuştu. Kapitalizmin duvarlarına çarpıyor gibi görünen tek canlı güç, dramatik oturma grevleri, radikal militanlıkları ve polisle kanlı çatışmalarıyla CIO’nun büyük örgütlenme hamleleriydi. Tüm dünyadaki siyasi atmosfer, Amerikan solundaki her radikal mezhebin Madrid ve Barselona’daki kendi milis kollarıyla özdeşleşebildiği, klasik işçi devrimlerinin sonuncusu olan İspanya İç Savaşı’nın elektriğiyle doluydu. Bu otuz yıl önceydi. “Savaşma, seviş” diye haykıran herkesin ucube olarak görüldüğü bir zamandı; o zamanki haykırış “Savaşma, iş yap “tı – kıtlığın yükünü taşıyan, sosyalizme ulaşmanın “fedakarlıklar” ve maddi bolluk ekonomisine “geçiş dönemi” gerektirdiği bir çağın haykırışı. 1937’de on sekiz yaşında bir çocuk için sibernasyon kavramı en çılgın bilim kurgu, uzay yolculuğu hayalleriyle karşılaştırılabilecek bir fantezi gibi görünebilirdi. O on sekiz yaşındaki çocuk şimdi elli yaşına geldi ve kökleri Amerika Birleşik Devletleri’nde içinde bulunduğumuz dönemin gerçeklerinden niteliksel olarak farklı olacak kadar uzak bir çağa uzanıyor. Kapitalizmin kendisi o zamandan bu yana değişti ve otuz yıl önce ancak hayal meyal öngörülebilen, giderek devletleşen biçimler aldı. Ve şimdi bizden, ortaya çıkan yeni meseleleri ve olasılıkları neredeyse açıkça göz ardı ederek, o uzak dönemin “sınıf çizgisine”, “stratejilerine”, “kadrolarına” ve örgütsel biçimlerine geri dönmemiz isteniyor.

Ne zaman geçmiş yerine geleceğe bakan bir hareket yaratacağız? Ne zaman ölmekte olan yerine doğmakta olandan öğrenmeye başlayacağız? Marx kendi zamanında bunu yapmaya çalıştı; 1840’ların ve 1850’lerin devrimci hareketinde fütürist bir ruh uyandırmaya çalıştı. Louis Bonaparte’ın On Sekizinci Brumaire’inde “Tüm ölü nesillerin geleneği, yaşayanların beynine bir kabus gibi çöküyor” diye yazmıştı.

“Ve tam da kendilerini ve nesneleri devrimcileştirmekle, tamamen yeni bir şey yaratmakla meşgul göründükleri anda, tam da böyle devrimci kriz dönemlerinde, geçmişin ruhlarını endişeyle hizmetlerine çağırırlar ve dünya tarihinin yeni sahnesini bu eski kılık ve ödünç dille sunmak için onlardan isimler, savaş sloganları ve kostümler ödünç alırlar. Böylece Luther Havari Pavlus’un maskesini taktı, 1789-1814 devrimi dönüşümlü olarak Roma Cumhuriyeti ve Roma İmparatorluğu kılığına büründü ve 1848 devrimi de 1789 ve 1793-1795 geleneğinin parodisini yapmaktan başka bir şey yapmadı. … On dokuzuncu yüzyılın toplumsal devrimi şiirini geçmişten değil, ancak gelecekten alabilir. Geçmişe ilişkin tüm batıl inançlardan sıyrılmadan, önce kendisiyle başlayamaz. … On dokuzuncu yüzyıl devrimi, içeriğine ulaşabilmek için ölülerin ölülerini gömmesine izin vermelidir. Orada ifade içeriğin ötesine geçmiştir; burada ise içerik ifadenin ötesine geçmektedir.”[1]

Yirmi birinci yüzyıla yaklaştığımız bugünlerde sorun farklı mı? Bir kez daha ölüler aramızda dolaşıyor -ironik bir şekilde, on dokuzuncu yüzyılın ölülerini gömmeye çalışan Marx’ın adıyla örtülü olarak. Dolayısıyla günümüzün devrimi de, “sınıf çizgisi”, Bolşevik Partisi, “proletarya diktatörlüğü”, püriten ahlakı ve hatta “sovyet iktidarı” sloganıyla 1917 Ekim Devrimi ve 1918-1920 iç savaşının parodisini yapmaktan başka bir şey yapamaz. Kıtlıktan, tahakkümden ve hiyerarşiden doğan tarihi “toplumsal sorunu” nihayet çözebilecek olan günümüzün tam, çok yönlü devrimi, “toplumsal sorunun” yalnızca biçimini değiştiren, bir tahakküm ve hiyerarşi sisteminin yerine bir başkasını koyan geçmişin kısmi, eksik, tek taraflı devrimlerinin geleneğini takip etmektedir. Burjuva toplumunun kendisinin, bir zamanlar kendisine istikrar sağlayan tüm toplumsal sınıfları parçalama sürecinde olduğu bir zamanda, içi boş “sınıf çizgisi” taleplerini duyuyoruz. Hiyerarşik toplumun tüm siyasi kurumlarının derin bir çürüme dönemine girdiği bir zamanda, bir “siyasi parti” ve bir “işçi devleti” için içi boş talepler duyuyoruz. Hiyerarşinin sorgulanmaya başlandığı bir dönemde, “kadrolar”, “öncüler” ve “liderler” için içi boş talepler duyuyoruz. Merkezileşme ve devletin tarihsel olumsuzluğun en patlayıcı noktasına getirildiği bir zamanda, “merkezi bir hareket” ve “proletarya diktatörlüğü” için içi boş talepler duyuyoruz.

Geçmişteki bu güvenlik arayışı, yaratıcı düşünce ve pratiğin yerine sabit bir dogma ve örgütsel hiyerarşide sığınacak bir liman bulma çabası, bırakın toplumu bir bütün olarak devrimcileştirmeyi, pek çok devrimcinin “kendilerini ve bir şeyleri devrimcileştirme” konusunda ne kadar az yetenekli olduğunun acı bir kanıtıdır. FKP[1*] “devrimcilerinin” köklü muhafazakârlığı neredeyse acı bir şekilde ortadadır; otoriter lider ve hiyerarşi, ataerkil ve okul bürokrasisinin yerini alır; Hareketin disiplini, burjuva toplumunun disiplininin yerini alır; otoriter siyasi itaat kodu, devletin yerini alır; “proleter ahlak” inancı, püritanizm ve çalışma ahlakının yerini alır. Sömürücü toplumun eski özü, Mao (ya da Castro veya Che) portreleriyle süslenmiş ve küçük “Kızıl Kitap” ve diğer kutsal ayinlerle bezenmiş kızıl bir bayrağa bürünmüş olarak yeni biçimlerde yeniden ortaya çıkar.

Bugün PLP’de kalan insanların çoğunluğu bunu hak ediyor. Eğer kendi sloganlarını alaycı bir şekilde DRUM grev gözcülerinin fotoğraflarına dönüştüren bir hareketle yaşayabiliyorlarsa;[2*] Marcuse’nin “polis mi yoksa kaçık mı” olduğunu soran bir dergiyi okuyabiliyorlarsa; eğer kendilerini poker suratlı, programlanmış otomatlara indirgeyen bir “disiplini” kabul edebiliyorlarsa; Diğer örgütleri manipüle etmek için en iğrenç teknikleri (burjuva ticari operasyonlarının ve parlamentarizmin lağım çukurundan ödünç alınmış teknikler) kullanabiliyorlarsa; neredeyse her eylemi ve durumu yalnızca partilerinin büyümesini desteklemek için asalaklaştırabiliyorlarsa – bu, eylemin kendisi için yenilgi anlamına gelse bile – o zaman hor görülmeye layıktırlar. Bu insanların kendilerini kızıl olarak adlandırmaları ve kendilerine yönelik saldırıları kızıl yemleme olarak tanımlamaları, McCarthyciliğin tersine çevrilmiş bir biçimidir. Troçki’nin Stalinizm için kullandığı cazip tanımlamayı yeniden ifade edecek olursak, bunlar günümüz radikal gençlik hareketinin frengisidir. Ve frengi için tek bir tedavi vardır: antibiyotik, tartışma değil.

Burada bizi ilgilendiren, tutarlı bir toplumsal bakış açısı ve etkili bir devrim stratejisi arayışında oldukları için Marksizme, Leninizme ya da Troçkizme yönelen dürüst devrimcilerdir. Aynı zamanda Marksist ideolojinin teorik repertuarından etkilenen ve daha sistematik alternatiflerin yokluğunda onunla flört etmeye meyilli olanlarla da ilgileniyoruz. Bu insanlara kardeşlerimiz olarak sesleniyor ve ciddi bir tartışma ve kapsamlı bir yeniden değerlendirme talep ediyoruz. Marksizm’in fazla vizyoner ya da devrimci olduğu için değil, yeterince vizyoner ya da devrimci olmadığı için zamanımıza uygulanabilir olmaktan çıktığına inanıyoruz. Marksizmin bir kıtlık çağından doğduğuna ve o çağın, özellikle de sanayi kapitalizminin parlak bir eleştirisini sunduğuna inanıyoruz; Marksizmin yeterince kapsamadığı ve ana hatlarını sadece kısmen ve tek taraflı olarak öngördüğü yeni bir çağın doğmakta olduğuna inanıyoruz. Sorunun Marksizmi “terk etmek” ya da “iptal etmek” değil, tıpkı Marx’ın Hegelci felsefeyi, Ricardocu iktisadı ve Blanquist taktik ve örgütlenme biçimlerini aştığı gibi, onu diyalektik olarak aşmak olduğunu savunuyoruz. Kapitalizmin Marx’ın bir yüzyıl önce ele aldığından daha ileri bir aşamasında ve Marx’ın açıkça öngörebileceğinden daha ileri bir teknolojik gelişme aşamasında, yeni bir eleştirinin gerekli olduğunu ve bunun da yeni mücadele, örgütlenme, propaganda ve yaşam tarzı biçimlerini ortaya çıkardığını iddia edeceğiz. Bu yeni biçimlere ne derseniz deyin, hatta isterseniz “Marksizm” bile diyebilirsiniz. Biz bu yeni yaklaşımı, ilerleyen sayfalarda ortaya çıkacak olan bir dizi ikna edici nedenden ötürü, kıtlık sonrası anarşizm olarak adlandırmayı seçtik.

Marksizmin Tarihsel Sınırları

En büyük teorik katkılarını 1840 ile 1880 yılları arasında yapmış bir adamın kapitalizmin tüm diyalektiğini “öngörebileceği” fikri, görünüşe bakılırsa, tamamen mantıksızdır. Marx’ın iç görülerinden hala çok şey öğrenebiliyorsak, maddi kıtlık çağıyla ve elektrik gücünün kullanımını zar zor içeren bir teknolojiyle sınırlı olan bir adamın kaçınılmaz hatalarından daha da fazlasını öğrenebiliriz. Kendi çağımızın tüm geçmiş tarihten ne kadar farklı olduğunu, karşımıza çıkan potansiyellerin niteliksel olarak ne kadar yeni olduğunu, eğer başka bir tarihsel kürtaj değil de bir devrim yapacaksak önümüzde duran meselelerin, analizlerin ve pratiğin ne kadar benzersiz olduğunu öğrenebiliriz.

Sorun, Marksizmin “yeni durumlara” yeniden uygulanması gereken bir “yöntem” olması ya da “klasik Marksizmin” sınırlamalarını aşmak için “neo-Marksizmin” geliştirilmesi gerektiği değildir. Sistem yerine yöntemi vurgulayarak ya da kutsal bir kelimeye “neo” ekleyerek Marksist soyağacını kurtarma çabası, sistemin tüm pratik sonuçları bu çabalarla açıkça çelişiyorsa, tam bir mistifikasyondur[3*] Oysa bugün Marksist tefsirdeki durum tam da budur. Marksistler, sistemin geçmişin parlak bir yorumunu sunduğu gerçeğine yaslanırken, bugünü ve geleceği ele alırken tamamen yanıltıcı özelliklerini kasıtlı olarak görmezden geliyorlar. Tarihsel materyalizmin ve sınıf analizinin tarihin yorumlanmasına sağladığı tutarlılığı, Kapital’in sanayi kapitalizminin gelişimine dair sağladığı ekonomik kavrayışı ve Marx’ın daha önceki devrimlere dair analizinin ve ortaya koyduğu taktiksel sonuçların parlaklığını, onun zamanında hiç var olmayan niteliksel olarak yeni sorunların ortaya çıktığını bir kez bile kabul etmeden aktarıyorlar. Tamamen kaçınılmaz kıtlığa dayanan tarihsel sorunların ve sınıf analizi yöntemlerinin yeni bir potansiyel bolluk çağına nakledilebileceği düşünülebilir mi? Öncelikle “serbest rekabetçi” bir endüstriyel kapitalizm sistemine odaklanan bir ekonomik analizin, devlet ve tekellerin ekonomik hayatı manipüle etmek için birleştiği yönetilen bir kapitalizm sistemine aktarılabileceği düşünülebilir mi? Kömür ve çeliğin endüstriyel teknolojinin temelini oluşturduğu bir dönemde formüle edilen stratejik ve taktik repertuarın, radikal biçimde yeni enerji kaynaklarına, elektroniğe, sibernasyona dayanan bir çağa aktarılabileceği düşünülebilir mi?

Bu aktarım sonucunda, bir asır önce özgürleştirici olan bir teorik külliyat bugün deli gömleğine dönüşüyor. Kapitalizmin toplumun neredeyse tüm katmanlarını, özellikle de gençleri gözle görülür biçimde düşmanlaştırdığı ve devrimciler ürettiği bir dönemde, devrimci değişimin “öznesi” olarak işçi sınıfına odaklanmamız isteniyor. Otuz yıldır böyle bir kriz yaşanmamasına rağmen taktik yöntemlerimizi “kronik ekonomik kriz” vizyonuyla yönlendirmemiz isteniyor[4*] Bir bolluk teknolojisinin elimizin altında olduğu bir dönemde, işlevi yalnızca karşı devrimcilerin bastırılması değil, her şeyden önce bir bolluk teknolojisinin geliştirilmesi olan uzun bir “geçiş dönemi” olan bir “proletarya diktatörlüğünü” kabul etmemiz isteniyor. Bizden “stratejilerimizi” ve “taktiklerimizi”, maddi bolluk koşulları altında hayatın sıradanlığı tarafından devrimci duyguların üretildiği bir zamanda yoksulluk ve maddi sefalet etrafında yönlendirmemiz isteniyor. Bizden siyasi partiler, merkezi örgütler, “devrimci” hiyerarşiler ve elitler ve yeni bir devlet kurmamız isteniyor; hem de siyasi kurumların çürüdüğü ve merkezileşmenin, elitizmin ve devletin hiyerarşik toplum tarihinde daha önce hiç görülmemiş bir ölçekte sorgulanmaya başlandığı bir zamanda.

