Peter Staudentmaier – Şubat 19, 2012
Çeviri : Ahmet Atıl Aşıcı – Sezgin Ata
“İnsanlığı doğadan, hayatın bütünlüğünden ayırmanın onun kendi yıkımına ve ulusların yokoluşuna sebep olduğunu anlamış bulunuyoruz. İnsanlık ancak hayatın bütünlüğüne yeniden eklemlenmek suretiyle güçlü olabilir. İşte bu, çağımızın biyolojik yükümlülüklerinin temel direğidir. İnsanoğlu tekbaşına düşüncenin odağı olamaz artık, olsa olsa hayatın bütünlüğüdür düşüncenin odağı… Hayatın bütünlüğüyle bağlantı kurmaya yönelik çabalar, içine doğduğumuz doğanın kendisiyle birlikte Nasyonal Sosyalist düşüncenin en derin ve doğru özüdür” (1).
Ernst Lehmann
Statükoyu bertaraf etme yönündeki çabalarımızda radikallerin dikkatsizce kullandıkları “faşist” ve “ekofaşist” gibi sıfatlar toplumsal eleştiriyi ileriye götürmeyen bir kavram bolluğuna sebep olmaktadır. Böylesi bir ortamda, marjinal olsa da, politik kültürümüzde bugün hala geçerliliğini koruyan tehlikeli bir faşizm baskısının olduğu gerçeğini es geçmek kolaylaşır. En az anlaşılan veya farkına varılan baskı unsurlarından biri de “varolan güncel ekofaşizm” olgusudur ki, bu bildiğimiz anlamdaki faşist hareketin çevreci yaklaşımlarla donanarak karşımıza çıkmış halidir. Bu ilişkinin gücünü ve dayanıklılığını anlayabilmek için bunun tarih sahnesinde ortaya çıktığı zamana, Alman Nasyonal Sosyalizm’inin “yeşil kanadı”na daha yakından bakmamız gerekir.
Çok geniş belge arşivlerinin varlığına rağmen konu hep üstü kapalı kalmış, profesyonel tarihçilerin ve aktif çevrecilerin ilgisini çekememiştir. İngilizce konuşulan ülkelerin yanısıra Nazi hareketinin yeşil kanadına evsahipliği yapan Almanya’da da hareketin esin kaynaklarına, amaçlarına ve sonuçlarına ilişkin yeteri kadar araştırma ve analiz yapılmıştır. Eldeki bulguların ve yorumların çoğu, ya konunun entellektüel bir uğraşa dönüşmesi (2) ya da “Nasyonal Sosyalizm’le doğa korumacılığı arasındaki ideolojik benzeşimin kapsamlı bir değerlendirilmesine safça karşı çıkılması arasına sıkışmıştır” (3). Bu makale, Nazizm’in ekolojik bileşenlerinin Nazi ideolojisindeki merkezi rolüne ve 3. Reich sırasındaki pratik uygulamalarına vurgu yaparak kısa ama yeterli bir özet vermeyi amaçlamaktadır. Klasik ekofaşizmin 19. ve 20. yy.’daki öncüllerinin kısa bir gözden geçirilmesiyle tepkisel (reaksiyoner) ekoloji hareketlerinin aldığı tüm biçimlerin içerdikleri kavramsal destekler aydınlatılmış olacaktır.
İlk olarak iki noktanın aydınlatılması gerekmektedir. İlki, “çevreci” ve “ekolojik” kavramları, çağdaş çevreci hareketin büyük kısmına özgü fikirlerin, çabaların ve pratiklerin açıklanabilmesi için bazen birbiri yerine kullanılmıştır. Bu anakronizm değildir; sadece güncel duyarlılıkların bağlantılarını ortaya çıkaran yorumlamayı kolaylaştıran bir yaklaşıma olanak vermektir. İkincisi, bu yaklaşım, 1933 öncesi tarihsel verilerin Nazi felaketine yol açmış gibi okunabileceğine ya da okunması gerektiğini ileri süren gözden düşmüş yaklaşımı kabul etmek, onaylamak anlamına gelmemektedir. Buradaki amacımız bunun yerine geçmişi bugünün ışığı altında anlamak, günümüz toplumsal ve ekolojik krizlerini tarihle ilişkilendirmek için ideolojik devamlılıkları anlamaya çalışmak ve işin siyasal köklerinin izini sürmektir.
Kan Ve Toprak Mistisizminin Kökleri:
Almanya sadece ekoloji biliminin doğduğu ve Yeşil Siyasanın ünlendiği bir yer olmakla kalmayıp Romantik geleneğin aydınlanma-karşıtı irrasyonalizminin etkisi altında naturalizmin ve nasyonalizmin kendine özgü sentezine evsahipliği yapmıştır. Bu uğursuz birlikteliği iki 19. yy figürü temsil etmektedir: Ernst Moritz Arndt ve Wilhelm Heinrich Riehl.
Arndt, Almanya’da en çok fanatik düzeydeki nasyonalizmi ile tanınıyorsa da, kendini toprağın refahını düşünmeye sevkedecek köycülük yaklaşımının da kurucusudur. Alman çevre tarihçileri kendisinden modern anlamda ‘ekolojik’ düşüncenin ilk temsilcisi olarak sözederler (4). 1815 tarihli Ormanların Bakımı ve Korunması isimli kaydadeğer makalesinde, ki Orta Avrupa’daki sanayileşmenin başlarında yazılmıştır, orman alanlarının kısa vadeli çıkarlar uğruna sömürülmesine karşı çıkmış, ormansızlaştırmayı ve bunun ekonomik sebeplerini suçlamıştır. O zamanlarda yazdıkları, çağdaş biyomerkezcilik (biocentrism) tartışmalarıyla birçok açıdan benzeşir: “Ne zaman ki kişi doğayı zorunlu bağlantılar ve karşılıklı ilişkiler bağlamında görürse, o zaman herşey eşit önem derecesine gelir -çalı, solucan, bitki, insan, taş hepsi tek bir birlik, ne ilk ne de son” (5). Ancak Arndt’ın çevreciliği onu şiddetli bir yabancı düşmanlığına götüren ulusalcılığı ile içinden çıkılmaz bir şekilde sıkı sıkıya bağlıdır. İyi dile getirilmiş ve ileriyi gören ekolojik duyarlılığı her zaman Alman toprağı ve insanının çıkarlarını ele alan terimlerle ifade edilmiştir. Melezleşmeye karşı çılgınca polemikleri, Germen (Töton) ırkının saflaşmasına ilişkin talepleri ve Fransız, Slav ve Yahudi karşıtı tanımlamaları düşünce dünyasının her yanında ortaya çıkar. 19. yy.’ın hemen başlarında vatan aşkı ve militan ırkçı ulusalcılık arasındaki ölümcül bağ böylelikle sıkı sıkıya kurulmuştu.
Arndt’ın öğrencisi olan Riehl, bu uğursuz geleneği daha da geliştirmiştir. Kimi açılardan Riehl’in “yeşil” çizgisi Arndt’inkinden belirgin şekilde derinlere inmiş; günümüzdeki çevreci aktivizminin gelişini önceden haber veren, 1853 yılında yazdığı “Alan ve Orman” (Field and Forest) isimli makalesini “yaban dünyanın hakları” için savaşma çağrısı ile bitirmiştir. Ancak burada bile ulusalcı yaklaşımlar genel havayı belirler: “Ormanları sadece soğuk kış günlerinde sobalarımızın odunsuz kalmaması için değil, insanların yaşam nabızları sıcak ve neşeli bir şekilde atsın, böylelikle Almanya Alman olarak kalabilsın diye korumalıyız” (6). Riehl sanayileşmenin ve şehirleşmenin uzlaşmaz bir karşıtıydı. Açıkça ortaya koyduğu antisemitik kırsal köylü değerlerini yüceltmesi ve ayrımlandırılmamış modernite eleştirisi onu “tarımsal romantizmin ve şehirleşme-karşıtlığının kurucusu” (7) konumuna getirmiştir.