Kısacası, bizden geçmişe dönmemiz, büyümek yerine küçülmemiz, umutları ve vaatleriyle zamanımızın zonklayan gerçekliğini, geride kalmış bir çağın ölüleştirici önyargılarına zorlamamız isteniyor. Bizden sadece teorik olarak değil, toplumun kendi gelişimi tarafından da aşılmış ilkelerle çalışmamız isteniyor. Marx, Engels, Lenin ve Troçki’nin ölümünden bu yana tarih ne durdu ne de zihinleri hala on dokuzuncu yüzyılda ya da yirminci yüzyılın ilk yıllarında kök salmış olan düşünürlerin -ne kadar parlak olursa olsun- çizdiği basit yönü takip etti. Kapitalizmin kendisinin, sosyalist olarak kabul edilen birçok görevi (bolluk teknolojisinin geliştirilmesi de dahil olmak üzere) yerine getirdiğini gördük; mülkiyeti “kamulaştırdığını”, gerekli olan her yerde ekonomiyi devletle birleştirdiğini gördük. Daha fazla ücret, daha kısa çalışma saatleri ve “yan haklar” için burjuva çerçevesi içinde mücadele etmeye devam etse de, işçi sınıfının “devrimci değişimin öznesi” olarak etkisizleştirildiğini gördük. Klasik anlamda sınıf mücadelesi ortadan kalkmadı; kapitalizme eklemlenerek daha ölü bir kadere maruz kaldı. İleri kapitalist ülkelerdeki devrimci mücadele tarihsel olarak yeni bir zemine kaymıştır: kronik ekonomik kriz nedir bilmeyen bir gençlik kuşağı ile hayata bakış açısı kıtlık, suçluluk, feragat, çalışma ahlakı ve maddi güvenlik arayışı ile şekillenmiş daha yaşlı, muhafazakar bir kuşağın kültürü, değerleri ve kurumları arasındaki bir mücadele haline gelmiştir. Düşmanlarımız sadece görünürde yerleşik burjuvazi ve devlet aygıtı değil, aynı zamanda liberaller, sosyal demokratlar, yozlaşmış kitle iletişim araçlarının köleleri, geçmişin “devrimci” partileri ve Marksizm’in yandaşları için ne kadar acı verici olsa da, fabrika hiyerarşisi, endüstriyel rutin ve çalışma ahlakı tarafından domine edilen işçiler arasında destek bulan bir bakış açısıdır. Mesele şu ki, bölünmeler artık neredeyse tüm geleneksel sınıf çizgilerini kesiyor ve kıtlık toplumlarıyla analojilere yaslanan Marksistlerin hiçbirinin öngöremediği bir dizi sorun ortaya çıkarıyor.

Proletarya Efsanesi

Geçmişin tüm ideolojik enkazını bir kenara bırakalım ve sorunun teorik köklerine inelim. Çağımız için Marx’ın devrimci düşünceye en büyük katkısı onun toplumsal gelişim diyalektiğidir. Marx, ilkel komünizmden özel mülkiyet yoluyla daha yüksek biçimi olan komünizme -özgürleştirici bir teknolojiye dayanan komünal topluma- doğru büyük hareketi ortaya koymuştur. Marx’a göre bu hareket içinde insan, insanın doğa tarafından tahakkümünden, insanın insan tarafından tahakkümüne ve nihayet doğanın insan tarafından tahakkümüne[5*] ve bu şekilde toplumsal tahakküme geçer. Bu büyük diyalektik içinde Marx, insanın insan tarafından tahakkümünün son tarihsel “aşamasını” oluşturan bir toplumsal sistem olan kapitalizmin diyalektiğini inceler. Marx burada sadece çağdaş devrimci düşünceye derin katkılarda bulunmakla kalmaz (özellikle meta ilişkisine dair parlak analizinde), aynı zamanda kendi zamanımızda çok sınırlayıcı bir rol oynayan zaman ve mekan sınırlamalarını da sergiler.

Bu sınırlamaların en ciddisi Marx’ın kapitalizmden sosyalizme, sınıflı bir toplumdan sınıfsız bir topluma geçişi açıklama girişiminde ortaya çıkar. Bu açıklamanın neredeyse tamamen feodalizmden kapitalizme, yani bir sınıflı toplumdan başka bir sınıflı topluma, bir mülkiyet sisteminden diğerine geçişle analoji kurularak yapıldığını vurgulamak hayati önem taşımaktadır. Buna göre Marx, tıpkı burjuvazinin feodalizm içinde kent ve kır (daha doğrusu zanaat ve tarım) arasındaki bölünmenin bir sonucu olarak gelişmesi gibi, modern proletaryanın da kapitalizm içinde endüstriyel teknolojinin ilerlemesinin bir sonucu olarak geliştiğine işaret eder. Bize anlatıldığına göre her iki sınıf da kendi toplumsal çıkarlarını geliştirir, hatta devrimci toplumsal çıkarlar onları içinde doğdukları eski topluma karşı harekete geçirir. Burjuvazi feodal toplumu yıkmadan çok önce ekonomik yaşamın kontrolünü ele geçirmişse, proletarya da fabrika sistemi tarafından “disipline edildiği, birleştirildiği, örgütlendiği” için kendi devrimci gücünü kazanır.[6*] Her iki durumda da, üretici güçlerin gelişimi geleneksel toplumsal ilişkiler sistemiyle uyumsuz hale gelir. “Bütünlük parçalanır.” Eski toplumun yerini yenisi alır. Karşı karşıya olduğumuz kritik soru şudur: sınıflı bir toplumdan sınıfsız bir topluma geçişi, bir sınıflı toplumdan diğerine geçişi açıklayan aynı diyalektikle açıklayabilir miyiz? Bu, mantıksal soyutlamaların hokkabazlığını içeren bir ders kitabı sorunu değil, zamanımız için çok gerçek ve somut bir konudur. Feodalizm altında burjuvazinin gelişimi ile kapitalizm altında proletaryanın gelişimi arasında Marx’ın ya öngöremediği ya da açıkça yüzleşmediği derin farklılıklar vardır. Burjuvazi, devlet iktidarını ele geçirmeden çok önce ekonomik hayatı kontrol ediyordu; siyasi olarak egemenliğini ortaya koymadan önce maddi, kültürel ve ideolojik olarak egemen sınıf haline gelmişti. Proletarya ekonomik yaşamı kontrol etmemektedir. Endüstriyel süreçteki vazgeçilmez rolüne rağmen, endüstriyel işçi sınıfı nüfusun çoğunluğu bile değildir ve stratejik ekonomik konumu sibernasyon ve diğer teknolojik ilerlemeler tarafından aşındırılmaktadır.[7*] Bu nedenle proletaryanın gücünü toplumsal bir devrim gerçekleştirmek için kullanması yüksek bir bilinç eylemi gerektirir. Şimdiye kadar bu bilincin kazanılması, fabrika ortamının iş ahlakının, hiyerarşik yönetim sistemlerinin, liderlere itaatin ve son zamanlarda gereksiz metalara ve silahlanmaya adanmış üretimin en köklü alanlarından biri olması nedeniyle engellenmiştir. Fabrika sadece işçileri “disipline etmeye”, “birleştirmeye” ve “örgütlemeye” hizmet etmekle kalmaz, aynı zamanda bunu tamamen burjuva bir tarzda yapar. Fabrikada kapitalist üretim, Marx’ın da gözlemlediği gibi, sadece kapitalizmin toplumsal ilişkilerini her iş gününde yenilemekle kalmaz, aynı zamanda kapitalizmin ruhunu, değerlerini ve ideolojisini de yeniler.

Marx bu gerçeği yeterince sezmiş ve proletaryayı devrimci eyleme itmek için salt sömürü gerçeğinden ya da ücretler ve çalışma saatleri üzerindeki çatışmalardan daha zorlayıcı nedenler aramıştır. Genel kapitalist birikim teorisinde, proletaryayı devrimci bir rol üstlenmeye zorlayan sert, nesnel yasaları tanımlamaya çalıştı. Bu doğrultuda, meşhur iflas teorisini geliştirdi: kapitalistler arasındaki rekabet onları birbirlerinin fiyatlarını düşürmeye zorlar, bu da ücretlerin sürekli düşmesine ve işçilerin mutlak yoksullaşmasına yol açar. Proletarya isyan etmeye mecburdur çünkü rekabet süreci ve sermayenin merkezileşmesiyle birlikte “sefalet, baskı, kölelik ve alçalma kitlesi büyür.”[8*]

Ancak kapitalizm Marx’ın zamanından bu yana yerinde saymadı. On dokuzuncu yüzyılın ortalarında yazan Marx’ın, sermayenin merkezileşmesi ve teknolojinin gelişimine dair içgörülerinin tüm sonuçlarını kavraması beklenemezdi. Kapitalizmin sadece merkantilizmden kendi zamanının baskın sanayi biçimine -devlet destekli ticaret tekellerinden son derece rekabetçi sanayi birimlerine- doğru gelişeceğini değil, aynı zamanda sermayenin merkezileşmesiyle birlikte kapitalizmin daha yüksek bir gelişme düzeyinde merkantilist kökenlerine geri döneceğini ve devlet destekli tekelci biçime yeniden bürüneceğini öngörmesi beklenemezdi. Ekonomi devletle birleşme eğilimindedir ve kapitalizm gelişimini sadece rekabet ve piyasa güçlerinin etkileşimine bırakmak yerine “planlamaya” başlar. Elbette, sistem geleneksel sınıf mücadelesini ortadan kaldırmaz, ancak muazzam teknolojik kaynaklarını işçi sınıfının en stratejik kesimlerini asimile etmek için kullanarak onu kontrol altına almayı başarır.

Böylece, eritme teorisinin tüm itici gücü köreltilir ve ABD’de geleneksel sınıf mücadelesi sınıf savaşına dönüşemez. Tamamen burjuva boyutları içinde kalır. Marksizm aslında bir ideoloji haline gelir. Başta Rusya olmak üzere devlet kapitalizmi hareketinin en ileri biçimleri tarafından asimile edilir. Tarihin inanılmaz bir ironisiyle, Marksist “sosyalizm” büyük ölçüde Marx’ın kapitalizmin diyalektiğinde öngöremediği devlet kapitalizminin ta kendisi haline gelir.[9*] Proletarya, kapitalizmin rahminde devrimci bir sınıfa dönüşmek yerine, burjuva toplumunun bedeninde bir organa dönüşür.

Tarihin bu geç döneminde sormamız gereken soru, sınıfsız bir topluma ulaşmayı amaçlayan bir toplumsal devrimin, sınıflı bir toplumda geleneksel sınıflar arasındaki bir çatışmadan mı doğabileceği, yoksa böyle bir toplumsal devrimin ancak geleneksel sınıfların ayrışmasından, hatta özünde sınıf olmayan, büyüyen bir devrimciler tabakası olan tamamen yeni bir “sınıfın” ortaya çıkmasından mı doğabileceğidir. Bu soruyu yanıtlamaya çalışırken, Marx’ın feodal toplumdan kapitalist topluma geçişten ödünç aldığı modelden ziyade, bir bütün olarak insan toplumu için geliştirdiği daha geniş diyalektiğe dönerek daha fazla şey öğrenebiliriz. Tıpkı ilkel akrabalık klanlarının sınıflara ayrışmaya başlaması gibi, günümüzde de sınıfların kapitalist olmayan ilişki biçimlerine benzerlik gösteren tamamen yeni alt kültürlere ayrışma eğilimi vardır. Bunlar artık kesinlikle ekonomik gruplar değildir; aslında toplumsal gelişmenin kıtlık toplumunun ekonomik kategorilerini aşma eğilimini yansıtırlar. Gerçekte, kıtlık toplumundan kıtlık sonrası topluma doğru hareketin kaba ve belirsiz bir kültürel ön biçimini oluşturmaktadırlar.

Sınıfsal ayrışma süreci tüm boyutlarıyla anlaşılmalıdır. Burada “süreç” kelimesinin altını çizmek gerekir: geleneksel sınıflar ortadan kalkmadığı gibi, sınıf mücadelesi de ortadan kalkmaz. Hakim sınıf yapısını ve bunun doğurduğu çatışmaları ancak bir toplumsal devrim ortadan kaldırabilir. Mesele şu ki, geleneksel sınıf mücadelesi devrimci sonuçlar doğurmaktan çıkar; kendisini doğum sancıları olarak değil, hakim toplumun fizyolojisi olarak ortaya koyar. Aslında geleneksel sınıf mücadelesi kapitalist toplumu (ücretlerde, çalışma saatlerinde, enflasyonda, istihdamda vb.) suiistimallerini “düzelterek” istikrara kavuşturur. Kapitalist toplumdaki sendikalar kendilerini endüstriyel tekellere karşı bir “tekel” olarak oluştururlar ve neo-ticari devletleştirilmiş ekonomiye bir mülk olarak dahil edilirler. Bu mülk içinde az ya da çok çatışmalar vardır, ancak bir bütün olarak ele alındığında sendikalar sistemi güçlendirir ve sürdürülmesine hizmet eder.

“İşçi sınıfının rolü” hakkında gevezelik ederek bu sınıf yapısını pekiştirmek, geleneksel sınıf mücadelesine “devrimci” bir içerik yükleyerek onu güçlendirmek, zamanımızın yeni devrimci hareketine “işçicileri” bulaştırmak özünde gericidir. Marksist doktrinerlere, sınıf mücadelesi tarihinin bir hastalığın, meşhur “sosyal sorun “un açtığı yaraların, insanın hemcinslerine hükmederek doğa üzerinde kontrol sağlamaya çalışırken tek taraflı gelişiminin tarihi olduğunun ne kadar sıklıkla hatırlatılması gerekiyor? Bu hastalığın yan ürünü teknolojik ilerleme olduysa, ana ürünleri baskı, korkunç bir insan kanı dökülmesi ve insan ruhunun dehşet verici bir şekilde çarpıtılması olmuştur.

Hastalık sona yaklaştıkça, yaralar en derinlerinde iyileşmeye başladıkça, süreç artık bütünlüğe doğru ilerliyor; geleneksel sınıf mücadelesinin devrimci çıkarımları teorik yapılar ve toplumsal gerçeklik olarak anlamlarını yitiriyor. Çözülme süreci yalnızca geleneksel sınıf yapısını değil, aynı zamanda ataerkil aileyi, otoriter yetiştirme tarzlarını, dinin etkisini, devlet kurumlarını ve emek, feragat, suçluluk ve bastırılmış cinsellik etrafında inşa edilen gelenekleri de kapsar. Kısacası, çözülme süreci artık genelleşmekte ve neredeyse tüm geleneksel sınıfları, değerleri ve kurumları kesmektedir. Tamamen yeni meseleler, mücadele biçimleri ve örgütlenme biçimleri yaratıyor ve teori ve pratiğe tamamen yeni bir yaklaşım gerektiriyor.

Bu somut olarak ne anlama geliyor? Marksist ve devrimci olmak üzere iki yaklaşımı karşılaştıralım. Marksist doktriner, işçiye yaklaşmamızı -ya da daha iyisi, fabrikaya “girmemizi”- ve onu diğerlerine “tercih” etmemizi ister. Amaç mı? İşçiyi “sınıf bilincine” kavuşturmak. Eski soldan en neandertal örneklerden alıntı yapmak gerekirse, kişi saçını keser, geleneksel spor kıyafetler giyer, sigara ve bira için esrarı terk eder, geleneksel olarak dans eder, “kaba” tavırlar takınır ve mizahtan yoksun, donuk ve kendini beğenmiş bir tavır geliştirir[10*].