Bu son iki saptama etnomerkezli(etnocentric) populizm ve doğa mistisizmini birleştiren güçlü bir toplumsal yaklaşım olan völkisch hareketinin içinde 19. yy’ın ikinci yarısında olgunluğa erişmiştir. Völkisch hareketinin cazibesinin merkezinde moderniteye hastalıklı bir başkaldırı vardır. Ulusal birleşmenin ve sanayi kapitalizminin heyecanıyla yaşanan şiddetli sarsıntıların karşısında völkisch düşünürleri toprağa, basitliğe ve doğanın saflığı ile uyumlu bir bütünselliğe geri dönmeyi salık vermişlerdir. Bu sulandırılmış ütopyacılığın mistik coşkunluğu, onun siyasal bayağılığı ile örtüşmektedir. “Völkisch hareketi tarihin yaptırımıyla doğanın içinden çıkmış ve kozmik hayat ile uyum içinde olacak toplumu yeniden kurmayı amaç edinirken” (8) yabancılaşmanın kaynaklarını, toplumsal yapılardaki köklerinden koparılmışlığı ve çevresel yıkımı ortaya koymaktan kaçınarak suçu rasyonalizme, kozmopolitanizme ve şehir uygarlığına yıkmıştır. Tüm bunların temelinde Yahudiler’de vücut bulan Köylü nefreti ve orta-sınıfa duyulan küskünlük yatmaktadır. “Yahudi kumpası sonucu şehre dayalı sanayi uygarlığı ile kandırılmış olan Almanlar onları ilksel mutluluğa götürecek gizemli bütüncüllüğü aramışlardır” (9).
Geleneksel Alman antisemitizmini doğa-dostu ifadelerle yeniden biçimlendiren völkisch hareketi, 19. yy’ın sapkınlığa varan Romantik saflığını ve aydınlanma karşıtı fikirlerini 20. yy’a taşıyan oldukça belirsiz bir karışımdır. Modern ekolojinin ortaya çıkışı, şiddetli ulusalcılığı, mistisizmle bulandırılmış ırkçılığı ve çevreci yönelimleri birbirine bağlayan zincirin son halkasını perçinlemiştir. 1867′ de Alman zoolojisti Ernst Haeckel “ekoloji” terimini ortaya atmış, organizmayla çevre arasındaki ilişkiyi konu edinerek ekolojinin bilimsel bir disiplin olmasında ilk adımı atmıştır. Haeckel aynı zamanda Almanca konuşulan ülkelerde Darwin ve Evrim Teorisi’nin yaygınlaşmasında önemli rol oynamış ve “monizm” dediği bir çeşit toplumsal Darwinci felsefe geliştirmişti. Kendi kurduğu Alman Monist akımı bilimsel olarak temellendirilmiş ekolojik bütünselliği (holizm) Völkisch hareketinin toplumsal görüşleri ile birleştirmişti. Haeckel kuzey ırklarının üstünlüğüne inanıyor, ırkların karışmasına katiyetle karşı çıkıyor ve ırkların ıslahını şiddetle destekliyordu. Coşkun ulusalcılığı 1. Dünya Savaşı ile birlikte fanatik bir hal almış ve savaş sonrası Bavyera’daki Cumhuriyet Meclisi’ne antisemitik ifadelerle saldırmıştır. Böylelikle “Haeckel Alman düşün dünyasında Nasyonal Sosyalizme yataklık eden bir varyasyonu temsil etmiş, Almanya’nın en güçlü ırkçı, ulusalcı ve emperyalist ideologlarından biri haline gelmiştir” (10). Hayatının sonlarına doğru “Nazi hareketinin doğmasında anahtar rol oynamış, gizli” (11) Thule Derneği’ne katılmıştır. Düşüncesinin gelişiminde yalnız değildi. Bilimsel ekolojinin kurucusu olarak kişisel çalışmaları ve izleyenleri olan Willibald Hentschel, Wilhelm Bölsche ve Bruna Wille’ nin doğal dünyaya ilişkin güçlü geriletici toplumsal temalarla örülmüş kaygıları geleceğin çevreci kuşaklarının düşünce dünyasını derinden etkilemiştir. En başından itibaren ekoloji böylelikle yoğun bir biçimde tepkisel politik çerçeve içine eklemlenmiş oluyordu.
Ekoloji ile otoriter toplumsal görüşlerin bu erken evliliğinin belirgin hatları çok öğreticidir. Bu ideolojik yapının temelinde biyolojik sınıflamanın toplumsal alana dolaysız ve aracısız uygulanması yatmaktadır. Haeckel “uygarlık ve ulusların yaşamı doğadan ve organik hayattan kaynaklanan aynı kurallarla belirlenir” (12) görüşünü savunmuştur. “Doğal yasalar” ya da “doğal düzen” fikri tepkisel çevreci düşüncenin uzun zamandan beri dayanak noktasını oluşturmuştur. Ona eşlik eden anti-hümanizmdir, şöyle ki; “bu yüzden, Monistlere göre, Avrupa burjuva uygarlığının en zararlı öğesi, insan düşüncesine iliştirilmiş, insanın varlığı, yetenekleri ve tekil rasyonel düşün dünyasının aracılığıyla dünyayı yeniden yaratacağı ve evrensel olarak daha uyumlu ve ahlaken adil bir toplumsal düzen kurabileceği fikridir. İnsanoğlu kozmozun ve doğanın inanılmaz güçlerinin bir parçası olarak görüldüğünde ve onlarla karşılaştırıldığında önemsiz bir yaratıktır” (13). Diğer monistler de bu anti-hümanist vurguyu, yeni yeni türemeye başlayan yarı-bilimsel ırkçılık ile geleneksel Völkisch hareketinin sanayileşme ve şehirleşmeye toptan karşıt motifleri ile harmanlamışlardır. Fikirleri birarada tutan ana öğe aynı şekilde yine biyolojik ve toplumsal kategorilerin birlikteliğidir. Monist akımının kurucusu üyesi biyolog Raoul France doğal düzenin toplumsal düzeni belirlediğini öneren “hayatın kuralları” Lebensgesetze fikrini özenle işlemiştir. Irk karışımına, örneğin, doğal olmadığı için karşı çıkmıştır. France çağdaş ekolojistlerce ekoloji hareketinin öncüsü olarak alkışlanmıştır” (14).
France’in meslektaşı, Haeckel’in bir diğer öğrencisi olan Ludwig Woltmann ise kültürel davranış kalıplarından iktisadi düzenlemelere kadar bütün toplumsal olgulara biyolojik bir yorum getirmekte ısrar etmiştir. Çevrenin el değmemişliği, saflığı ile ırkın saflığı arasında varsaydığı bağlantı üzerinde çokça durmuştur. “Woltmann modern sanayileşmeye karşı bir duruş almıştır. Zirai toplumdan sanayi toplumuna geçmenin ırkların çözülüşünü hızlandırdığını iddia etmiştir. Almancılığın uyumlu formlarını doğurmuş olan doğadakinin aksine insana yakışmayan ve cansız büyük şehirler ırkın tüm özelliklerini yokediyor” (15).