Kısacası kişi, işçinin en karikatürize edilmiş en kötü hali haline gelir: “küçük burjuva soysuzu” değil elbette, ama burjuva soysuzu. İşçi, efendilerinin bir taklidi olduğu ölçüde, kişi de işçinin bir taklidi haline gelir. Öğrencinin “işçiye” dönüştüğü bu metamorfozun altında kısır bir sinizm yatmaktadır. Fabrika ortamının telkin ettiği disiplin, işçiyi parti ortamına alıştırmak için kullanılmaya çalışılır. İşçinin endüstriyel hiyerarşiye duyduğu saygı, işçiyi parti hiyerarşisine bağlamak için kullanılmaya çalışılır. Başarılı olması halinde sadece bir hiyerarşinin diğerinin yerine geçmesine yol açabilecek olan bu iğrenç süreç, işçinin ekonomik gündelik talepleriyle ilgileniyormuş gibi yapılarak başarılır. Marksist teori bile işçinin bu aşağılanmış imajına uygun hale getirilmektedir. (Solun National Enquirer’ı olan Challenge’ın neredeyse her nüshasına bakın. Hiçbir şey işçiyi bu tür bir literatürden daha fazla sıkamaz). Nihayetinde işçi, günlük sınıf mücadelesinde sendika bürokrasisi aracılığıyla Marksist bir parti bürokrasisinden daha iyi sonuçlar alacağını bilecek kadar kurnazdır. Kırklı yıllar bunu o kadar çarpıcı bir şekilde ortaya koydu ki, bir ya da iki yıl içinde, tabandan neredeyse hiç itiraz gelmeden, sendikalar on yıldan fazla bir süredir işçi hareketinde kürekle çalışan, hatta eski CIO enternasyonallerinin en üst düzey liderliğine kadar yükselen binlerce “Marksisti” kovmayı başardı.

İşçi, daha fazla işçi olarak değil, kendi “işçiliğini” ortadan kaldırarak devrimci olur. Ve bu konuda yalnız değildir; aynı şey çiftçi, öğrenci, memur, asker, bürokrat, profesyonel ve Marksist için de geçerlidir. İşçi, çiftçiden, öğrenciden, memurdan, askerden, bürokrattan, profesyonelden ve Marksistten daha az “burjuva” değildir. Onun “işçiliği” muzdarip olduğu hastalıktır, bireysel boyutlara indirgenmiş toplumsal bir rahatsızlıktır. Lenin Ne Yapmalı’da bunu anlamıştı ama eski hiyerarşiyi kızıl bir bayrak ve bazı devrimci laf kalabalığı altında gizledi. İşçi, “işçiliğini” geri aldığında, sınıfsal statüsünden burada ve şimdi nefret etmeye başladığında, tam da Marksistlerin onda en çok değer verdiği özellikleri -iş ahlakını, endüstriyel disiplinden türeyen karakter yapısını, hiyerarşiye saygısını, liderlere itaatini, tüketimciliğini, püritenliğin kalıntılarını- bir kenara bırakmaya başladığında devrimci olmaya başlar. Bu anlamda işçi, sınıfsal statüsünden sıyrıldığı ve sınıf dışı bir bilince ulaştığı ölçüde devrimci olur. Yozlaşır ve muhteşem bir şekilde yozlaşır. Sıyrıldığı şey tam da onu tüm tahakküm sistemlerine bağlayan sınıf prangalarıdır. Kendisini tüketimciliğe, banliyöye ve muhasebeci bir yaşam anlayışına esir eden sınıfsal çıkarları terk eder[11*].

Bugün fabrikalardaki en umut verici gelişme, esrar içen, işlerini batıran, fabrikalara girip çıkan, uzun ya da uzunumsu saçlar uzatan, daha fazla ücret yerine daha fazla boş zaman talep eden, hırsızlık yapan, tüm otorite figürlerini taciz eden, yabanileşen ve işçi arkadaşlarına düşman olan genç işçilerin ortaya çıkmasıdır. Daha da umut verici olanı, bu insan tipinin, gelecekteki endüstriyel işçi sınıfının rezervuarı olan ticaret okullarında ve liselerde ortaya çıkmasıdır. İşçiler, meslek öğrencileri ve lise öğrencileri yaşam tarzlarını anarşik gençlik kültürünün çeşitli yönleriyle ilişkilendirdikleri ölçüde, proletarya kurulu düzenin korunması için bir güç olmaktan çıkıp devrim için bir güce dönüşecektir.

İnsan, maddi kıtlığa dayalı baskıcı sınıflı bir toplumdan maddi bolluğa dayalı özgürleştirici sınıfsız bir topluma dönüşümle karşı karşıya kaldığında niteliksel olarak yeni bir durum ortaya çıkar. Çürüyen geleneksel sınıf yapısından, sayıları giderek artan yeni bir insan tipi yaratılır: devrimci. Bu devrimci sadece hiyerarşik toplumun ekonomik ve siyasi öncüllerine değil, hiyerarşinin kendisine de meydan okumaya başlar. Sadece toplumsal devrim ihtiyacını dile getirmekle kalmaz, aynı zamanda mevcut toplumda mümkün olduğu ölçüde devrimci bir şekilde yaşamaya çalışır.[12*] Sadece tahakküm mirasının yarattığı biçimlere saldırmakla kalmaz, aynı zamanda şiirini gelecekten alan yeni kurtuluş biçimleri de geliştirir.

Gelecek için yapılan bu hazırlık, kıtlık sonrası özgürleştirici toplumsal ilişki biçimleriyle yapılan bu deney, eğer gelecek bir sınıflı toplumun yerine başka bir sınıflı toplumun geçmesini içeriyorsa yanıltıcı olabilir; ancak gelecek sınıflı bir toplumun yıkıntıları üzerine inşa edilmiş sınıfsız bir toplumu içeriyorsa vazgeçilmezdir. O halde devrimci değişimin “aracı” ne olacaktır? Kelimenin tam anlamıyla toplumun büyük çoğunluğu olacak, tüm farklı geleneksel sınıflardan çekilecek ve hakim sınıf yapısının kurumlarının, sosyal biçimlerinin, değerlerinin ve yaşam tarzlarının ayrıştırılmasıyla ortak bir devrimci güç olarak kaynaşacaktır. Tipik olarak en ileri unsurları, kronik bir ekonomik kriz yaşamamış ve otuzlu yılların kuşağı arasında çok yaygın olan maddi güvenlik mitine giderek daha az yönelen bir kuşak olan gençlerdir.

Bir toplumsal devrimin işçilerin aktif ya da pasif desteği olmadan gerçekleştirilemeyeceği ne kadar doğruysa, çiftçilerin, teknisyenlerin ve profesyonellerin aktif ya da pasif desteği olmadan gerçekleştirilemeyeceği de o kadar doğrudur. Hepsinden önemlisi, egemen sınıfın silahlı kuvvetlerini devşirdiği gençliğin desteği olmadan bir toplumsal devrim başarılamaz. Eğer egemen sınıf silahlı gücünü muhafaza ederse, ne kadar çok işçi destek için toplanırsa toplansın devrim kaybedilir. Bu sadece otuzlu yıllarda İspanya’da değil, ellili yıllarda Macaristan’da ve altmışlı yıllarda Çekoslovakya’da da canlı bir şekilde kanıtlanmıştır. Bugünün devrimi, doğası gereği, hatta bütünlük arayışıyla, sadece askeri ve işçiyi değil, askerlerin, işçilerin, teknisyenlerin, çiftçilerin, bilim insanlarının, profesyonellerin ve hatta bürokratların içinden çıktığı kuşağı da kazanır. Geçmişin taktik el kitaplarını bir kenara bırakan geleceğin devrimi, en az dirençli yolu izleyerek, “sınıfsal konumlarına” bakmaksızın nüfusun en duyarlı alanlarına doğru ilerler. Sadece 1860’ların ve 1917’nin çelişkilerinden değil, burjuva toplumundaki tüm çelişkilerden beslenir. Dolayısıyla sömürünün, yoksulluğun, ırkçılığın, emperyalizmin yükünü hisseden herkesi ve evet, tüketimcilik, banliyö, kitle iletişim araçları, aile, okul, süpermarket ve bastırılmış cinselliğin hakim sistemi nedeniyle yaşamları hayal kırıklığına uğrayanları kendine çeker. Burada devrimin biçimi de içeriği kadar bütünlüklü hale geliyor; sınıfsız, mülksüz, hiyerarşisiz ve tamamen özgürleştirici. Bu devrimci gelişmeye Marksizmin eskimiş reçeteleriyle dalmak, “sınıf çizgisi” ve “işçi sınıfının rolü” hakkında gevezelik etmek, bugünün ve geleceğin geçmiş tarafından yıkılması anlamına gelir. “Kadrolar”, “öncü parti”, “demokratik merkeziyetçilik” ve “proletarya diktatörlüğü” hakkında gevezelik ederek bu ölüleştirici ideolojiyi detaylandırmak düpedüz karşı devrimdir. Şimdi dikkatimizi bu “örgüt sorunu” meselesine -Leninizmin Marksizme bu hayati katkısına- yöneltmeliyiz.

Parti Efsanesi

Toplumsal devrimler partiler, gruplar ya da kadrolar tarafından yapılmaz; nüfusun geniş kesimlerini harekete geçiren köklü tarihsel güçlerin ve çelişkilerin bir sonucu olarak ortaya çıkarlar. Sadece “kitleler” mevcut toplumu tahammül edilemez bulduğu için değil (Troçki’nin iddia ettiği gibi), aynı zamanda fiili olan ile mümkün olan, olan ile olabilecek arasındaki gerilim nedeniyle de ortaya çıkarlar. Sefalet tek başına devrim üretmez; çoğu zaman amaçsız bir moral bozukluğu ya da daha kötüsü, hayatta kalmak için özel, kişisel bir mücadele üretir.

1917’deki Rus Devrimi, yaşayanların beyninde bir kabus gibi ağırlaşır çünkü büyük ölçüde “dayanılmaz koşulların”, yıkıcı bir emperyalist savaşın ürünüydü. Sahip olduğu hayaller, daha da kanlı bir iç savaş, kıtlık ve ihanet tarafından neredeyse yok edildi. Devrimden ortaya çıkan şey eski bir toplumun değil, yeni bir topluma ulaşmak için var olan umutların yıkıntılarıydı. Rus Devrimi feci şekilde başarısız oldu; çarlığın yerine devlet kapitalizmini getirdi.[13*] Bolşevikler kendi ideolojilerinin trajik kurbanları oldular ve otuzlu yıllardaki tasfiyeler sırasında bunu çok sayıda canlarıyla ödediler. Bu kıtlık devriminden herhangi bir eşsiz bilgelik elde etmeye çalışmak gülünçtür. Geçmişteki devrimlerden öğrenebileceğimiz şey, tüm devrimlerin ortak noktaları ve şu anda önümüzde açık olan muazzam olanaklarla karşılaştırıldıklarında sahip oldukları derin sınırlılıklardır. Geçmiş devrimlerin en çarpıcı özelliği kendiliğinden başlamış olmalarıdır. İster 1789 Fransız Devrimi’nin, ister 1848 devrimlerinin, ister Paris Komünü’nün, ister Rusya’daki 1905 devriminin, ister 1917’de Çar’ın devrilmesinin, ister 1956 Macar devriminin, ister 1968 Fransız genel grevinin açılış aşamaları incelensin, açılış aşamaları genellikle aynıdır: bir mayalanma dönemi kendiliğinden patlayarak kitlesel bir ayaklanmaya dönüşür. Ayaklanmanın başarılı olup olmaması, kararlılığına ve birliklerin halka geçip geçmemesine bağlıdır.

“Şanlı parti”, eğer varsa, neredeyse her zaman olayların gerisinde kalır. Şubat 1917’de Bolşeviklerin Petrograd örgütü, tam da Çar’ı devirecek olan devrimin arifesinde grev çağrısı yapılmasına karşı çıktı. Neyse ki işçiler Bolşevik “direktiflerini” görmezden geldi ve yine de greve gitti. Bunu izleyen olaylarda, hiç kimse devrim karşısında Bolşevikler de dahil olmak üzere “devrimci” partiler kadar şaşırmadı. Bolşevik lider Kayurov’un hatırladığı gibi:

“Partiden kesinlikle hiçbir yol gösterici girişim hissedilmiyordu… Petrograd komitesi tutuklanmıştı ve Merkez Komite temsilcisi Yoldaş Shliapnikov önümüzdeki gün için herhangi bir direktif veremiyordu.”[3]

Belki de bu bir şanstı. Petrograd komitesi tutuklanmadan önce, duruma ve kendi rolüne ilişkin değerlendirmesi o kadar iç karartıcıydı ki, işçiler onun rehberliğini takip etmiş olsalardı, devrimin gerçekleştiği zaman gerçekleşeceği şüphelidir.

Aynı türden bir hikaye 1917’den önceki ve sonraki ayaklanmalar için de anlatılabilir – sadece en sonuncusu olan Mayıs-Haziran 1968’de Fransa’daki öğrenci ayaklanması ve genel grevi örnek verebiliriz. Bu dönemde Paris’te bir düzineye yakın “sıkı merkezileşmiş” Bolşevik tipi örgütün var olduğunu unutmak gibi uygun bir eğilim vardır. Bu “öncü” grupların hemen hepsinin, sokak çatışmalarının ciddi bir şekilde patlak verdiği 7 Mayıs’a kadar öğrenci ayaklanmasını küçümsediğinden nadiren bahsedilir. Troçkist Jeunesse Communiste Révolutionnaire kayda değer bir istisnaydı ve esasen 22 Mart Hareketi’nin inisiyatiflerini takip ederek sadece yoluna devam etti.[14*] 7 Mayıs’a kadar tüm Maoist gruplar öğrenci ayaklanmasını çevresel ve önemsiz olarak eleştirdi; Troçkist Fédération des Étudiants Révolutionnaires bunu “maceracı” olarak gördü ve 10 Mayıs’ta öğrencilerin barikatları terk etmesini sağlamaya çalıştı; Komünist Parti elbette tamamen haince bir rol oynadı. Maocular ve Troçkistler halk hareketine önderlik etmek bir yana, baştan sona onun esiri oldular. İronik bir şekilde, bu Bolşevik grupların çoğu Sorbonne öğrenci meclisini “kontrol etmek” için utanmazca manipülatif teknikler kullandılar ve tüm meclisi demoralize eden yıkıcı bir atmosfer yarattılar. Son olarak, ironiyi tamamlamak için, tüm bu Bolşevik gruplar halk hareketi çöktüğünde “merkezi liderlik” ihtiyacı hakkında gevezelik edeceklerdi – bu hareket onların “direktiflerine” rağmen ve çoğu zaman onlara muhalif olarak meydana geldi.

Kayda değer devrimler ve ayaklanmalar sadece muhteşem anarşik bir başlangıç aşamasına sahip olmakla kalmaz, aynı zamanda kendiliğinden kendi devrimci özyönetim biçimlerini yaratma eğilimindedir. 1793-94 Paris seksiyonları, tarihteki toplumsal devrimlerin yarattığı en dikkate değer özyönetim biçimleriydi.[15*] Petrograd işçilerinin 1905’te kurduğu konseyler ya da “sovyetler” biçim olarak daha tanıdıktı. Seksiyonlardan daha az demokratik olmasına rağmen, konseyler daha sonraki birçok devrimde yeniden ortaya çıkacaktı. Devrimci özyönetimin bir başka biçimi de anarşistlerin 1936 İspanyol Devrimi’nde kurdukları fabrika komiteleriydi. Son olarak, seksiyonlar 1968’de Paris’teki Mayıs-Haziran ayaklanması ve genel grevde öğrenci meclisleri ve eylem komiteleri olarak yeniden ortaya çıktılar[16*].