Böylelikle 20. yy’ın ilk yıllarından başlayarak Alman siyaset kültürünün sağcı içeriği ile beslenen belirli bir ekolojik tanımlama saygınlık kazanmış oldu. 1. Dünya Savaşı’nı çevreleyen karmaşık dönem sırasında insanmerkezci fanatizm, modernitenin tümden reddi ve samimi çevreci kaygının karışımından oluşan bir ilacın ne kadar güçlü olduğunu şüphesiz kanıtlamıştı.
Gençlik Hareketi ve Weimar Dönemi:
Bu ideolojik yapıyı üne kavuşturan ana öğe, reddedici yönüyle yüzyılın ilk 30 yılında Alman popüler kültürünü bir hayli biçimleyen gençlik hareketidir. Wandervögel (“ortalıkta dolaşan özgür ruhlar” olarak çevrilebilecek) olarak tanınan bu gençlik hareketi Yeni-Romantizm’le, doğu felsefelerini, doğa mistisizmini, sebebe duyulan düşmanlığı ve kafası biraz karışık olsa da oldukça ateşli bir gerçek, yabancılaşmamış toplumsal ilişkiler arayışını harmanlayan bir türlü idi. Toprağa geri dönüşü vurgulayan düşünceleri doğal dünyaya ve onun çektiği acılara sevdalı bir duyarlılıkla bağlıydı. Hareketin kimi kollarının özgürleştirme siyasetlerine doğru kaymış olmaları, sağcı hippiler olarak tanımlanabilecek Wandervögel’lerin çoğunun sonunda Nazilerce içerilmesini engelleyememiştir. Doğaya tapınmadan Führer’e tapmaya geçiş incelenmeye değer bir süreçtir.
Gençlik hareketinin çeşitli kolları ortak bir kavrayışa sahipti: Duyumsal deneyimi toplumsal eleştiri ve hareketin üzerinde öne çıkaran bir anlayışla derin kültürel krize politik olmayan bir karşılık. Yaşadıkları zamanın çelişkilerini kırılma noktasına kadar zorladılarsa da “toplumda bir etki bırakacak değişikliklerin kaynağını siyasal araçlardan ziyade bireyin güçlendirilmesinde” (16) görmeleri onları örgütlü toplumsal ayaklanmaya yönelik son adımı atmakta isteksiz bıraktı. Bunun ölümcül bir hata olduğunu şimdi görüyoruz. “Kabaca söylersek, önlerinde iki çeşit isyan duruyordu; radikal toplum eleştirilerini öne sürüp toplumsal devrimin eşiğine gelebilirlerdi. Ama Wandervögel topluma karşı protestonun öteki biçimini seçti – romantizm”(17). Bu tavır hareketi faşizmin politik olmayan yardakçılığına kadar sürükledi. Gençlik hareketi sadece seçtiği protesto biçiminde yanılmadı, aynı zamanda binlerce üyesinin Nazilere katılmasıyla ağır bir darbe yedi.
Varolan kültüre karşı enerjisi ve doğayla uyum şeklindeki hayalleri boşa çıktı. Bu belki de toplumsal ve ekolojik sorunları bilen ve karşı çıkan ancak bu durumu yaratan siyasal ve ekonomik yapılara aktif bir şekilde karşı çıkmayan ve sistematik köklerini gözardı eden herhangi bir hareketin başına gelecek kaçınılmaz sondur. Bireyi değiştirmeyi toplumu dönüştürmeye yeğ tutmak açık bir şekilde apolitik asilik peşinde koşmak kriz zamanlarında barbarca sonuçlar doğurabilir. Bu türlü görüşlerin idealist gençlik üzerindeki çekim etkisi açıktır; krizin yolaçtığı kötülükler, onun görünür sebeplerini toptan reddetmeyi gerektirir gibi gözüküyor. Asıl tehlike de işte bu şekilde bir reddedişte yatıyor. Dönemin daha teorik bir kafaya sahip olanlarının çalışmaları öğreticidir. Filozof Ludwig Klages gençlik hareketini derinden etkilemiş ve belirgin bir şekilde ekolojik bilincin oluşmasını sağlamıştı. Wandervögel’in 1913’teki efsanevi Meissner buluşması üzerine yazdığı “İnsan ve Dünya” adlı makalesi çok önemlidir (18). Makale Klages’in çalışmaları arasında yarattığı etki açısından en tanınmışı idi. “Alman ekopasifist hareketinin en büyük manifestolarından biri” (19) olmasının yanında tepkisel ekoloji literatürünün de klasikleri arasına girmiş bir çalışmadır. “İnsan ve Dünya” çağdaş ekoloji hareketinin tüm vurgu noktalarını bünyesinde barındırır. Türlerin artan bir şekilde hızlanarak yokolmasını, küresel ekosistem dengesine yapılan müdahaleleri, ormansızlaştırmayı, yerli insanların ve habitatlarının yokedilmesini, şehirlerin yayılıp genişlemesini ve insanların doğaya giderek yabancılaşmasını eleştirmiştir. Kesin bir dille Hıristiyanlığı, kapitalizmi, ekonomik faydacılığı, gereksiz tüketimi ve “gelişme ideolojisini” küçümser, eleştirir. Gereğinden fazla turizmin çevreye verdiği zararı, balinaların katledilmesini şiddetle eleştirirken, gezegenin ekolojik bir toplam olduğu fikrini sergilemiştir. Ve tüm bunlar 1913 yılındaydı!
Klages’in tüm hayatı boyunca sıkı bir muhafazakar ve aşırı antisemitik düşüncelere sahip olduğunu öğrenmek insanı şaşırtabilir. Herhangi bir tarihçi onu “völkisch fanatiği” olarak tanımlarken, bir diğeri faşist felsefenin gelişim yolunu açtığı için “3. Reich için entelektüel arabulucu” olarak tanımlayabilir (20). “İnsan ve Dünya” da doğal çevrenin yokoluşu kültürel çöküşün siyasi bir eleştirisi ile eleledir (21). Klages’in modern toplumun hastalığına ilişkin teşhisi, kapitalizm hakkındaki görüşlerin ışığında tek bir suçluya işaret eder:”Geist”. Akıl ya da kavrayış anlamındaki terimi kendine has yorumlayışı yalnızca hiperrasyonalizmi ya da araçsal sebepleri (instrumental reason) suçlamakla kalmaz, rasyonel düşüncenin kendisini de yargılar. Aklın bu şekilde toptan reddi siyasi uygulamaları kolaylaştırmaktan öte onu imkansız kılar. Bu anlayış toplumun doğayla rasyonel bir şekilde uyumlu kurgulanması yolunu tıkar ve en zalim otoriter yönetim biçimini haklı çıkarır. Ancak Klages’in hayatının ve çalışmalarının ekolojistler tarafından öğrenilmesi hayli geç olmuştur. 1980 yılında “İnsan ve Dünya” Alman Yeşilleri’nin doğuşuna eşlik etmesi amacıyla saygı dolu ifadelerle yeniden basılmıştır.
Faşizmle çevreciliğin arasındaki köprünün kurulmasına yardım eden bir diğer filozof ve aydınlanma eleştiricisi Martin Heidegger’dir. Klages’e oranla daha fazla tanınan Heidegger “öz varoluş”u savunmuş ve modern teknolojiyi şiddetle eleştirmesi onun ekolojik düşüncenin öncüsü olarak sık sık anılmasına sebep olmuştur. Hümanizmi reddi ve teknoloji eleştirilerine dayanarak günümüz “derin ekolojist”leri Heidegger’i eko-kahramanlar safına katmıştır.
“Heidegger’in insanmerkezli hümanizmi eleştirmesi, insanlığı birşeyler yapmaya çağıran daveti, insanlığın dünya, gök ve Tanrı ile ilişkisini “oyun” ya da “dans” şeklinde yorumlayışı, dünyada yaşamaktan başka çaremiz olmadığına dair görüşleri, sınai teknolojinin dünyayı kirlettiğine ilişkin şikayetleri, yerellik ve “anayurda” verdiği önem, insanlığın çevresindeki canlı cansız tüm doğayı tahakküm altına alacağına koruyup kollaması gerektiği yönündeki çıkışları, işte Heidegger’in düşünce dünyasının tüm bu unsurları onun büyük bir derin ekolojist teorisyeni olduğunu gösteriyor (22).
Bu şekilde tanımlamalar en iyi ihtimalle tehlikeli bir saflığa işaret ediyor. Heidegger’in övgüyle bahsedilen düşünce bileşenlerinin faşist hareketin tarihinde varolduğu unutulmuş görünüyor (yukarıdaki satırların sahibi yazar, bir zamanlar önemli bir derin ekolojist iken şimdilerde safını değiştirmiş ve arkadaşlarından da aynısını yapmalarını istemiştir) (23).
Varoluşçu bir filozof olarak -1915 sonrası İsviçre’de yaşamış Klages’in tersine — kendisi Nazi Partisi’nin aktif bir üyesi, bir zamanlar Führer’in ateşli bir taraftarı, hayranıydı. Heimat’a (anavatan) olan mistik hayranlığı derin bir antisemitizmle tamamlanmıştı. Moderniteye ve teknolojiye karşı açtığı metafizik ifadelerle dolu yaylım ateşi popülist demagoji ile bir hayli benzeşiyordu. 3. Reich’ın düşmesinden sonra 30 yıl ders verip yaşamış olduğu halde, Heidegger hiçbir zaman yarım yamalak da olsa Nazileri suçlamamış, ve Nasyonal Sosyalizm fikrine kapılmasına duyduğu pişmanlığı yüksek sesle dile getirmemiştir. Çalışmaları, felsefi açıdan ne değerler içerirse içersin, bugün hala politik anti-hümanist düşüncelerin ekoloji kisvesi altında kullanılması onun eseridir.
Öncü faşist felsefeler ve gençlik hareketine ek olarak, Weimar döneminde doğal habitatı korumaya yönelik pratik çalışmalar vardı kuşkusuz. Bu çalışmaların çoğu “Kan ve Toprak”ın zaferiyle zirveye çıkan ideolojiye derinden bağlanmıştı. 1923 yılında yapılmış ormanlık alanların korunmasına ait bir çalışma, dönemin çevreci retoriği hakkında bilgi veriyor:
“Her Alman’ın kalbinde mağaralarıyla ve kayalıklarıyla Alman ormanlarına, suyuna ve rüzgarına, efsanelerine ve masallarına, şarkıları ve ezgileriyle evine, vatanına duyduğu güçlü bir özlem vardır; her Alman’ın ruhunda Alman ormanları tüm uçsuz bucaksızlığı, tüm zenginliği ve güzelliği ile yaşar, dalgalanır. Alman olmanın özü, Alman olmanın ruhu ve Alman özgürlüğünün kaynağıdır bu. Bu sebeple, yaşlılar ve gençlerin hatırına Alman ormanlarını koruyun ve yeni kurulan Alman Ormanlarını Koruma Derneği’ne üye olun.” (24).
Alman sözcüğünün Hint duaları benzeri bunca çok tekrarlanışı, ve kutsal orman kavramının bu şekilde mistik anlatımı yine nasyonalizm ve natüralizmi birbirine bağlıyor.
İki kavramın bu beraberliği Weimar Cumhuriyeti’nin dağılmasından sonra ürpertici bir belirginlik kazandı. Göreli olarak daha zararsız koruma gruplarının yanında, bu fikirleri dile getiren yeni bir örgüt kurulmuştu: Alman Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi (ANSİP).
Arndt, Riehl, Haeckel ve diğerlerinin mirası üzerinde (ki hepsi 1933-1945 arasında Nasyonal Sosyalizm’in neferleri olarak şereflendirilmişlerdi), Nazi hareketinin çevreci temalarla olan içlidışlılığı hareketin popülaritesinin yükselmesinde ve ülkenin yönetimine yerleşmesinde önemli bir faktördür.
Nasyonal Sosyalist İdeolojisinde Doğa:
Yukarıda anahatlarıyla özetlenmeye çalışılan tepkisel ekolojik fikirler ANSİP’in merkezi figürleri üzerinde güçlü ve uzun süreli bir etki oluşturdu. Weimar kültürü bu tür teorileri bol miktarda barındırsa da Naziler bunlara özel bir biçim verdiler. Nasyonal Sosyalist “doğa dini”, bir tarihçinin onu tanımladığı gibi, tarihöncesi çağlara ait Germanik mistisizminin, yarı- bilimsel ekolojinin, irrasyonalist anti-hümanizmin ve toprağa dönüş yoluyla sağlanacak ırkçı kurtuluş mitolojisinin patlamaya hazır bir karışımıydı. Onun baskın temaları ‘doğal düzen’, organikçi holizm ve insanlığın değersizleştirilmesi idi: “Yalnızca Hitler’in değil, Nazi ideologlarının birçoğunun yazdıklarının çerçevesinde, insanın vis-‡-vis doğasına radikal bir itirazın olduğu ve buradan yapılacak mantıksal bir çıkarımla, usta doğaya yönelik insani etkinliklere karşı bir saldırı olduğu görülebilir (25). Bir Nazi eğitimcisinden alıntı yaparsak aynı yaklaşımın sürdüğünü görebiliriz: “İnsanmerkezli düşünceler genel olarak reddedilmek zorundadır. Onlar yalnızca ‘doğanın insanlar için yaratıldığı farzedildiğinde geçerli olabilirler. Biz bu yönelimi kesin olarak reddediyoruz. Bizim doğa anlayışımıza göre, insan aynı diğer organizmalarda olduğu gibi yaşayan doğa zincirinde bir halkadır’”(26).
Bu gibi argümanlar modern ekolojik tartışmalarda ümit kırıcı bir geçerliliğe sahiptirler: toplumsal-ekolojik harmonizasyonun anahtarı “doğal süreçlerin tartışmasız kanunlarının” (Hitler) araştırılması ve toplumun onlara uygun bir şekilde organize edilmesidir. Führer özellikle “doğanın ebedi kanunlarının karşısındaki aciz insanoğluna”(27) vurgu yapmayı seviyordu. Haeckel ve monistleri tekrar ederek Mein Kampf’ta şunları yazıyordu: “İnsanlar doğanın demir mantığına başkaldırmaya yeltendiklerinde, insani varlıklar olarak varolmalarını borçlu oldukları aynı temellerle karşı karşıya gelirler. Doğaya karşı eylemleri onların kendi düşüşlerine yol açacaktır”(28).