Bu noktada “devrimci” partinin tüm bu gelişmelerde nasıl bir rol oynadığını sormamız gerekir. Başlangıçta, gördüğümüz gibi, “öncü” bir role değil, engelleyici bir işleve sahip olma eğilimindedir. Etkili olduğu yerlerde, devrimci güçleri “koordine” etmek yerine olayların akışını yavaşlatma eğilimindedir. Bu tesadüfi değildir. Parti, karşı çıktığını iddia ettiği toplumu yansıtan hiyerarşik çizgiler boyunca yapılandırılmıştır. Teorik iddialarına rağmen, işlevi iktidarı dağıtmak değil iktidarı ele geçirmek olan bir aygıta ve kadroya sahip bir burjuva organizması, minyatür bir devlettir. Kökleri devrim öncesi döneme dayanan bu örgüt, bürokrasinin tüm biçimlerini, tekniklerini ve zihniyetini özümsemiştir. Üyeleri itaat ve katı bir dogmanın önyargıları konusunda eğitilir ve liderliğe saygı duymaları öğretilir. Parti liderliği de emir, otorite, manipülasyon ve egomanyadan doğan alışkanlıklarla eğitilir. Parti parlamento seçimlerine katıldığında bu durum daha da kötüleşir. Seçim kampanyalarında öncü parti kendini tamamen mevcut burjuva biçimlerine benzetir ve hatta seçim partisinin gereçlerini edinir. Parti büyük matbaalar, pahalı genel merkezler ve merkezi olarak kontrol edilen süreli yayınlardan oluşan büyük bir envanter edindiğinde ve ücretli bir “aygıt”, kısacası maddi çıkarları olan bir bürokrasi geliştirdiğinde durum gerçekten kritik boyutlara ulaşır.

Parti genişledikçe, liderlik ile saflar arasındaki mesafe de kaçınılmaz olarak artar. Liderler sadece “kişilik” haline gelmekle kalmaz, aşağıdaki yaşam koşullarıyla da ilişkilerini kaybederler. Kendi acil durumlarını uzaktaki herhangi bir liderden daha iyi bilen yerel gruplar, içgörülerini yukarıdan gelen direktiflere tabi kılmak zorunda kalırlar. Yerel sorunlar hakkında doğrudan bilgi sahibi olmayan liderlik, ağır ve ihtiyatlı bir şekilde yanıt verir. Her ne kadar “daha büyük görüş”, daha büyük “teorik yeterlilik” iddiasında bulunsa da, komuta hiyerarşisinde yükseldikçe liderliğin yeterliliği azalma eğilimindedir. Gerçek kararların alındığı düzeye yaklaştıkça, karar alma sürecinin doğası daha tutucu, devreye giren faktörler daha bürokratik ve dışsal, prestij ve geri çekilme düşünceleri yaratıcılığın, hayal gücünün ve devrimci hedeflere ilgisiz bir adanmışlığın yerini alır.

Parti, hiyerarşi, kadrolar ve merkezileşme yoluyla verimlilik aradıkça devrimci bakış açısından daha az verimli hale gelir. Herkes adım adım ilerlese de, emirler genellikle yanlıştır, özellikle de olaylar hızla ilerlemeye ve beklenmedik dönüşler almaya başladığında – tüm devrimlerde olduğu gibi. Parti tek bir açıdan etkilidir: devrim başarılı olursa toplumu kendi hiyerarşik imgesine göre şekillendirmek. Bürokrasiyi, merkezileşmeyi ve devleti yeniden yaratır. Bürokrasiyi, merkezileşmeyi ve devleti besler. Bu tür bir toplumu meşrulaştıran toplumsal koşulları besler. Dolayısıyla, “şanlı parti” tarafından kontrol edilen devlet “yok olmak” yerine, bir devletin ve onu “koruyacak” bir partinin varlığını “gerekli kılan” koşulları korur.

Öte yandan, bu tür bir parti baskı dönemlerinde son derece savunmasızdır. Burjuvazinin neredeyse tüm hareketi yok etmek için liderliğini ele geçirmesi yeterlidir. Liderleri hapisteyken ya da saklanırken parti felç olur; itaatkâr üyelerin itaat edeceği kimse yoktur ve bocalama eğilimindedirler. Demoralizasyon hızla başlar. Parti sadece baskıcı atmosfer nedeniyle değil, aynı zamanda iç kaynaklarının yoksulluğu nedeniyle de çürür.

Yukarıda anlatılanlar bir dizi varsayımsal çıkarım değil, geçtiğimiz yüzyılın tüm kitlesel Marksist partilerinin – Sosyal Demokratlar, Komünistler ve Seylan Troçkist Partisi (türünün tek kitlesel partisi) – bileşik bir taslağıdır. Bu partilerin Marksist ilkeleri ciddiye almakta başarısız olduklarını iddia etmek, başka bir soruyu gizlemekten başka bir işe yaramaz: bu başarısızlık en başta neden oldu? Gerçek şu ki, bu partiler burjuva toplumuna dahil oldular çünkü burjuva çizgisinde yapılandırılmışlardı. İçlerindeki ihanet mikrobu doğuştan itibaren mevcuttu.

Bolşevik Parti 1904-1917 yılları arasında bu akıbetten tek bir nedenle kurtuldu: devrime giden yılların çoğunda yasadışı bir örgüttü. Parti sürekli olarak parçalanıyor ve yeniden kuruluyordu, sonuç olarak iktidarı ele geçirene kadar hiçbir zaman tam anlamıyla merkezileşmiş, bürokratik, hiyerarşik bir makine haline gelemedi. Dahası, hizipler tarafından delik deşik edilmişti; yoğun hizipçi atmosfer 1917 boyunca iç savaşa kadar devam etti. Bununla birlikte, Bolşevik liderlik normalde son derece muhafazakârdı ve Lenin’in 1917 boyunca mücadele etmek zorunda kaldığı bir özellikti – önce Merkez Komite’yi geçici hükümete karşı yeniden yönlendirme çabalarında (“Nisan Tezleri” üzerine ünlü çatışma), daha sonra Merkez Komite’yi Ekim ayında ayaklanmaya sürüklerken. Her iki durumda da Merkez Komite’den istifa etmekle ve görüşlerini “partinin alt kademelerine” taşımakla tehdit etti.

1918’de Brest-Litovsk anlaşması konusundaki hizipsel anlaşmazlıklar o kadar ciddileşti ki Bolşevikler neredeyse savaşan iki komünist partiye bölünecekti. Demokratik Merkeziyetçiler ve İşçi Muhalefeti gibi muhalif Bolşevik gruplar, Troçki’nin merkezileşme eğilimi üzerine Kızıl Ordu içinde gelişen muhalif hareketler bir yana, 1919 ve 1920 boyunca parti içinde sert mücadeleler yürüttü. Bolşevik Parti’nin tam olarak merkezileşmesi -daha sonra adlandırılacağı üzere “Leninist birliğin” sağlanması- Lenin’in Onuncu Parti Kongresi’ni hizipleri yasaklamaya ikna etmeyi başardığı 1921 yılına kadar gerçekleşmedi. O zamana kadar Beyaz Muhafızların çoğu ezilmiş ve yabancı müdahaleciler askerlerini Rusya’dan çekmişlerdi.

Bolşeviklerin, işçi sınıfından izole oldukları ölçüde partilerini merkezileştirme eğiliminde oldukları çok güçlü bir şekilde vurgulanamaz. Lenin bunu itiraf edecek kadar dürüst olmasına rağmen, bu ilişki son dönem Leninist çevrelerde nadiren araştırılmıştır. Rus Devrimi’nin hikayesi yalnızca Bolşevik Parti ve destekçilerinin hikayesi değildir. Sovyet tarihçileri tarafından anlatılan resmi olayların cilasının altında, daha temel bir gelişme daha vardı: daha sonra Bolşeviklerin bürokratik politikalarıyla keskin bir şekilde çatışan işçilerin ve devrimci köylülerin kendiliğinden hareketi. Şubat 1917’de Çar’ın devrilmesiyle birlikte, Rusya’nın neredeyse tüm fabrikalarındaki işçiler kendiliğinden fabrika komiteleri kurarak endüstriyel faaliyetler üzerinde giderek daha fazla hak iddia etmeye başladılar. Haziran 1917’de Petrograd’da “üretim ve dağıtım üzerinde emeğin tam kontrolünün örgütlenmesi” çağrısında bulunan tüm Rusya’yı kapsayan bir fabrika komiteleri konferansı düzenlendi. Konferans Bolşeviklerin yanında yer almasına rağmen, Rus Devrimi’nin Leninist anlatılarında bu konferansın taleplerinden nadiren bahsedilir. Fabrika komitelerini “proletaryanın tüm ülkedeki en doğrudan ve şüphe götürmez temsili” olarak tanımlayan Troçki, üç ciltlik devasa devrim tarihinde bu komiteleri periferik olarak ele alır. Yine de bu kendiliğinden özyönetim organizmaları o kadar önemliydi ki, 1917 yazında Sovyetleri kazanma konusunda umutsuzluğa kapılan Lenin, “Tüm İktidar Sovyetlere” sloganını “Tüm İktidar Fabrika Komitelerine” sloganıyla değiştirmeye hazırdı. Bu talep Bolşevikleri tamamen anarko-sendikalist bir konuma fırlatacaktı, ancak orada çok uzun süre kalacakları şüphelidir.

Ekim Devrimi’yle birlikte tüm fabrika komiteleri fabrikaların kontrolünü ele geçirerek burjuvaziyi devirdi ve sanayinin kontrolünü tamamen ele geçirdi. Lenin’in 14 Kasım 1917 tarihli ünlü kararnamesi, işçi denetimi kavramını kabul ederken, sadece tamamlanmış bir gerçeği kabul ediyordu; Bolşevikler bu erken tarihte işçilere karşı çıkmaya cesaret edemediler. Ancak fabrika komitelerinin gücünü azaltmaya başladılar. Ocak 1918’de, işçilerin kontrolünü “kararname” haline getirdikten sadece iki ay sonra, Lenin fabrikaların yönetiminin sendika kontrolü altına alınmasını savunmaya başladı. Bolşeviklerin “sabırla” işçi kontrolünü denedikleri, ancak bunu “verimsiz” ve “kaotik” buldukları hikayesi bir efsanedir. Onların “sabrı” birkaç haftadan fazla sürmedi. Lenin 14 Kasım kararnamesinden sonraki birkaç hafta içinde doğrudan işçi denetimine karşı çıkmakla kalmadı, sendika denetimi bile kurulduktan kısa bir süre sonra sona erdi. 1918 yazına gelindiğinde, Rus sanayisinin neredeyse tamamı burjuva yönetim biçimleri altına sokulmuştu. Lenin’in ifadesiyle, “devrim… tam da sosyalizmin çıkarları için, kitlelerin emek sürecinin liderlerinin tek iradesine tartışmasız itaat etmesini talep etmektedir.”[17*] Bundan sonra, işçi denetimi yalnızca “verimsiz”, “kaotik” ve “pratik olmayan” olarak değil, aynı zamanda “küçük burjuva” olarak da kınandı!

Sol Komünist Osinsky tüm bu sahte iddialara şiddetle saldırdı ve partiyi uyardı: “Sosyalizm ve sosyalist örgütlenme proletaryanın kendisi tarafından kurulmalıdır, yoksa hiç kurulmaz; başka bir şey kurulur-devlet kapitalizmi.”[4] Bolşevik parti “sosyalizmin çıkarları” için proletaryayı kendi çabaları ve inisiyatifiyle fethettiği her alandan uzaklaştırdı. Parti devrimi koordine etmedi, hatta ona önderlik bile etmedi; ona hükmetti. Önce işçi denetimi, daha sonra da sendika denetiminin yerini, devrim öncesi dönemde var olan herhangi bir yapı kadar korkunç, ayrıntılı bir hiyerarşi aldı. Daha sonraki yılların da göstereceği gibi, Osinsky’nin kehaneti gerçeğe dönüştü.

“Kimin galip geleceği” sorunu -Bolşevikler mi yoksa Rus “kitleleri”- hiçbir şekilde fabrikalarla sınırlı kalmadı. Sorun şehirlerde olduğu kadar kırsal kesimde de yeniden ortaya çıktı. Kapsamlı bir köylü savaşı işçi hareketini canlandırmıştı. Resmi Leninist açıklamaların aksine, tarımsal ayaklanma hiçbir şekilde toprağın özel arazilere yeniden dağıtılmasıyla sınırlı değildi. Ukrayna’da, Nestor Makhno’nun anarşist milislerinden etkilenen ve “Herkesten yeteneğine göre; herkese ihtiyacına göre” komünist düsturunu rehber edinen köylüler, çok sayıda kırsal komün kurdular. Başka yerlerde, kuzeyde ve Sovyet Asya’da, kısmen Sol Sosyal Devrimcilerin inisiyatifiyle ve büyük ölçüde Rus köyü mir’den kaynaklanan geleneksel kolektivist dürtülerin bir sonucu olarak bu organizmalardan birkaç bin tane kuruldu. Bu komünlerin çok sayıda olması ya da çok sayıda köylüyü kucaklaması pek önemli değildir; önemli olan, burjuva toplumunun insanlıktan çıkarıcı değerlerinin çok üstünde yer alan ahlaki ve sosyal bir ruhun çekirdeği olan otantik halk organizmaları olmalarıdır.

Bolşevikler bu organizmaları en başından beri hoş karşılamadı ve sonunda mahkum etti. Lenin’e göre, tarımsal girişimin tercih edilen, daha “sosyalist” biçimi devlet çiftliği tarafından temsil ediliyordu – devletin toprağa ve tarım ekipmanlarına sahip olduğu, köylüleri ücret temelinde işe alan yöneticiler atadığı bir tarım fabrikası. İşçilerin kontrolüne ve tarım komünlerine yönelik bu tutumlarda, Bolşevik Parti’ye nüfuz eden esasen burjuva ruhu ve zihniyeti görülmektedir – sadece teorilerinden değil, aynı zamanda kurumsal örgütlenme biçiminden de kaynaklanan bir ruh ve zihniyet. Aralık 1918’de Lenin, köylülerin komünlere girmeye “zorlandığı” bahanesiyle komünlere karşı bir saldırı başlattı. Aslında bu komünist özyönetim biçimlerini örgütlemek için çok az zorlama kullanıldı. Sovyet komünlerini ayrıntılı olarak inceleyen Robert G. Wesson’ın da belirttiği gibi: “Komünlere girenler bunu büyük ölçüde kendi iradeleriyle yapmış olmalıdır.”[5] Komünler bastırılmadı ama Stalin tüm gelişmeyi yirmili yılların sonu ve otuzlu yılların başındaki zorunlu kolektifleştirme hareketleriyle birleştirene kadar büyümeleri engellendi.

1920’ye gelindiğinde Bolşevikler kendilerini Rus işçi sınıfı ve köylülüğünden soyutlamışlardı. İşçi denetiminin ortadan kaldırılması, Makhnovtsy’nin bastırılması, ülkedeki kısıtlayıcı siyasi atmosfer, şişirilmiş bürokrasi ve iç savaş yıllarından miras kalan ezici maddi yoksulluk birlikte ele alındığında, Bolşevik yönetimine karşı derin bir düşmanlık yarattı. Çatışmaların sona ermesiyle birlikte, Rus toplumunun derinliklerinden “üçüncü bir devrim” için bir hareket yükseldi – Bolşeviklerin iddia ettiği gibi geçmişi restore etmek için değil, kitleleri 1917 Bolşevik programı etrafında toplayan ekonomik olduğu kadar siyasi özgürlük hedeflerini gerçekleştirmek için. Yeni hareket en bilinçli biçimini Petrograd proletaryasında ve Kronstadt denizcileri arasında buldu. Aynı zamanda parti içinde de ifadesini buldu: Bolşevikler arasında anti-merkeziyetçi ve anarko-sendikalist eğilimlerin büyümesi öyle bir noktaya ulaştı ki, bu meselelere yönelen muhalif gruplardan oluşan bir blok, Moskova’daki bir il konferansında Merkez Komite taraftarlarının 154 sandalyesine karşılık 124 sandalye kazandı.

2 Mart 1921’de Kronstadt’ın “kızıl denizcileri” açık bir isyan başlatarak “Emekçilerin Üçüncü Devrimi” bayrağını yükselttiler. Kronstadt’ın programı, Sovyetler için serbest seçimler, anarşistler ve sol sosyalist partiler için ifade ve basın özgürlüğü, özgür sendikalar ve sosyalist partilere mensup tüm mahkumların serbest bırakılması talepleri etrafında şekilleniyordu. Bolşevikler tarafından bu ayaklanmayı açıklamak için en utanmaz hikayeler uyduruldu ve daha sonraki yıllarda bunların yüzsüz yalanlar olduğu kabul edildi. Kronstadt’taki Komünist Parti üyelerinin büyük çoğunluğu, parti liderlerini Ekim Devrimi’ne ihanet etmekle suçlayan denizcilere -tam da Komünistler olarak- katılmış olmasına rağmen, isyan bir “Beyaz Muhafız komplosu” olarak nitelendirildi. Robert Vincent Daniels’ın Bolşevik muhalif hareketler üzerine yaptığı çalışmada gözlemlediği gibi:

“Sıradan Komünistler gerçekten de o kadar güvenilmezdi ki… hükümet ne Kronstadt’a saldırıda ne de Kronstadt’ın destek umudunu bağladığı Petrograd’da düzeni sağlamada onlara güvenmedi. Kullanılan birliklerin ana gövdesini Çekistler ve Kızıl Ordu eğitim okullarından gelen subay adayları oluşturuyordu. Kronstadt’a yönelik nihai saldırı Komünist Parti’nin üst düzey yetkilileri tarafından yönetildi – Onuncu Parti Kongresi delegelerinden oluşan büyük bir grup bu amaçla Moskova’dan aceleyle getirildi.”[6]

Rejim içeride o kadar zayıftı ki, seçkinler kendi kirli işlerini kendileri yapmak zorunda kaldı.

Kronstadt isyanından daha da önemlisi, Petrograd işçileri arasında gelişen grev hareketiydi; bu hareket denizcilerin ayaklanmasını tetikledi. Leninist tarihler bu kritik önemdeki gelişmeyi anlatmazlar. İlk grevler 23 Şubat 1921’de Troubotchny fabrikasında patlak verdi. Birkaç gün içinde hareket bir fabrikadan diğerine sıçradı, ta ki 28 Şubat’ta ünlü Putilov fabrikaları – “Devrimin potası”- greve gidene kadar. İşçiler sadece ekonomik talepleri değil, birkaç gün sonra Kronstadt denizcileri tarafından dile getirilecek olan tüm talepleri öngören belirgin siyasi talepleri de dile getirdiler. Bolşevikler 24 Şubat’ta Petrograd’da bir “kuşatma hali” ilan ettiler ve grev liderlerini tutuklayarak işçilerin gösterilerini subay öğrencileriyle bastırdılar. Gerçek şu ki, Bolşevikler yalnızca bir “denizci isyanını” bastırmakla kalmadılar; işçi sınıfının kendisini de ezdiler. İşte bu noktada Lenin, Rus Komünist Partisi’ndeki hiziplerin yasaklanmasını talep etti. Partinin merkezileşmesi artık tamamlanmıştı ve Stalin’in önü açılmıştı.

Bu olayları ayrıntılı olarak ele aldık çünkü son dönem Marksist-Leninistlerin kaçındığı bir sonuca götürüyorlar: Bolşevik Parti, Lenin’in zamanında bir devrimi başarmak ya da bir Beyaz Muhafız karşı devrimini bastırmak için değil, temsil ettiğini iddia ettiği toplumsal güçlere karşı kendi karşı devrimini gerçekleştirmek için maksimum merkezileşme derecesine ulaştı. Hizipler yasaklanmış ve “kapitalist restorasyonu” önlemek için değil, sovyet demokrasisi ve toplumsal özgürlük için kitlesel bir işçi hareketini kontrol altına almak için yekpare bir parti yaratılmıştı. 1921’in Lenin’i, 1917’nin Lenin’inin karşısında duruyordu.

Bundan sonra Lenin basitçe bocaladı. Her şeyden önce partisinin sorunlarını toplumsal çelişkilere bağlamaya çalışan bu adam, kendi yarattığı bürokratikleşmeyi durdurmak için son bir çabayla kendini kelimenin tam anlamıyla örgütsel bir “sayı oyunu” oynarken buldu. Lenin’in son yıllarından daha acıklı ve trajik bir şey yoktur. Basit bir Marksist formüller bütünü tarafından felç edilen Lenin, örgütsel olanlardan daha iyi bir karşı önlem düşünemez. Parti ve devletteki bürokratik deformasyonları düzeltmek için İşçi ve Köylü Müfettişliği’nin kurulmasını önerir ve bu organ Stalin’in kontrolü altına girer ve kendi içinde son derece bürokratik hale gelir. Lenin daha sonra İşçi ve Köylü Teftişinin boyutunun küçültülmesini ve Kontrol Komisyonu ile birleştirilmesini önerir. Merkez Komite’nin genişletilmesini savunur. Bu şekilde devam eder: bu organ büyütülecek, diğeri bir başkasıyla birleştirilecek, bir üçüncüsü de değiştirilecek ya da kaldırılacaktır. Örgütsel biçimlerin garip balesi, sanki sorun örgütsel yollarla çözülebilecekmiş gibi, ölümüne kadar devam eder. Lenin’in açık bir hayranı olan Mosche Lewin’in de itiraf ettiği gibi, Bolşevik lider “hükümet sorunlarına daha çok ‘elitist’ bir zihin yapısına sahip bir baş yönetici gibi yaklaştı. Hükümete toplumsal analiz yöntemlerini uygulamamış ve onu yalnızca örgütsel yöntemler açısından ele almakla yetinmiştir.”[7]

Burjuva devrimlerinde “ifadenin içeriğin ötesine geçtiği” doğruysa, Bolşevik devriminde biçimler içeriğin yerini almıştır. Sovyetler işçilerin ve fabrika komitelerinin, parti Sovyetlerin, Merkez Komite Partinin ve Polit Büro Merkez Komitenin yerini aldı. Kısacası, araçlar amaçların yerini aldı. Biçimin içerikle bu inanılmaz ikamesi Marksizm-Leninizmin en karakteristik özelliklerinden biridir. Mayıs-Haziran olayları sırasında Fransa’daki tüm Bolşevik örgütler, etkilerini ve üyeliklerini arttırmak için Sorbonne öğrenci meclisini yok etmeye hazırdı. Temel kaygıları devrim ya da öğrenciler tarafından yaratılan özgün toplumsal biçimler değil, kendi partilerinin büyümesiydi.

Rusya’da bürokrasinin büyümesini sadece tek bir güç durdurabilirdi: toplumsal bir güç. Rus proletaryası ve köylülüğü, uygulanabilir fabrika komiteleri, kırsal komünler ve özgür Sovyetlerin geliştirilmesi yoluyla özyönetim alanını genişletmeyi başarabilseydi, ülkenin tarihi dramatik bir şekilde farklı bir yön alabilirdi. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da sosyalist devrimlerin başarısızlığa uğramasının Rusya’da devrimin tecrit edilmesine yol açtığına şüphe yoktur. Rusya’nın maddi yoksulluğu, çevresindeki kapitalist dünyanın baskısıyla birleştiğinde, sosyalist ya da tutarlı bir şekilde özgürlükçü bir toplumun gelişmesine açıkça engel olmuştur. Ancak hiçbir şekilde Rusya’nın devlet kapitalizmi çizgisinde gelişmesi emredilmiş değildi; Lenin ve Troçki’nin başlangıçtaki beklentilerinin aksine, devrim dışarıdan orduların işgaliyle değil, iç güçler tarafından yenilgiye uğratıldı. Aşağıdan gelen hareket 1917’de devrimin ilk kazanımlarını geri getirebilseydi, işçilerin sanayi üzerindeki kontrolüne, tarımda özgürce gelişen bir köylü ekonomisine ve fikirlerin, programların ve siyasi hareketlerin canlı bir etkileşimine dayanan çok yönlü bir toplumsal yapı gelişebilirdi. En azından Rusya totaliter zincirlere vurulmamış ve Stalinizm dünya devrimci hareketini zehirleyerek faşizme ve İkinci Dünya Savaşı’na giden yolu açmamış olurdu.

Ancak Bolşevik Parti’nin gelişimi, Lenin’in ya da Troçki’nin “iyi niyetleri” ne olursa olsun, bu gelişmeyi engelledi. Bolşevikler, sanayide fabrika komitelerinin gücünü yok ederek ve Makhnovtsy’yi, Petrograd işçilerini ve Kronstadt denizcilerini ezerek, Rus bürokrasisinin Rus toplumu üzerindeki zaferini neredeyse garanti altına aldılar. Tamamen burjuva bir kurum olan merkezileşmiş parti, en uğursuz biçimiyle karşı devrimin sığınağı haline geldi. Bu, kendisini kızıl bayrağa ve Marx’ın terminolojisine bürüyen gizli bir karşı devrimdi. Nihayetinde Bolşeviklerin 1921’de bastırdığı şey bir “ideoloji” ya da “Beyaz Muhafız komplosu” değil, Rus halkının zincirlerinden kurtulma ve kendi kaderini kontrol altına alma mücadelesiydi.[18*] Rusya için bu, Stalinist diktatörlüğün kâbusu anlamına geliyordu; otuzlu yılların kuşağı içinse faşizmin dehşeti ve Avrupa ile ABD’deki Komünist partilerin ihaneti anlamına geliyordu.

İki Gelenek

Leninizmin tek bir adamın ürünü olduğunu düşünmek inanılmaz derecede saflık olur. Hastalık çok daha derinlerde, sadece Marksist teorinin sınırlılıklarında değil, Marksizmi üreten toplumsal çağın sınırlılıklarında yatmaktadır. Bu açıkça anlaşılmazsa, Marx, Engels, Lenin ve Troçki’nin kendi dönemlerinde olduğu gibi bugün de olayların diyalektiğine karşı kör kalacağız. Bizim için bu körlük daha da anlaşılmaz olacaktır çünkü arkamızda bu adamların teorilerini geliştirirken yoksun oldukları zengin bir deneyim yatmaktadır.

Karl Marx ve Friedrich Engels merkeziyetçiydiler – sadece siyasi olarak değil, sosyal ve ekonomik olarak da. Bu gerçeği hiçbir zaman inkar etmediler ve yazıları siyasi, örgütsel ve ekonomik merkeziyetçiliğe övgülerle doludur. Mart 1850 gibi erken bir tarihte, ünlü “Merkez Konsey’in Komünist Birliğe Hitabı “nda, işçileri yalnızca “tek ve bölünmez Alman cumhuriyeti için değil, aynı zamanda bu cumhuriyette iktidarın devlet otoritesinin elinde en kararlı şekilde merkezileştirilmesi için” mücadele etmeye çağırırlar. Bu talep hafife alınmasın diye, aynı paragrafın sonunda sürekli olarak tekrarlanmaktadır: “1793’te Fransa’da olduğu gibi, bugün de Almanya’da en katı merkezileşmenin gerçekleştirilmesi gerçekten devrimci partinin görevidir.”

Aynı tema daha sonraki yıllarda sürekli olarak yeniden ortaya çıkmaktadır. Örneğin Fransa-Prusya Savaşı patlak verdiğinde, Marx Engels’e şöyle yazar:

“Fransızların bir dayağa ihtiyacı var. Prusyalılar kazanırsa, devlet iktidarının merkezileşmesi Alman işçi sınıfının merkezileşmesi için yararlı olacaktır.”[8]

Ancak Marx ve Engels, merkeziyetçiliğin erdemlerine inandıkları için merkeziyetçi değillerdi. Tam tersine, hem Marksizm hem de anarşizm özgürleşmiş, komünist bir toplumun kapsamlı bir ademi merkeziyetçiliği, bürokrasinin tasfiyesini, devletin lağvedilmesini ve büyük şehirlerin parçalanmasını gerektirdiği konusunda her zaman hemfikir olmuştur.” Engels Anti-Dühring’de, “Kent ve kır arasındaki antitezin ortadan kaldırılması yalnızca mümkün değildir. “Bu doğrudan bir zorunluluk haline gelmiştir… havanın, suyun ve toprağın mevcut zehirlenmesine ancak kent ve kırın birleşmesiyle son verilebilir. …” Engels’e göre bu, “nüfusun tüm ülke üzerinde eşit dağılımını”[9]-kısacası, şehirlerin fiziksel olarak merkezden uzaklaştırılmasını- gerektirir.

Marksist merkeziyetçiliğin kökenleri, ulusal devletin oluşumundan kaynaklanan sorunlarda yatmaktadır. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına kadar Almanya ve İtalya çok sayıda bağımsız dükalık, prenslik ve krallığa bölünmüştü. Marx ve Engels, bu coğrafi birimlerin birleşik uluslar halinde birleştirilmesinin, modern sanayi ve kapitalizmin gelişmesi için olmazsa olmaz bir koşul olduğuna inanıyordu. Merkeziyetçiliğe övgüleri herhangi bir merkeziyetçi gizemden değil, içinde yaşadıkları dönemin olaylarından -teknolojinin, ticaretin, birleşik bir işçi sınıfının ve ulusal devletin gelişiminden- kaynaklanıyordu. Kısacası, bu konudaki kaygıları kapitalizmin ortaya çıkışıyla, kaçınılmaz maddi kıtlık çağında burjuva devriminin görevleriyle ilgilidir. Öte yandan Marx’ın “proleter devrime” yaklaşımı belirgin bir şekilde farklıdır. Paris Komünü’nü “Fransa’nın tüm sanayi merkezleri için bir model” olarak coşkuyla över. “Bu rejim” diye yazıyor, “Paris’te ve ikincil merkezlerde bir kez kurulduktan sonra, eski merkezi hükümet taşrada da yerini üreticilerin özyönetimine bırakmak zorunda kalacaktır.” (Vurgular eklenmiştir.) Ulusun birliği elbette ortadan kalkmayacak ve komünizme geçiş sürecinde merkezi bir hükümet var olacaktır, ancak işlevleri sınırlı olacaktır.

Amacımız Marx ve Engels’ten alıntılar yapmak değil, Marksizmin bugün eleştirilmeden kabul edilen temel ilkelerinin aslında Amerika Birleşik Devletleri ve Batı Avrupa’da kapitalizmin gelişmesiyle çoktan aşılmış bir dönemin ürünü olduğunu vurgulamaktır. Marx kendi zamanında sadece “proleter devrimin” sorunlarıyla değil, aynı zamanda özellikle Almanya, İspanya, İtalya ve Doğu Avrupa’daki burjuva devriminin sorunlarıyla da meşguldü. Sanayi Devrimi’nin kömür-çelik teknolojisinin ötesine geçememiş kapitalist ülkelerde kapitalizmden sosyalizme geçiş sorunlarıyla ve el sanatları ve lonca sisteminin ötesine geçememiş ülkelerde feodalizmden kapitalizme geçiş sorunlarıyla ilgilenmiştir. Bu kaygıları genel olarak ifade etmek gerekirse, Marx özgürlüğün koşullarından (adem-i merkeziyetçilik, toplulukların oluşumu, insan ölçeği, doğrudan demokrasi) ziyade, her şeyden önce özgürlüğün önkoşullarıyla (teknolojik gelişme, ulusal birleşme, maddi bolluk) meşguldü. Teorileri hala yaşam alanında değil, hayatta kalma alanında demirlenmiştir.