İnsanlığa ve doğaya ait bu bakışın otoriteryan imaları, Nazilerin holizm ve organizm üzerine olan vurgularında daha açık bir hale gelir. Reich Doğayı Koruma Dairesi’nın yöneticisi olan Walter Schönichen 1934’te biyoloji programı için şunları söylemişti: “Gençlik, çok erken yaşta ‘organizma’nın, yani tüm parçaların ve organların birin ve yaşamın üstün görev çıkarı için koordinasyonunu anlamak zorundadırlar”(29). Bu (şu ana dek tanıdık olan) biyolojik fikirlerin toplumsal olgulara doğrudan adaptasyonu, yalnızca 3.Reich’ın totaliter toplumsal düzeninin şekillendirilmesine hizmet etmedi, aynı zamanda Lebensraum (Alman halkı için Doğu Avrupa’da ‘yaşam alanı’ oluşturma planı) politikalarına da hizmet etti. Ayrıca çevresel saflık ile ırksal saflık arasında bağ kurulmasını da sağladı:
Biyoloji eğitiminin holistik perspektiften gelen iki merkezi teması [Nazilere göre]: doğayı koruma ve sağlıklı, zeki çocukların insan genetiği stoğunun geliştirilmesi yoluyla üretilmesi idi. Eğer doğa birleşmiş bir bütün olarak görülürse, öğrenci otomatik olarak ekoloji ve çevre koruma için bir duyarlılık geliştirecektir. Aynı zamanda, doğayı koruma fikri kentlileşmiş ve ‘aşırı uygarlaşmış’ modern insan ırkına dikkat çekilmesini sağlayacaktır(30).
Nasyonal Sosyalist dünya görüşünün değişik varyasyonlarında, ekolojik konular geleneksel toprakçı romantizm ve şehir uygarlığı düşmanlığı ile, doğadaki kökleşmişlik ideali etrafındaki her şeyle ilişkilendirilmişti. Bu fikirsel biraraya geliş, özellikle doğa ile kaybolmuş bağın araştırılması, Nazi liderliğinde, herkesten önce de Heinrich Himmler, Alfred Rosenberg ve Walther Darré tarafından, neo-pagan elementler arasında sıklıkla telaffuz ediliyordu. Rosenberg kendisinin devasa 20.Yüzyılın Miti’nde şöyle yazdı: “Bugün kırdan şehre doğru, Volk için ölümcül, sürekli bir akış görüyoruz. Şehirler gittikçe daha fazla şişiyor, Volk’u güçsüzleştiriyor ve insanlığı doğaya bağlayan ilişkiler tahrip ediliyor; maceracıları ve kar peşinde koşanların her çeşidini cezbediyor ve bu nedenle ırksal kaosu besliyor”(31).
Bu ifadelerin yalnızca retorik olmadıkları vurgulanmak zorundadır; bunlar bağlı oldukları inançları yansıtıyorlardı ve şüphesiz bugünün geleneksel ekolojik yönelimleri ile birleşmiş olan Nazi hiyearşisinin en tepesindeki pratikleri de. Hitler ve Himmler’in her ikisi de katı vejeteryandılar, hayvanları severlerdi, doğa mistisizminin ve homeopatik kürlerin cazibesine kapılmışlardı ve canlı hayvan deneyleri ile hayvanlara acı veren şeylere kesinlikle karşıydılar. Himmler SS’lerin tıbbi amaçları için bitki yetiştiren deneysel organik çiftlikler bile kurdurmuştu. Ve Hitler, zaman içinde, otoriter şekilde ve detaylı olarak, yenilenebilir enerji kaynaklarını (çevresel olarak uygun su gücü ve atık yağdan doğal gaz üretimi dahil olmak üzere) kömüre alternatif olarak tartışan ve “su, rüzgar ve gel-giti” gelecegin enerji kaynakları olarak deklere eden gerçek Yeşil bir ütopyacı gibi düşünebildi.
Savaşın tam ortasında dahi, Nazi liderleri, ırksal yenilenmenin vazgeçilmez bir parçası olan ekolojik ideallere olan bağlılıkları korudular. Aralık 1942’de, Himmler Doğu sınırlarında yeni işgal edilen toprakları kastederek “Doğu Sınırlarındaki Toprağın İşlenmesi Üzerine” bir talimat yayınladı. Bunun bir bölümünde şöyle deniliyordu:
Bizim ırkımızın stoğundaki köylü daima dikkatli bir şekilde toprağın, bitkilerin ve hayvanların doğal güçlerini artırmak ve doğanın bir bütün olarak değerini korumak için çaba harcar. Onun için, bu tanrısal yaratıma saygı duymak tüm kültürün ölçüsüdür. Eğer, bundan dolayı yeni Lebensraeume (yaşama alanları) bizim yerleşimcilerimiz için bir yurt olacaksa, planlanan toprak düzenlemelerinin doğaya yakın olması kararı verilmiş bir ön gerekliliktir. Bu Alman Volk’unu besleyen temellerden birisidir(33).
Bu pasaj klasik ekofaşist ideoloji tarafından oluşturulan retorik araçların hemen tamamını özetler: Lebensraum, Heimat, tarımsal mistik, Volk’un sağlığı, doğaya yakınlık ve saygı (ki toplumun karşısında yargılanmak zorunda olduğu standartlar olarak açıkça inşa edilimşti), doğanın sağlam olmayan dengesinin, toprağın ve onun yaratımlarının bedensel güçlerinin korunması. Bu motifler kısmen Hitler, Himmler ve Rosenberg’in ve hatta Göring’in- Göbbels ile birlikte Nazilerin iç çemberinde bulunan ve ekolojik fikirlere en az sıcak bakan üyelerden biriydi- kişisel bir karakteristiği olmaktan, zaman içinde, tutucu bir bağlılığa dönüştüler. Bu sempati duyuş yalnızca partinin üst kademesi ile sınırlı değildi. Weimar dönemindeki birçok baskın Naturschutz (Doğa koruma) organizasyonları üzerine yapılan bir üyelik araştırması ortaya çıkardı ki, 1939’a kadar bu tutucuların % 60’I (yetişkinerkeklerin %10’una, öğretmen ve hukukçuların %25’ine denk bir oran) NSAİP’ne girmişti. Açıkçası çevrecilik ve Nasyonal Sosyalist arasındaki ilişkiler derindi.
Ekolojik konular ideoloji seviyesinde Alman faşizminde hayati bir rol oynadı. Ama bunları yalnızca Nazizmin teknokratik-endüstriyalist yıkıcı yüzünü maskeleyen, zekice mevzilenmiş bir propaganda olarak değerlendirmek ölümcül bir hata olur. Alman anti-şehirleşme ve tarımsal romantizmini bütünsel bir tarihi bu görüşe karşı keskin bir karşı çıkış sağlar:
Hiçbirşey öndegelen Nasyonal Sosyalist ideologların çoğunluğunun tarımsal romantizmi ve şehir kültürüne düşmanlığı, hiçbir içsel inanç olmaksızın ve yalnızca seçim ve propaganda amaçları için halkı aldatmak maksadıyla, çıkarcı olarak düşünmekten daha yanlış olamazdı. Gerçekte ise, önde gelen Nasyonal Sosyalist ideologların çoğunluğu, şüpheye mahal vermeksizin az ya da çok tarımsal romantizme ve anti-şehirleşmeye eğilimli idiler ve görece yeniden-tarımsallaşma için kararlıydılar (36).