Bu bir kez kavrandığında, Marx’ın teorik mirasını anlamlı bir perspektife yerleştirmek, zengin katkılarını tarihsel olarak sınırlı, hatta felç edici, kendi zamanımızdaki prangalarından ayırmak mümkündür. Marx’ın diyalektiği, tarihsel materyalizmin sağladığı pek çok ufuk açıcı kavrayış, meta ilişkisinin mükemmel eleştirisi, ekonomi teorilerinin pek çok unsuru, yabancılaşma teorisi ve hepsinden önemlisi özgürlüğün maddi önkoşulları olduğu düşüncesi – bunlar devrimci düşünceye kalıcı katkılardır.

Aynı şekilde, Marx’ın devrimci değişimin “öznesi” olarak sanayi proletaryasına yaptığı vurgu, sınıflı toplumdan sınıfsız topluma geçişi açıklarken kullandığı “sınıf analizi”, proletarya diktatörlüğü kavramı, merkeziyetçiliğe yaptığı vurgu, (devlet kapitalizmini sosyalizmle karıştırma eğiliminde olan) kapitalist gelişme teorisi, seçim partileri aracılığıyla siyasi eylemi savunması – bunlar ve bunlarla bağlantılı pek çok kavram günümüz bağlamında yanlıştır ve göreceğimiz gibi kendi zamanında bile yanıltıcı olmuştur. Bunlar onun vizyonunun sınırlılıklarından, daha doğrusu zamanının sınırlılıklarından kaynaklanmaktadır. Ancak Marx’ın kapitalizmi tarihsel olarak ilerici, sosyalizmin gelişimi için vazgeçilmez bir aşama olarak gördüğü hatırlanırsa anlam kazanırlar ve yalnızca Almanya’nın burjuva demokratik görevler ve ulusal birleşme ile karşı karşıya olduğu bir dönemde pratik uygulanabilirlikleri vardır. (Marx’ın bu yaklaşımı benimsemekte haklı olduğunu söylemeye çalışmıyoruz, sadece bu yaklaşımın kendi zamanı ve mekânı içinde değerlendirildiğinde anlamlı olduğunu söylüyoruz). Tıpkı Rus Devrimi’nin Bolşevizm ile çatışan bir yeraltı “kitle” hareketi içermesi gibi, tarihte de tüm otorite sistemleriyle çatışan bir yeraltı hareketi vardır. Bu hareket zamanımıza “anarşizm” adı altında girmiştir, ancak hiçbir zaman tek bir ideoloji ya da kutsal metinler bütünü tarafından kuşatılmamıştır. Anarşizm, her türlü zorlamaya karşı insanlığın özgürlükçü bir hareketidir ve zaman içinde mülkiyetçi toplumun, sınıf egemenliğinin ve devletin ortaya çıkışına kadar uzanır. Bu dönemden itibaren ezilenler, toplumsal düzenin kendiliğinden gelişimini hapsetmeye çalışan tüm biçimlere karşı direnmişlerdir. Anarşizm, bir tarihsel dönemden diğerine büyük geçiş dönemlerinde toplumsal arenada ön plana çıkmıştır. Antik ve feodal dünyanın çöküşü, tüm otorite, ayrıcalık ve zorlama sistemlerine son verilmesini talep eden, bazı durumlarda çılgınca Dionysos karakterli kitlesel hareketlerin yükselişine tanıklık etmiştir.

Geçmişin anarşik hareketleri büyük ölçüde başarısız oldu çünkü düşük teknoloji seviyesinin bir fonksiyonu olan maddi kıtlık, insan çıkarlarının organik bir uyumunu bozdu. Maddi olarak yoksullukta eşitlikten daha fazlasını vaat edemeyen her toplum, her zaman yeni bir ayrıcalık sistemini yeniden tesis etmeye yönelik köklü eğilimler doğurmuştur. Çalışma gününü kayda değer ölçüde azaltabilecek bir teknolojinin yokluğunda, çalışma ihtiyacı öz yönetime dayalı toplumsal kurumları geçersiz kılmıştır. Fransız Devrimi’nin Girondinleri, iş gününü devrimci Paris’e karşı kullanabileceklerini zekice fark etmişlerdi. Radikal unsurları şubelerden dışlamak için, Parisli işçilerin işlerinden döndükleri saat olan 22:00’den önce tüm meclis toplantılarını sona erdirecek bir yasa çıkarmaya çalıştılar. Gerçekten de, geçmiş devrimlerin anarşik aşamalarını sona erdiren yalnızca manipülatif teknikler ve “öncü” örgütlerin ihaneti değil, aynı zamanda geçmiş dönemlerin maddi sınırlarıydı. “Kitleler” her zaman ömür boyu sürecek bir çalışmaya geri dönmek zorunda kaldılar ve devrimin ötesine geçebilecek özyönetim organları kurmakta nadiren özgür oldular.

Bununla birlikte, Bakunin ve Kropotkin gibi anarşistler, Marx’ı merkeziyetçiliğe yaptığı vurgu ve elitist örgütlenme kavramları nedeniyle eleştirmekte hiçbir şekilde haksız değillerdi. Merkeziyetçilik geçmişteki teknolojik ilerlemeler için kesinlikle gerekli miydi? Ulus-devlet ticaretin genişlemesi için vazgeçilmez miydi? İşçi hareketi son derece merkezileşmiş ekonomik girişimlerin ve “bölünmez” devletin ortaya çıkmasından fayda sağladı mı? Marksizmin bu ilkelerini eleştirmeden kabul etme eğilimindeyiz, çünkü kapitalizm merkezileşmiş bir siyasi arenada gelişti. Geçen yüzyılın anarşistleri, Marx’ın merkeziyetçi yaklaşımının, zamanın olaylarını etkilediği ölçüde, burjuvaziyi ve devlet aygıtını o kadar güçlendireceği ve kapitalizmin yıkılmasının son derece zor olacağı konusunda uyarıda bulundular. Devrimci parti, bu merkeziyetçi, hiyerarşik özellikleri kopyalayarak, devrim sonrası toplumda hiyerarşi ve merkeziyetçiliği yeniden üretecektir.

Bakunin, Kropotkin ve Malatesta anarşizmin bir gecede kurulabileceğine inanacak kadar saf değillerdi. Marx ve Engels bu fikri Bakunin’e atfederek Rus anarşistlerin görüşlerini kasıtlı olarak çarpıtmışlardır. Geçen yüzyılın anarşistleri de devletin ortadan kaldırılmasının, Marx’ın Devlet ve Devrim’de Lenin tarafından düşüncesizce tekrarlanan belirsiz terim seçimini kullanmak gerekirse, devrimden hemen sonra “silah bırakmayı” içerdiğine inanmadılar. Gerçekten de, Devlet ve Devrim’de “Marksizm” olarak geçen pek çok şey saf anarşizmdir -örneğin, profesyonel silahlı organların yerine devrimci milislerin ikame edilmesi ve parlamenter organların yerine özyönetim organlarının ikame edilmesi gibi. Lenin’in broşüründe gerçek anlamda Marksist olan şey “katı merkeziyetçilik” talebi, “yeni” bir bürokrasinin kabulü ve sovyetlerin devletle özdeşleştirilmesidir.

Geçen yüzyılın anarşistleri, “kitlelerin” devrimci ruhunu ezmeden ve özgürleşmenin önüne yeni engeller çıkarmadan sanayileşmeyi başarma sorunuyla derinden meşguldü. Merkezileşmenin burjuvazinin devrime direnme yeteneğini güçlendireceğinden ve işçilere itaat duygusu aşılayacağından korkuyorlardı. Sadece yapısal anlamda değil, manevi anlamda da özgür bir topluma sıçrama tahtası sağlayabilecek tüm kapitalizm öncesi komünal biçimleri (Rus mir’i ve İspanyol pueblo’su gibi) kurtarmaya çalıştılar. Bu nedenle kapitalizm altında bile adem-i merkeziyetçiliğe duyulan ihtiyacı vurguladılar. Marksist partilerin aksine, örgütleri burjuva toplumunun küçük düşürücü ve sıradanlaştırıcı etkisine karşı koymak için “bütüncül eğitim” dedikleri şeye -tüm insanın gelişimi- büyük önem verdiler. Anarşistler, kapitalizm altında mümkün olduğu ölçüde geleceğin değerleriyle yaşamaya çalıştılar. “Kitlelerin” inisiyatifini güçlendirmek, isyan ruhunu korumak ve kendiliğindenliği teşvik etmek için doğrudan eyleme inanıyorlardı. Kontrolün yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya doğru uygulanacağı karşılıklı yardımlaşma ve kardeşliğe dayalı örgütler geliştirmeye çalıştılar.

Burada anarşist örgütsel biçimlerin doğasını biraz ayrıntılı olarak incelemek için duraklamalıyız, çünkü konu korkunç miktarda saçmalıkla karartılmıştır. Anarşistler ya da en azından anarko-komünistler örgütlenme ihtiyacını kabul ederler.[19*] Bu noktayı tekrarlamak zorunda kalmak, Marx’ın toplumsal devrim ihtiyacını kabul edip etmediğini tartışmak kadar saçma olmalıdır.

Burada söz konusu olan asıl soru örgütlenmeye karşı örgütsüzlük değil, anarko-komünistlerin ne tür bir örgütlenme kurmaya çalıştıklarıdır. Farklı türlerdeki anarko-komünist örgütlerin ortak noktası, yukarıdan tasarlanmış yapılar değil, aşağıdan gelen organik gelişmelerdir. Bunlar yaratıcı devrimci bir yaşam tarzını yaratıcı devrimci bir teoriyle birleştiren toplumsal hareketlerdir, yaşam tarzları çevrelerindeki burjuva ortamından ayırt edilemeyen ve ideolojileri katı “denenmiş ve test edilmiş programlara” indirgenmiş siyasi partiler değil. İnsani olarak mümkün olduğu ölçüde, ulaşmaya çalıştıkları özgürleşmiş toplumu yansıtmaya çalışırlar, hakim hiyerarşi, sınıf ve otorite sistemini kölece kopyalamaya değil. Ortak hareket etme kabiliyetleri inisiyatife, özgürce varılan kanaatlere ve derin bir kişisel katılıma dayanan samimi kardeş grupları – yakınlık grupları – etrafında inşa edilirler, uysal bir üyelikle şekillenen ve her şeyi bilen bir avuç lider tarafından yukarıdan manipüle edilen bürokratik bir aygıt etrafında değil.

Anarko-komünistler gruplar arasında koordinasyona, disipline, titiz planlamaya ve eylemde birliğe duyulan ihtiyacı inkar etmezler. Ancak koordinasyonun, disiplinin, planlamanın ve eylem birliğinin gönüllü olarak, inanç ve anlayışla beslenen bir öz disiplin yoluyla sağlanması gerektiğine inanırlar, zorlama ve yukarıdan gelen emirlere akılsızca, sorgusuz sualsiz itaat yoluyla değil. Merkeziyetçiliğe atfedilen etkinliği hiyerarşik, merkezi bir yapı kurarak değil, gönüllülük ve içgörü yoluyla elde etmeye çalışırlar. İhtiyaçlara veya koşullara bağlı olarak, yakınlık grupları bu etkinliği meclisler, eylem komiteleri ve yerel, bölgesel veya ulusal konferanslar yoluyla elde edebilir. Ancak kendi içinde bir amaç haline gelen bir örgütsel yapının, pratik görevleri tamamlandıktan sonra oyalanan komitelerin, “devrimciyi” akılsız bir robota indirgeyen bir “liderliğin” kurulmasına şiddetle karşı çıkarlar.

Bu sonuçlar uçarı “bireyci” dürtülerin sonucu değildir; tam tersine, geçmiş devrimlerin, merkezileşmiş partilerin devrimci süreç üzerindeki etkisinin ve potansiyel maddi bolluk çağında toplumsal değişimin doğasının titiz bir incelemesinden ortaya çıkarlar. Anarko-komünistler tüm büyük toplumsal devrimleri başlatan anarşik evreyi korumaya ve genişletmeye çalışırlar. Marksistlerden bile daha fazla, devrimlerin derin tarihsel süreçler tarafından üretildiğini kabul ederler. Hiçbir merkezi komite toplumsal bir devrim “yapmaz”; en iyi ihtimalle bir darbe yapabilir, bir hiyerarşinin yerine bir başkasını geçirebilir – ya da daha kötüsü, herhangi bir yaygın etkiye sahipse devrimci bir süreci durdurabilir. Bir merkez komite, iktidarı elde etmek, iktidarı yeniden yaratmak, “kitlelerin” kendi devrimci çabalarıyla elde ettiklerini kendine toplamak için bir organdır. Bu temel gerçekleri görmemek için son iki yüzyılda olup bitenlere karşı kör olmak gerekir.

Geçmişte, Marksistler merkezi bir partiye duyulan ihtiyaç konusunda (geçersiz olsa da) anlaşılır bir iddiada bulunabiliyorlardı, çünkü devrimin anarşik aşaması maddi kıtlıkla geçersiz kılınmıştı. Ekonomik olarak, “kitleler” her zaman günlük çalışma hayatına geri dönmek zorunda kaldılar. Devrim, 1793 Girondin’lerinin gerici niyetleri bir yana, saat onda kapandı; düşük teknoloji seviyesi tarafından durduruldu. Bugün bu mazeret bile, özellikle ABD ve Batı Avrupa’da kıtlık sonrası teknolojinin gelişmesiyle ortadan kalkmıştır. Artık öyle bir noktaya gelindi ki, “kitleler” neredeyse bir gecede Marksist anlamda “özgürlük alanını” büyük ölçüde genişletmeye başlayabilir – en üst düzeyde özyönetime ulaşmak için gereken boş zamanı elde edebilirler.

Fransa’daki Mayıs-Haziran olaylarının gösterdiği şey Bolşevik tipi bir partiye duyulan ihtiyaç değil, “kitleler” arasında daha büyük bir bilince duyulan ihtiyaçtı. Paris, fikirleri sistematik olarak yaymak için bir örgüte ihtiyaç olduğunu gösterdi – sadece fikirlere değil, özyönetim kavramını destekleyen fikirlere. Fransız “kitlelerin” eksikliği, onları “örgütleyecek” ya da “komuta edecek” bir merkezi komite ya da bir Lenin değil, fabrikaları sadece işgal etmek yerine işletebilecekleri inancıydı. Fransa’da Bolşevik tipi tek bir partinin bile özyönetim talebini dile getirmemiş olması dikkat çekicidir. Bu talep sadece anarşistler ve Situasyonistler tarafından dile getirilmiştir.

Devrimci bir örgüte ihtiyaç vardır ama bu örgütün işlevi her zaman akılda tutulmalıdır. İlk görevi propagandadır, Lenin’in deyimiyle “sabırla açıklamaktır”. Devrimci bir durumda, devrimci örgüt en ileri talepleri sunar: olayların her dönemecinde, devrimci süreci ilerletmek için yerine getirilmesi gereken acil görevleri en somut şekilde formüle etmeye hazırdır. Eylemde ve devrimin karar alma organlarında en cesur unsurları sağlar.