Tüm bunlara rağmen geriye şu soru kalmaktadır: Naziler çevreci politikalarını oniki yıllık Reich dönemi boyunca hangi ölçekte ilerlettiler? Bugün büyük ölçüde ihmal ediliyor olsa da, partide ‘ekolojik’ eğilimin olduğu katı gerçeği parti hükümranlarının çoğu için önemli bir başarı olmuştu. NSAİP’nin bu “yeşil kanatı” herkesten önce faşist ekolojiyi pratikte temel olarak şekillendiren dört figür tarafından; Walther Darré, Fritz Todt, Alwin Seifert ve Rudolf Hess tarafından temsil edilmekteydi.
Resmi Doktrin Olarak Kan ve Toprak
“Kan ve toprağın birliği yeniden restore edilmek zorundadır”, diye bildirmişti 1930’da Richard Walter Darré. Bu ahlakdışı deyim Germen halklarının ve örneğin Keltler ve Slavlar arasındaki Germenlere özgü ‘kan’ (ırk veya Volk) ve ‘toprak’ (ülke veya doğal çevre) arasındaki yarı mistik bir bağlantıyı sembolize ediyordu. Blut und Boden’ın fanatiklari için, Yahudiler özellikle köksüz, göç eden, toprakla herhangi bir gerçek ilişki kurma kapasitesi olmayan insanlardı. Başka bir deyişle, Alman kanı kutsal Alman toprağı için açıkça hak iddia etmenin dayanağı oluyordu. “Kan ve toprak” terimi völkisch çevresinde en azından Weimar döneminden beri dolaşımda iken, bunu bir slogan olarak ilk defa popülerleştiren ve ardından onu rehber olarak Nazi düşüncesinin temeline yerleştiren Darré idi. Arndt ve Riehl’e yeniden dönersek, Darré Almanya’nın ve Avrupa’nın düzgün bir şekilde kırlaştırılmasının vizyonunu belirledi; bu ırksal sağlığı ve ekolojik sürdürülebilirliği garanti altına almak için küçük çiftçiliği yeniden canlandırmak temeline dayanıyordu.
Darréé partinin önde gelen “ırk teorisyenlerinden” birisiyidi ve aynı zamanda Nazilerin 1930’ların başlarındaki kritik döneminde köylü desteğini harekete geçiren enstrümanı idi. 1933’ten 1942’ye kadar Reich’ın Köylü Lideri ve Tarım Bakanı idi. Bu küçük bir makam değildi. Tarım Bakanlığı sayısız Nazi bakanlıkları arasında savaş zamanında dahi dördüncü en büyük bütçeye sahipti. Darré bu pozisyonundan farklı ekolojik kökenli inisiyatiflere hayati desteğini verebilmişti. Nasyonal Sosyalizm’de bulanık olan çevresel eğilimleri birleştirmede önemli bir rol oynadı:
Nazi elitinin hastalıklı-tanımlanmış anti-uygarlık, anti-liberal, anti-modern ve potansiyel anti-şehirleşme duyarlılıklarını tarımsal mistikte bir araya getiren Darré idi. Ve öyle anlaşılıyor ki Darré’nin Nasyonal Sosyalist ideoloji üzerine çok büyük bir etkisi vardı, sanki Nazi ideolojisindeki bir tarımcı toplumun değerler sistemini kendisinden öncekilerden çok daha açık bir şekilde ifade edebilmişti ve -herşeyden önce-bu tarımsal modeli hukukileştirebilmiş ve Nazi politikasına uzun erimli bir yeniden tarımcılaştırmaya yönelik bir amaç verebilmişti (39).
Bu amaç yalnızca Lebensraum adına emperyalist genişleme ile uyumlu bir şey değil, gerçekte onun ilk gerekçelendirmelerinden hatta motivasyon kaynaklarından biri idi. Darré, Organizmacılığın biyolojistik metoforları ile doldurulmuş diliyle şunları söylemektedir: “Kan ve toprak fikri bizlere, bizim Volk ile jeopolitik uzam arasında bir harmoni oluşturmak için gerekli, yeteri kadar toprağı (doğuda bulunan) geri alma etik hakkını verir(40).
Doğu Avrupa’nın kolonizasyonu için yeşil bir kamuflaj oluşturmanın yanısıra, Darré 3.Reich’ın tarım politikalarının temelini teşkil edecek bir çevresel duyarlılığı yerleştirmek için çalıştı. En üretken dönemlerinde dahi bu kurallar Nazi doktrininde sembolik olarak kaldı. “Üretim İçin Savaş” (Tarım sektöründeki üretkenliği artırmak için bir şablon), 1934’teki İkinci Reich Çiftçiler Kongresi’nde ilan edildi. Programın ilk satırı “Toprağın sağlığını koruyun” idi. Fakat Darré’nin en önemli yeniliği organik çiftçilik metodlarının geniş çerçevesine ilk adımı atmasıydı, ve bu “lebensgezetzliche Landbauweise”, veya yaşamın kurallarına göre tarım adını taşıyordu. Bu terimler tepkisel ekolojik düşüncenin altında yatan doğal düzen ideolojisini bir kez daha açık bir şekilde göstermektedir. Bu daha önceden bilinmeyen enstrümanlara destek Rudolf Steiner’in antroposopy’sinden ve onun biyodinamik tarım tekniklerinden geliyordu. Organik tarımın kurumsallaştırılması kampanyası tüm Almanya sathında onbinlerce küçük çiftliği ve tarım alanını kuşattı. Bu Nazi hiyerarşisinin diğer üyelerinin, herkesten önce de Backe ve Göring’in tahmin edilebilir direnci ile karşılaştı. Fakat Darré, Hess ve diğerlerinin yardımı ile politikasını 1942’de istifaya zorlanmasına (ki onun çevreci eğilimleri ile çok az ilgisi vardı) kadar sürdürebildi. Hitler ve Himmler’in “tamamen sempati beslediği bu fikirler” hiçbir anlamda yalnızca Darré’nin kişisel tercihlerini göstermiyor, standart Alman tarım politikaları tarihini ortaya çıkarıyordu(42). Ekolojik olarak anlamlı tarım metodları ve hiçbir devlet tarafından daha önce ve bugüne kadar karşılaşılmayan toprak kullanımı planlamasına Nazi aygıtı içinde sunulan bu hükümet desteğinin büyüklüğü pratikte hala Darré’nin etkilemesi sonucuydu.
Bu nedenlerden dolayı Darré bazen çağdaş Yeşil hareketin öncüsü olarak görülür. Biyografi yazarı ondan bir kez “Yeşillerin babası” olarak bahsetmişti. Kan ve Toprak adlı kitabı, hem Almanca hem de İngilizce’de Darré üzerine yazılmış en iyi tek kaynaktır, onun düşüncelerindeki düşmanca faşist elementleri sürekli olarak önemsizleştirmiş ve onu yanlış yönlendirilmiş tarımcı bir radikal olarak portrelemiştir. Yargılamadaki bu ölümcül hata, ‘ekolojik’ auranın güçlü bir şekilde yanlış yönlendirilmiş çekimini gösterir. Darré’nin yirmili yılların başına giden yayınlanmış yapıtları bile, aşırı bir ırkçı, vülger ve nefret dolu bir yahudi düşmanlığına doğal olarak eğilimli (Yahudilerden açıkça “solucanlar” olarak bahsetti) biri olduğunu göstermek için yeterlidir. Onun onyıl süren kraliyet hizmeti ve dahası Nazi devletinin mimarı olması Hitler’in hastalıklı amacına kendisini adadığını gösterir. Hatta birisi Darré’nin, Yahudiler ve Slavlar’ın tamamen yokedilmelerinin gerekli olduğu fikrinin Hitler ve Himmler tarafından gerçekleştirilmesine neden olduğunu dahi iddia etmektedir(44). Sonuç olarak, düşüncelerindeki ekolojik görüşler Nazi bakışaçısı çerçevesinden ayrı düşünülemezler. Darré Nasyonal Sosyalizmin yüzünü maskelemek bir yana ekofaşizmin şeytani ruhunu temsil eder.