O halde anarko-komünist gruplar Bolşevik parti tipinden ne şekilde ayrılır? Örgütlenme, planlama, koordinasyon, propagandanın tüm biçimleri ya da toplumsal bir programa duyulan ihtiyaç gibi konularda kesinlikle değil. Temelde, Bolşevik parti tipinden, gerçek devrimcilerin parti tarafından yaratılan biçimler içinde değil, devrim tarafından yaratılan biçimler çerçevesinde işlev görmeleri gerektiğine olan inançları bakımından ayrılırlar. Bunun anlamı, devrimci “örgüte” değil, devrimci özyönetim organlarına; siyasi biçimlere değil, toplumsal biçimlere bağlı olduklarıdır. Anarko-komünistler fabrika komitelerini, meclisleri ya da Sovyetleri kendilerini halkın öz-yönetiminin gerçek organları haline getirmeye ikna etmeye çalışırlar, onlara hükmetmeye, onları manipüle etmeye ya da onları her şeyi bilen bir siyasi partiye bağlamaya değil. Anarko-komünistler bu devrimci halk organları üzerinde bir devlet yapısı kurmaya çalışmazlar, aksine devrim öncesi dönemde geliştirilen tüm örgütsel biçimleri (kendilerininki de dahil olmak üzere) bu gerçek devrimci organlar içinde eritmeye çalışırlar.

Bu farklılıklar belirleyicidir. Söylemlerine ve sloganlarına rağmen, Rus Bolşevikler sovyetlere asla inanmadılar; onları Bolşevik Partinin araçları olarak gördüler; Fransız Troçkistlerin Sorbonne öğrenci meclisiyle, Fransız Maoistlerin Fransız işçi sendikalarıyla ve Eski Sol grupların SDS ile ilişkilerinde sadakatle tekrarladıkları bir tutum. 1921 yılına gelindiğinde Sovyetler neredeyse ölmüştü ve tüm kararlar Bolşevik Merkez Komitesi ve Siyasi Büro tarafından alınıyordu. Anarko-komünistler sadece Marksist partilerin bunu tekrarlamasını engellemeye çalışmazlar; aynı zamanda kendi örgütlerinin de benzer bir rol oynamasını engellemek isterler. Bu doğrultuda, bürokrasinin, hiyerarşinin ve elitlerin kendi içlerinde ortaya çıkmasını engellemeye çalışırlar. Daha az önemli olmayan bir şekilde, kendilerini yeniden yaratmaya; hiyerarşik toplumda neredeyse doğuştan asimile edilen otoriter özellikleri ve elitist eğilimleri kendi kişiliklerinden söküp atmaya çalışırlar. Anarşist hareketin yaşam tarzıyla ilgili kaygısı yalnızca kendi bütünlüğüyle ilgili bir kaygı değil, devrimin bütünlüğüyle de ilgilidir[20*].

Zamanımızın tüm kafa karıştırıcı ideolojik çapraz akımlarının ortasında, bir soru her zaman ön planda kalmalıdır: ne için devrim yapmaya çalışıyoruz? Hiyerarşiyi yeniden yaratmak için mi devrim yapmaya çalışıyoruz, insanlığın gözleri önünde geleceğin özgürlüğüne dair gölgeli bir hayal mi sallıyoruz? Teknolojik ilerlemeyi teşvik etmek, bugünkünden daha fazla mal bolluğu yaratmak için mi? Burjuvaziyle “ödeşmek” için mi? PL’yi iktidara getirmek için mi? Ya da Komünist Parti’yi? Ya da Sosyalist İşçi Partisi’ni? “Proletarya”, “Halk”, “Tarih”, “Toplum” gibi soyut kavramları özgürleştirmek için mi?

Yoksa nihayetinde hiyerarşiyi, sınıf egemenliğini ve baskıyı ortadan kaldırarak her bireyin gündelik hayatının kontrolünü ele geçirmesini mümkün kılmak mıdır? Her anı olabildiğince muhteşem ve her bir bireyin yaşam süresini tamamen tatmin edici bir deneyim haline getirmek midir? Eğer devrimin gerçek amacı PL’nin neandertal adamlarını iktidara getirmekse, devrim yapmaya değmez. Bireysel gelişimin toplumsal ve komünal gelişimden koparılıp koparılamayacağı gibi anlamsız soruları tartışmamıza gerek yok; bu ikisinin birlikte olduğu açıktır. Bütün bir insanın temeli yuvarlak bir toplumdur; özgür bir insanın temeli özgür bir toplumdur.

Bu konular bir yana, Marx’ın 1850’de ortaya attığı soruyla hala karşı karşıyayız: Şiirimizi geçmiş yerine gelecekten almaya ne zaman başlayacağız? Ölülerin ölüleri gömmesine izin verilmelidir. Marksizm ölmüştür çünkü maddi kıtlık çağında kök salmış, olanakları maddi yoksunlukla sınırlanmıştır. Marksizmin en önemli toplumsal mesajı, özgürlüğün maddi önkoşullara sahip olduğudur – yaşamak için hayatta kalmalıyız. Marx’ın zamanındaki en çılgın bilim kurgunun bile tasavvur edemeyeceği bir teknolojinin gelişmesiyle, kıtlık sonrası bir toplum olasılığı artık önümüzde durmaktadır. Mülkiyetçi toplumun tüm kurumları, sınıf egemenliği, hiyerarşi, ataerkil aile, bürokrasi, şehir, devlet tükenmiştir. Bugün adem-i merkeziyetçilik sadece insan ölçeğini yeniden tesis etmenin bir aracı olarak arzu edilen bir şey değil, aynı zamanda yaşayabilir bir ekolojiyi yeniden yaratmak, bu gezegendeki yaşamı yıkıcı kirleticilerden ve toprak erozyonundan korumak, nefes alınabilir bir atmosferi ve doğanın dengesini muhafaza etmek için de gerekli. Toplumsal devrimin her bir bireyin gündelik yaşamının kontrolünü eline alması için kendiliğindenliğin teşvik edilmesi gereklidir.

Eski mücadele biçimleri sınıflı toplumun çözülmesiyle tamamen ortadan kalkmıyor, ancak sınıfsız bir toplumun meseleleri tarafından aşılıyor. İşçileri kazanmadan toplumsal devrim olamaz, bu nedenle sömürüye karşı yürüttükleri her mücadelede aktif dayanışmamıza sahip olmalıdırlar. Ortaya çıktıkları her yerde toplumsal suçlara karşı mücadele ediyoruz – ve endüstriyel sömürü derin bir toplumsal suçtur. Ancak ırkçılık, kendi kaderini tayin hakkının reddi, emperyalizm ve yoksulluk da derin toplumsal suçlardır – ve bu nedenle kirlilik, yaygın kentleşme, gençlerin kötü huylu sosyalleşmesi ve cinsel baskı da öyledir. İşçi sınıfını devrime kazanma sorununa gelince, burjuvazinin varlığının ön koşulunun proletaryanın gelişimi olduğunu unutmamalıyız. Bir toplumsal sistem olarak kapitalizm her iki sınıfın da varlığını varsayar ve her iki sınıfın da gelişmesiyle varlığını sürdürür. Burjuva olmayan sınıfların en azından kurumsal, psikolojik ve kültürel olarak sınıfsızlaştırılmasını teşvik ettiğimiz ölçüde sınıf egemenliğinin öncüllerinin altını oymaya başlarız.

Tarihte ilk kez, geçmişin tüm büyük devrimlerini başlatan anarşik evre, zamanımızın ileri teknolojisi tarafından kalıcı bir koşul olarak korunabilir. Bu aşamanın anarşik kurumları – meclisler, fabrika komiteleri, eylem komiteleri – özgürleşmiş bir toplumun unsurları olarak, yeni bir özyönetim sisteminin unsurları olarak istikrara kavuşturulabilir. Bunları savunabilecek bir hareket inşa edebilecek miyiz? Bu devrimci kurumların içinde eriyebilecek bir yakınlık grupları örgütü yaratabilir miyiz? Yoksa onlara hükmetmeye, onların yerini almaya ve nihayetinde onları yok etmeye çalışacak hiyerarşik, merkezi, bürokratik bir parti mi inşa edeceğiz?

Dinle Marksist: İnşa etmeye çalıştığımız örgüt, devrimimizin yaratacağı toplum türüdür. Ya geçmişten kurtulacağız -hem kendimizden hem de gruplarımızdan- ya da kazanacak bir gelecek olmayacak.

Yakınlık Grupları Hakkında Bir Not

“Yakınlık grubu” terimi, Franco öncesi günlerde İberya Anarşist Federasyonu Federación Anarquista Ibérica’nın temeli olarak tasarlanan bir örgütsel biçimin adı olan İspanyolca grupo de afinidad’ın İngilizce çevirisidir. (FAI, muazzam bir anarko-sendikalist işçi sendikası olan CNT’nin en idealist militanlarından oluşuyordu). FAI’nin örgütlenme biçimlerinin ve yöntemlerinin kölece bir taklidi ne mümkün ne de arzu edilirdi. Otuzlu yılların İspanyol anarşistleri bugün Amerikalı anarşistlerin karşı karşıya olduğu sorunlardan tamamen farklı toplumsal sorunlarla karşı karşıyaydılar. Bununla birlikte, yakınlık grubu formu her türlü toplumsal durum için geçerli özelliklere sahiptir ve bunlar genellikle ortaya çıkan örgütleri “kolektifler”, “komünler” veya “aileler” olarak adlandıran Amerikalı radikaller tarafından sezgisel olarak benimsenmiştir.

Yakınlık grubu kolaylıkla akrabalık bağlarının yerini derin empatiye dayalı insan ilişkilerinin aldığı yeni bir tür geniş aile olarak görülebilir – ortak devrimci fikirler ve pratiklerle beslenen ilişkiler. “Kabile” sözcüğü Amerikan karşı kültüründe popülerlik kazanmadan çok önce, İspanyol anarşistler kongrelerini asambleas de las tribus -kabile meclisleri- olarak adlandırıyorlardı. Her bir yakınlık grubu, onu oluşturanlar arasında en yüksek derecede samimiyete izin vermek için kasıtlı olarak küçük tutulur. Özerk, komünal ve doğrudan demokratik olan grup, günlük davranışlarında devrimci teori ile devrimci yaşam tarzını birleştirir. Devrimcilerin kendilerini bireysel olarak ve aynı zamanda sosyal varlıklar olarak yeniden yaratabilecekleri özgür bir alan yaratır.

Yakınlık gruplarının halk hareketi içinde “öncüler” olarak değil, katalizörler olarak işlev görmesi amaçlanmıştır; bir “genelkurmay” ve “komuta” kaynağı değil, inisiyatif ve bilinç sağlarlar. Gruplar moleküler düzeyde çoğalır ve kendi “Brownian hareketleri” vardır. Birbirlerine bağlanmaları ya da ayrılmaları, uzak bir merkezden gelen bürokratik fiatlarla değil, yaşam koşullarıyla belirlenir. Siyasi baskı koşulları altında, yakınlık grupları polisin sızmasına karşı oldukça dirençlidir. Katılımcılar arasındaki ilişkilerin mahremiyeti nedeniyle gruplara sızmak genellikle zordur ve sızma gerçekleşse bile, sızan kişiye hareketin bütününe dair genel bir bakış sağlayacak merkezi bir aygıt yoktur. Bu zorlu koşullar altında bile, yakınlık grupları süreli yayınları ve literatürleri aracılığıyla birbirleriyle temaslarını sürdürebilirler.

Öte yandan, faaliyetlerin arttığı dönemlerde, yakınlık gruplarının yaşam koşullarının gerektirdiği her ölçekte yakın işbirliği içinde çalışmasını engelleyen hiçbir şey yoktur. Ortak politikalar oluşturmak için yerel, bölgesel ya da ulusal meclisler aracılığıyla kolayca birleşebilir ve belirli görevleri koordine etmek için geçici eylem komiteleri (1968’de Fransız öğrenci ve işçilerin yaptığı gibi) oluşturabilirler. Ancak yakınlık grupları her zaman halk hareketi içinde kök salmıştır. Bağlılıkları kişisel olmayan bir bürokrasiye değil, devrimci insanlar tarafından yaratılan toplumsal formlara aittir. Özerkliklerinin ve yerelliklerinin bir sonucu olarak, gruplar yeni olasılıklara karşı hassas bir takdiri muhafaza edebilirler. Yoğun bir şekilde deneysel olan ve yaşam tarzları çeşitlilik gösteren bu gruplar, hem birbirleri hem de halk hareketi üzerinde bir uyarıcı görevi görürler. Her grup büyük ölçüde kendi başına işleyebilmek için gereken kaynakları edinmeye çalışır. Her grup, burjuva toplumunun bireysel gelişime getirdiği sosyal ve psikolojik sınırlamaların üstesinden gelebilmek için kapsamlı bir bilgi ve deneyim birikimi arayışındadır. Her grup, bir bilinç ve deneyim çekirdeği olarak, halkın kendiliğinden devrimci hareketini, grubun nihayetinde devrim tarafından yaratılan organik toplumsal formlar içinde kaybolabileceği bir noktaya kadar ilerletmeye çalışır.

Açıklamalar:

[1] Karl Marx, “The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte,” Marx and Engels, Selected Works, cilt 2, s. 318.

[2] V. I. Lenin, The Threatening Catastrophe and How to Fight It, The Little Lenin Library, cilt 11 (International Publishers; New York, 1932), s. 37.

[3] Aktaran Leon Trotsky, The History of the Russian Revolution (Simon & Schuster; New York, 1932), cilt 1, s. 144.

[4] V. V. Osinsky, “On the Building of Socialism,” Kommunist, no. 2, Nisan 1918, aktaran R. V. Daniels, The Conscience of the Revolution (Harvard University Press; Cambridge, 1960), s. 85-86.

[5] Robert G. Wesson, Soviet Communes (Rutgers University Press; New Brunswick, N.J., 1963), s. 110.

[6] R. V. Daniels, a.g.e., s. 145.

[7] Mosche Lewin, Lenin’s Last Struggle (Pantheon; New York, 1968), s. 122.

[8] Karl Marx ve Frederick Engels, Selected Correspondence (International Publishers; New York, 1942), s. 292.

[9] Frederick Engels, Herr Eugen Dühring’s Revolution in Science (Anti-Dühring) (International Publishers; New York, 1939), s. 323.

Dipnotlar:

[1*] Bu satırlar İlerici İşçi Partisi’nin (PLP) SDS içinde büyük bir etkiye sahip olduğu dönemde yazılmıştır. PLP artık öğrenci hareketindeki etkisinin çoğunu kaybetmiş olsa da, örgüt hala Eski Sol’da yaygın olan zihniyet ve değerlere iyi bir örnek teşkil etmektedir. Yukarıdaki niteleme Marksist-Leninist grupların çoğu için aynı derecede geçerlidir, dolayısıyla bu pasaj ve PLP’ye yapılan diğer atıflar önemli ölçüde değiştirilmemiştir.

[2*] Detroit merkezli Devrimci Siyah İşçiler Birliği’nin bir parçası olan Dodge Devrimci Sendika Hareketi.

[3*] Marksizm her şeyden önce bir praksis teorisidir ya da bu ilişkiyi doğru perspektife oturtmak gerekirse, bir teori praksisidir. Marx’ın diyalektiği (Genç Hegelcilerin hala Hegel’in bakış açısını hapsetmeye çalıştıkları) öznel boyuttan nesnel boyuta, felsefi eleştiriden toplumsal eyleme taşıyan dönüşümünün anlamı tam da budur. Teori ve praksis birbirinden ayrılırsa, Marksizm ölmez, intihar eder. Bu onun en takdire şayan ve asil özelliğidir. Marx’ın izinden giden ahmakların, Maurice Dobb ve George Novack gibi yamalı bohçalar, tefsirler ve yarım yamalak “akademisyenlik” ile sistemi canlı tutma çabaları, Marx’ın adına yapılan aşağılayıcı hakaretler ve savunduğu her şeyin iğrenç bir şekilde kirletilmesidir.

[Aslında Marksistler bugünlerde “kapitalizmin kronik [ekonomik] krizi” hakkında -bu kavram Marx’ın ekonomik teorilerinin odak noktasını oluşturmasına rağmen- çok az konuşuyorlar.

[5*] Ekolojik nedenlerden dolayı, Marx’ın yüzyıl önce aktardığı basit anlamda “insanın doğaya tahakkümü” kavramını kabul etmiyoruz. Bu soruna ilişkin bir tartışma için “Ekoloji ve Devrimci Düşünce “ye bakınız.

[6*] Proletaryanın “ekonomik gücü “nden bahseden Marksistlerin aslında Marx’ın şiddetle karşı çıktığı anarko-sendikalistlerin pozisyonunu yineliyor olmaları ironiktir. Marx proletaryanın “ekonomik gücü” ile değil, siyasi gücü ile ilgileniyordu; özellikle de nüfusun çoğunluğunu oluşturacak olmasıyla. Sanayi işçilerinin öncelikle kapitalist birikim eğiliminden kaynaklanan maddi yoksunluk nedeniyle devrime sürükleneceğine; fabrika sistemi tarafından örgütlenerek ve endüstriyel rutin tarafından disipline edilerek sendikalar ve hepsinden önemlisi, bazı ülkelerde ayaklanma yöntemlerini kullanmak zorunda kalacak ve diğerlerinde (İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri ve daha sonraki yıllarda Engels Fransa’yı ekledi) seçimlerde iktidara gelebilecek ve sosyalizmi yasalarla hayata geçirebilecek siyasi partiler kurabileceklerine inanıyordu. Karakteristik olarak, birçok Marksist, Marx ve Engels’e karşı, İlerici İşçi Partisi’nin Challenge okurlarına karşı olduğu kadar dürüst olmamış, önemli gözlemleri çevirmeden bırakmış ya da Marx’ın anlamını fena halde çarpıtmıştır.

[7*] Burası, emek gücünden başka satacak bir şeyi olmayan herkesin “proleter” olduğu fikrinden kurtulmak için en iyi yerdir. Marx’ın proletaryayı bu terimlerle tanımladığı doğrudur, ama aynı zamanda proletaryanın gelişiminde tarihsel bir diyalektik ortaya koymuştur. Proletarya, mülksüz sömürülen bir sınıftan gelişerek, sermayenin en gelişmiş biçimine karşılık gelen sanayi proletaryasında en gelişmiş biçimine ulaşmıştır. Marx, hayatının ilerleyen yıllarında, ağırlıklı olarak lüks malların üretimiyle uğraşan Parisli işçileri küçümsemeye başladı ve “bizim Alman işçilerimizi” -Avrupa’daki en robot gibi olanları- dünyanın “model” proletaryası olarak gösterdi.

[8*] Marx’ın immiserasyon teorisini (Marx’ın yaptığı gibi) ulusal yerine uluslararası terimlerle tanımlama girişimi düpedüz hiledir. Her şeyden önce, bu teorik hokkabazlık, sınıfsız bir toplum için teknolojik olarak yeterli bir çıkış noktası oluşturan tek alan olan kapitalizmin sanayi kalelerinde neden bir erime yaşanmadığı sorusunu geçiştirmeye çalışmaktadır. Eğer umutlarımızı “proletarya” olarak sömürge dünyasına bağlayacaksak, bu pozisyon çok gerçek bir tehlikeyi gizlemektedir: soykırım. Amerika ve yakın zamandaki müttefiki Rusya, azgelişmiş dünyayı bombalayarak boyun eğdirecek tüm teknik araçlara sahiptir. Tarihsel ufukta pusuda bekleyen bir tehdit var: ABD’nin Nazi tipi gerçek bir faşist imparatorluğa dönüşmesi. Bu ülkenin bir “kağıttan kaplan” olduğunu söylemek tamamen saçmalıktır. Bu bir termonükleer kaplandır ve herhangi bir kültürel sınırlamadan yoksun olan Amerikan egemen sınıfı, Almanlardan bile daha gaddar olma kapasitesine sahiptir.

[9*] Lenin bunu sezmiş ve “sosyalizmi” “tüm halkın yararına yapılan devlet kapitalist tekelinden başka bir şey değil” olarak tanımlamıştır. “[2] Bu, sonuçları düşünüldüğünde olağanüstü bir ifadedir ve çelişkilerle doludur.

[10*] Bu açıdan bakıldığında Eski Sol, Amerikan işçisine kendi neandertal imgesini yansıtmaktadır. Aslında bu imaj sendika bürokratının ya da Stalinist komiserin karakterine daha yakındır.

[11*] Bu anlamda işçi, tarihe en devrimci unsurlarını kazandıran toplumsal olarak geçiş halindeki insan tiplerine yaklaşmaya başlar. Genel olarak “proletarya”, endüstriyel sistem tarafından psişik olarak en az “proleterleştirildiği” geçiş dönemlerinde en devrimci olmuştur. Klasik işçi devrimlerinin en büyük odak noktaları, işçilerin doğrudan köylü geçmişinden koparıldığı Petrograd ve Barselona ile hala zanaatlara bağlı oldukları ya da doğrudan zanaat geçmişinden geldikleri Paris’ti. Bu işçiler kendilerini sanayi egemenliğine alıştırmakta en büyük zorluğu yaşadılar ve sürekli bir toplumsal ve devrimci huzursuzluk kaynağı oldular. Buna karşın, istikrarlı kalıtsal işçi sınıfı şaşırtıcı bir şekilde devrimci olmama eğilimindeydi. Marx ve Engels tarafından Avrupa proletaryası için model olarak gösterilen Alman işçiler söz konusu olduğunda bile, çoğunluk 1919’da Spartakistleri desteklemedi. İşçi Konseyleri Kongresi’ne ve daha sonraki yıllarda Reichstag’a resmi Sosyal Demokratların büyük çoğunluğunu geri gönderdiler ve 1933’e kadar tutarlı bir şekilde Sosyal Demokrat Parti’nin arkasında toplandılar.

[12*] Bu devrimci yaşam tarzı fabrikalarda olduğu kadar sokaklarda, okullarda olduğu kadar çarpışma alanlarında, banliyölerde olduğu kadar Körfez Bölgesi-Doğu Yakası ekseninde de gelişebilir. Özünde meydan okuma ve tahakkümün tüm adetlerini, kurumlarını ve şiarlarını aşındıran kişisel bir “eylem propagandası” vardır. Toplum devrimci dönemin eşiğine yaklaşmaya başladığında, fabrikalar, okullar ve mahalleler devrimci “oyunun” gerçek arenası haline gelir – çok ciddi bir özü olan bir “oyun”. Grevler kronik bir durum haline gelir ve rutin cilasını kırmak, neredeyse her saat topluma meydan okumak, burjuva normalliğinin ruh halini parçalamak için kendi iyiliği için çağrılır. İşçilerin, öğrencilerin ve mahalle halkının bu yeni ruh hali, devrimci dönüşümün gerçek anının hayati bir habercisidir. Bunun en bilinçli ifadesi “özyönetim” talebidir; işçi “yönetilen” bir varlık, bir sınıf varlığı olmayı reddeder. Bu süreç en çok İspanya’da, 1936 devriminin arifesinde, hemen hemen her şehir ve kasabadaki işçilerin bağımsızlıklarını, uyanış duygularını, toplumsal düzenden ve burjuva yaşam koşullarından kopuşlarını ifade etmek için “inadına” grev çağrısında bulundukları zaman belirginleşti. Bu aynı zamanda Fransa’daki 1968 genel grevinin de temel bir özelliğiydi.

[13*] Troçki’nin asla anlayamadığı bir gerçek. Kendi “birleşik gelişme” kavramının sonuçlarını hiçbir zaman mantıksal sonuçlarına kadar takip etmedi. Avrupa burjuva gelişiminde en geç gelen Çarlık Rusya’sının, tüm burjuva gelişimini başlangıcından itibaren yeniden özetlemek yerine, zorunlu olarak en ileri endüstriyel ve sınıfsal biçimleri aldığını (oldukça doğru bir şekilde) gördü. Muazzam iç çalkantılarla sarsılan Rusya’nın, Avrupa’nın diğer yerlerindeki kapitalist gelişmenin bile önüne geçebileceğini düşünmeyi ihmal etti. “Kamulaştırılmış mülkiyet eşittir sosyalizm” formülünün hipnotize ettiği tekelci kapitalizmin kendi iç diyalektiği ile devletle birleşme eğiliminde olduğunu göremedi. Bolşevikler, burjuva toplumsal örgütlenmesinin geleneksel biçimlerini (Avrupa ve Amerika’daki devlet kapitalist gelişimini hala dizginleyen) temizleyerek, devletin nihayetinde egemen sınıf haline geldiği “saf” bir devlet kapitalist gelişimine istemeden de olsa zemin hazırladılar. Teknolojik olarak gelişmiş bir Avrupa’dan destek alamayan Rus Devrimi bir iç karşı devrime dönüştü; Sovyet Rusya “tüm halkın yararına” olmayan bir devlet kapitalizmi biçimine dönüştü. Lenin’in “sosyalizm” ile devlet kapitalizmi arasında kurduğu analoji Stalin döneminde korkunç bir gerçekliğe dönüştü. Marksizm, hümanist özüne rağmen, “sosyalizm” kavramının kapitalizmin daha sonraki bir aşamasına, yani daha yüksek bir endüstriyel düzeyde ticari biçimlere dönüşe ne kadar yaklaştığını kavrayamadı. Bu gelişmenin anlaşılamaması, Troçkistler arasında bu sorun üzerine yaşanan bölünmelerde görüldüğü gibi, çağdaş devrimci harekette yıkıcı bir teorik kafa karışıklığına yol açtı.

[14*] 22 Mart Hareketi olaylarda bir katalizör olarak işlev gördü, bir önderlik olarak değil. Komuta etmedi; kışkırttı ve olaylara özgür bir oyun bıraktı. Öğrencilerin kendi ivmeleriyle ilerlemelerine olanak tanıyan bu serbest oyun, ayaklanmanın diyalektiği açısından vazgeçilmezdi, çünkü o olmasaydı 10 Mayıs’ta barikatlar olmazdı ve bu da işçilerin genel grevini tetiklerdi.

[15*] Bkz: “Özgürlüğün Biçimleri” [New York, Ocak 1968].

[16*] Bir dizi Marksist grup, kısmen cehaletten kaynaklanan yüce bir kibirle, yukarıdaki özyönetim biçimlerinin neredeyse tamamını “Sovyetler” olarak adlandıracaktı. Tüm bu farklı biçimleri tek bir başlık altında toplama girişimi sadece yanıltıcı değil, aynı zamanda kasıtlı olarak belirsizleştiricidir. Gerçek Sovyetler devrimci biçimler arasında en az demokratik olanıydı ve Bolşevikler iktidarı kendi partilerine devretmek için onları kurnazca kullandılar. Sovyetler, Paris şubeleri ya da 1968 öğrenci meclisleri gibi yüz yüze demokrasiye dayanmıyordu. İspanyol anarşist fabrika komiteleri gibi ekonomik özyönetime de dayanmıyordu. Sovyetler aslında hiyerarşik olarak örgütlenmiş, temsilini fabrikalardan ve daha sonra askeri birliklerden ve köylü köylerinden alan bir işçi parlamentosu oluşturdu.

[17*] V. I. Lenin, “The Immediate Tasks of the Soviet Government,” Selected Works içinde, cilt 7 (International Publishers; New York, 1943), s. 342. Nisan 1918’de yayınlanan bu sert makalede Lenin, bir yıl önce Devlet ve Devrim’de ileri sürdüğü özgürlükçü perspektifi tamamen terk etmiştir. Makalenin ana temaları “disiplin”, fabrikalar üzerinde otoriter kontrol ve Taylor sisteminin (Lenin’in devrimden önce insanları makineye köleleştirdiği için kınadığı bir sistem) kurumlaştırılması ihtiyaçlarıdır. Makale, Brest-Litovsk Antlaşması’nın imzalanmasından yaklaşık iki ay sonra ve Urallar’daki Çek Lejyonu’nun isyanından bir ay önce, yani geniş çaplı bir iç savaşı başlatan ve Rusya’ya doğrudan Müttefik müdahalesi dönemini açan isyandan bir ay önce, Bolşevik yönetiminin nispeten barışçıl bir döneminde yazılmıştır. Son olarak, makale Alman devriminin yenilgisinden yaklaşık bir yıl önce yazılmıştır. “Acil Görevler “i yalnızca Rus iç savaşı ve Avrupa devriminin başarısızlığı açısından açıklamak zor olacaktır.

[18*] Bolşevikler, Rus işçi ve köylülerinin bu temel hareketini bir dizi “Beyaz Muhafız komplosu”, “kulak direnişi eylemleri” ve “uluslararası sermayenin komploları” olarak yorumlayarak, inanılmaz bir teorik alçalmaya ulaştılar ve kendilerinden başka kimseyi kandırmadılar. Parti içinde, gizli polis siyasetine, karakter suikastına ve nihayet Moskova duruşmalarına ve Eski Bolşevik kadronun yok edilmesine zemin hazırlayan manevi bir erozyon gelişti. Bu iğrenç zihniyetin geri dönüşünü PL’nin “Marcuse: Cop-out or Cop?” gibi makalelerinde görüyoruz – ki bu makalelerin teması Marcuse’yi CIA’in bir ajanı olarak göstermektir. (Bkz. Progressive Labor, Şubat 1969.) Makalede gösteri yapan Parislilerin bir fotoğrafının altında şöyle bir başlık var: “Marcuse Paris’e Mayıs eylemini durdurmak için çok geç geldi.” FKP karşıtları bu paçavra tarafından sürekli olarak “kızıl kışkırtıcılar” ve “işçi karşıtları” olarak tanımlanmaktadır. Amerikan solu bu polisiye yaklaşımı ve karakter suikastını reddetmezse, bunun bedelini önümüzdeki yıllarda acı bir şekilde ödeyecektir.

[19*] “Anarşist” terimi “sosyalist” terimi gibi genel bir kelimedir ve muhtemelen sosyalistler kadar farklı türde anarşistler vardır. Her iki durumda da spektrum, görüşleri liberalizmin bir uzantısı olan bireylerden (“bireyci anarşistler”, sosyal demokratlar) devrimci komünistlere (anarko-komünistler, devrimci Marksistler, Leninistler ve Troçkistler) kadar uzanmaktadır.

[20*] Anarşist dadaizmi, PLP tiplerinin tahta suratlarında şaşkınlık kırışıklıkları yaratan anarşist takla atmayı motive eden şeyin de bu hedef olduğunu ekleyebiliriz. Anarşist flipout, hiyerarşik toplumdan miras kalan içsel değerleri paramparça etmeye, burjuva sosyalleşme sürecinin aşıladığı katılıkları patlatmaya çalışır. Kısacası, kendiliğindenlik, hayal gücü ve duyarlılık üzerinde böylesine felç edici bir etki yaratan süperegoyu yıkma ve özgürleştirici, neşeli bir festival olarak arzu, olasılık ve harikulade devrim duygusunu yeniden tesis etme girişimidir.