Ekofaşist Programın İlerletilmesi
Nazi ideolojisi ve politikasındaki tarımcı ve romantik anların, Üçüncü Reich’ın hızlı modernizasyonunun teknokratik-endüstriyalist itkisi ile, eğer doğrudan bir zıtlık içinde değillerse, sabit bir gerilim içinde oldukları çok sık vurgulanır. Sıklıkla belirtilmeyen şey ise bu modernizasyon eğilimlerinin dahi önemli bir ekolojik bileşene sahip olduğudur. Bu yoğun endüstrileşmenin ortasında çevreci bağlılığın devam etmesinden temelde sorumlu olan iki kişi Reichminister Fritz Todt ve onun asistanı, yüksek düzeyde planlamacı ve mühendis Alwin Seifert idi.
Todt, doğrudan teknoloji ve endüstri politikaları ile ilgili problemlerden sorumlu, “en etkileyici Nasyonal Sosyalistlerden birisi”(45) idi.1942’de öldüğünde, devasa yarı-resmi Organisation Todt’a ek olarak üç farklı kabine seviyesinde bakanlığı yönetiyor ve “Reich’ın asli teknik görevlerini kendi ellerinde topluyordu”(46). Halefi Albert Speer’e göre, Todt “doğaya aşık”tı ve “Bormann ile, onun Obersalzberg etrafındaki toprakları tahrip etmesini protesto eden, sürekli bir kavgaları vardı”(47). Başka bir kaynak onu kolayca “bir ekolojist” olarak adlandırmaktadır(48). Bu kanı büyük ölçüde Todt’un otoban yapımını -bu yüzyıldaki en büyük inşa girişimlerinden birisidir- mümkün olduğunca ekolojik olarak duyarlı yapma çabalarından kaynaklanmaktadır.
En büyük Alman mühendislik tarihçisi bu bağlılığı şu şekilde açıklıyor: “Todt teknolojinin doğa ve toprakla hormoni içinde tamamlanmasını arzuluyordu, bundan dolayı kendi çağının ‘organological’ temelleri ile olduğu kadar ekolojik prensipleri ile de mühendisliği gerçekleştirmek kökenlerindeki völkisch ideolojisi uyuşuyordu(49). İnşa etmeye ilişkin bu ekolojik bakışlar estetik nedenlerle doğal çevreye harmonik adaptasyonu vurgulamanın ötesine taşındı; Todt ayrıca wetlandlar, ormanlar ve ekolojik olarak duyarlı bölgeler için de katı kriterler koydu. Arndt, Riehl ve Darré’de olduğu gibi bu çevreci kaygılar ayrışmaz bir şekilde völkisch-ulusalcı bakış açısıyla bütünleşmişti. Todt’un kendisi bu bağlantıyı kısaca şu şekilde ifade eder: “Yalnızca ulaşım amaçlarının gerçekleşmesi Alman otoban inşaatının son amacı değildir. Alman otobanı onu çevreleyen toprakların ve Alman özünün ifadesi olmak zorundadır”(50).
Todt’un şef danışmanı ve çevre konularındaki çalışma arkadaşı, Todt’un bir keresinde raporunda “fanatik ekolojist”(51) olarak belirttiği, teğmeni Alwin Seifert idi. Seifert Reich’ın Toprak Avukatı resmi ünvanını taşıyordu, ama parti içindeki takma adı “Mr.Mother Earth” idi. Bu isimlendirmenin nedeni Seifert’in “teknolojiden doğaya tümden dönüş”(52) rüyasından kaynaklanıyordu ve sık sık Alman doğası ve “insanoğlunun” dikkatsizlik trajedisi hakkındaki liriği cilalıyor gibiydi. 1934 gibi erken bir tarihte Hess’e su ile ilgili konulara dikkat çeken ve “doğa ile daha fazla harmonize çalışma metotlarına”(53) çağrıda bulunma arzusunu dile getiren bir yazı yazdı. Resmi görevlerinden bağımsız olarak vahşiliğin önemine vurgu yaptı ve enerjetik bir şekilde monokültüre, wetlandların drenajına ve kimyevileştirilmiş tarıma karşı çıktı. Darré’yi ılımlı olmakla eleştirdi ve “‘daha köylü-gibi, doğal, basit, sermayeden bağımsız’ tarım metodlarına doğru bir tarım devrimi çağrısında bulundu’”(54).
Bu gibi kişiliklere güven duyan 3.Reich’ın teknoloji politikası ile Nazizmin kitlesel endüstriya-list inşası bile belirgin yeşil tonlar aldı. Partinin felsefi geri planındaki doğa projeksiyonu, daha radikal inisiyatiflerin Nazi devletinin en üst ofislerinde genelde sempatik dinleyiciler bulmalarının garanti altına alınmasına yardım etti. Otuzların ortalarında Todt ve Seifert, “tüm yaşamın bu yerine konulamaz temellerinin”(55) sürekli erozyonunun durdurmak için, Doğa Ana’nın Korunması için, herşeyi kapsayacak bir Reich Hukuku’nu şiddetle savundular. Seifert ekonomi bakanı hariç tüm bakanların işbirliği için hazır hale getirildiğini rapor etti. Ekonomi bakanın karşı çıkışı ise madenciliğe olan olumsuz etkisi nedeniyle çıkan fatura nedeniyleydi.
Fakat tüm bunların en küçük başarı şansı dahi, parti hiyerarşisinin en tepesine güvenli bir şekilde demir atmış olan ve NSAİP’nin “yeşil kanadı”nı destekleyen Reich Şansölyesi Rudolf Hess olmaksızın düşünülemezdi. Hess’in gücünü ve Nasyonal Sosyalist rejimin kompleks hükümet makinesindeki merkezi rolünü hayal etmek çok güç olabilir. Partiye 1920’de 16.üye olarak kaydoldu ve yirmi yıl Hitler’in vekili konumunda bulundu. Hitler’in “en yakın sırdaşı” (56) olarak tanımlandı ve Führer’in bizzat kendisi Hess’i kendisinin “en yakın danışmanı”(57)olarak deklere etti. Hess yalnızca en tepedeki parti lideri değildi, Hitler’in başarısı için (Göring’ten sonra) sıradaki ikinci kişiydi; ayrıca tüm kanun taslakları ve kararnameler, kanun olmadan önce, onun ofisinden geçmek zorundaydı.
Samimi bir Steinerci olduğu kadar yerleşmiş bir doğa sevgisi nedeniyle Hess katı bir biodinamik diyette ısrar etti-Hitler’in katı vejeteryan standartları bile onun için yeterli değildi-ve sadece hemeoterapik ilaçları kabul etti. Darré’yi Hitler ile tanıştıran Hess idi, bu nedenle “yeşil kanadı” güven altına alma onun için önemliydi. Darré’den bile daha fazla organik tarım taraftarıydı, ve ona lebensgezetzliche Landbauweise’nin desteklenmesinde daha açık adımlar atması için baskı yaptı(58). Ofisi Reich’taki toprak kullanımının planlanmasından doğrudan sorumluydu ve Seifert’in ekolojik yaklaşımlarını paylaşan birçok uzmana iş veriyordu(59).
Hess’in gönülden desteği ile, “yeşil kanat”kendisinin en önemli başarılarını gerçekleştirebildi. Mart 1933 gibi erken bir dönemde geniş kapsamlı bir çevreci kanun onaylandı ve ulusal, bölgesel ve yerel seviyelerde geliştirildi. Yeniden ormanlaştırma, hayvan ve bitki türlerini koruma altına alma kanunları ve endüstriyel gelişmeyi engelleyici koruyucu talimatların içinde olduğu bu estrümanlar hiç kuşkusuz “tarihin bu döneminde en ilerlemeci konumlar arasında bulunuyordu”(60). Vahşi yaşam habitatının korunması için planlayıcı talimatlar oluşturuldu ve bu aynı zamanda kutsal Alman ormanları için bir saygıyı talep ediyordu. Nazi devleti ayrıca Avrupada’ki ilk doğa korumacılığını oluşturdu.
Todt ve Seifert’in çevreye duyarlı toprak kullanımı planlaması ve endüstri politikasının yanı sıra, Darré’nin yeni-tarımcılık ve organik tarımın desteklenmesi çabaları doğrultusunda Nazi ekolojistlerinin en temel başarısı 1935’teki Reichsnaturschutzgesetz idi. Daha önceden tamamiyle bilinemeyen bu “doğa koruma kanunu” yalnızca flora, fauna ve Reich topraklarındaki “doğal anıtları koruyucu hatları oluşturmakla kalmadı; aynı zamanda geriye kalan vahşi yaşam alanlarına ticari ulaşımı sınırlandırdı. Ek olarak, büyük ölçekli kanunlaştırmalar “tüm ulusal, devlet ve yerel ofislerin Naturschutz otoritelerinden kırdaki temel değişikleri oluşturabilecek girişimlerinden önce zamanında tavsiye almaları için gerekliydi”(61).
Kanunlaştırmanın ne kadar etkili olduğu her ne kadar soru işaretleri taşısa da, geleneksel Alman çevrecileri onun paragraflarını çok sevdiler. Walter Schönichen onu “völkisch-romantik arzularının tam gerçekleşmesi olarak”(62) deklere etti ve Reich Doğa Koruma Ajansı’nın yöneticisi olan Schönichen’in halefi Hans Klose, Nazi çevre politikasını Almanya’daki “doğa korumacılığının en yüksek noktası” olarak tanımladı. Bu enstrümanların belki de en büyük başarısı “Alman Naturschutz’unun entellektüel yeniden düzenlenmesi”ne ortam sağlamak ve hakim çevreciliğin Nazi atılımına entegrasyonunu sağlamaktı(63).
“Yeşil kanat”ın başarıları cesaret kırıcı olsalar dahi abartılmamalıdır. Ekolojik inisiyatifler tabi ki evrensel olarak parti içinde nadiren popülerdiler. Göbbels, Bormann ve Heydrich, örneğin, toleranssız bir şekilde karşı saftaydılar ve Darré, Hess ve onların takipçilerini güvenilmez hayalciler, ekzantrikler ve basitçe güvenlik riskleri olarak düşünüyorlardı. Son kuşku Hess’in 1941’deki İngiltere’ye ünlü uçuşu ile teyit edildi; bu noktadan sonra çevreci eğilim genelde baskı altına alındı. Todt 1942 Şubat’ında bir uçak kazasında öldürüldü, hemen ardından Darré tüm görevlerinden alındı. Nazilerin yıkıcılığının son üç yılda “yeşil kanat” hiçbir aktif rol oynamadı. Bununla beraber yaptıkları uzun bir süre silinmeden kaldı.
Faşist Ekoloji Bağlamı
Bu ürkütücü ve rahatsız edici analizi, kabul edilebilir hale getirme çabası kesinlikle yanlış bir sonuç çıkarma eğilimi göstermektir- daha açıkçası, suçlamayı en çok hakeden politik vaatler dahi bazen beğenilen sonuçlar üretebilirler. Fakat buradaki gerçek ders bunun tam tersidir: Çok beğenilen düşünceler dahi cinayetler işleyen vahşiliklerin hizmetine sokulabilir ve araç olarak kullanılabilirler. NSAİP’nin “yeşil kanat” ı bir grup masum, kafası karışmış ve manupüle olmuş idealist veya bunların içinden gelen reformistler değildir; onlar insanlıkdışı ırkçı şiddete, kitlesel baskı politikalarına ve dünya çapında askeri üstünlüğe kendini açık bir şekilde adamış şeytani bir programın bilinçli destekçileri ve yöneticileridirler. Onların “ekolojik” içerikleri, onların bu temel adanmışlıklarını dengelemek bir yana, bunları derinleştirmiş ve radikalleştirmiştir. Sonuç olarak, onların çevre politikası konfigürasyonları organize kitle katliamlarından doğrudan ve büyük ölçüde sorumludur.
Nazi projesinin hiçbir görünüşü büyük çaplı yıkıcılık niyetini ortaya sermeksizin düzgün bir şekilde anlaşılamaz. Burada da ekolojik argümanlar büyük şeytani roller oynadılar. “Yeşil kanat” yalnızca geleneksel tepkisel ekolojinin kanlı yahudi düşmanlığını yeniden cilalamakla kalmadı, organik şiddetsizlik ve öç alma politikasının korkutucu ırkçı fantazilerinin tamamen yeni bir patlamasına katalizör oldu. Doğal “saflık” fetişleştirmesi ile anti-hümanist doğmanın aynı mecrada birleşmesi Üçüncü Reich’ın birçok şeytani cinayetinin yalnızca rasyonalize edilmesini değil aynı zamanda motivasyonunu sağladı. Onun amaçlanmış arzusu daha önce gizil kalmış öldürme enerjilerini serbest bıraktı. Sonuç olarak, mistik ekolojinin kendi lehine çevresel yıkımın herhangi bir toplumsal analizin yerini alması son çözümün hazırlanışında biraraya getirilmiş bir eleman olarak hizmet eder:
Alman halkının doğayla sıkı bağı gözönüne alınmaksızın, kırın yıkıma uğratılmasının ve çevresel hasarların açıklamasını yapmak, yalnızca toplumsal bağlamda çevresel hasarın analizini yapmadan ve bunları çatışan toplumsal çıkarların açıklaması olarak anlamayı reddetmekle mümkün olabilir. Bu yapılsaydı, Nasyonal Sosyalizmin kendisinin eleştirisi, bu güçlere bağışıklık kazanmadan mümkün olacaktı. Çözümlerden biri bu gibi çevresel problemlerin diğer ırkların yıkıcı etkisi ile birleştirmekti. Nasyonal Sosyalizm böylece Alman halkının, kendi hakkını savunmak için doğayı hissetmek, anlamak ve böylece gelecek için doğaya yakın harmonik yaşamı korumak amacıyla diğer ırkların elimine edilmesi için onlara savaş açan bir şey olarak görülebildi(64).
Bu ekofaşizmin güçlü bir legalleştirilmesi idi: “Irkçılık çevre korumacılığı örtüsü altında gereklilik haline getirildi(65).
* * *
Alman faşizminin “yeşil kanat”ının bu deneyimi ekolojinin politik uçuculuğunun acı bir hatırlatıcısıdır. Bu kesinlikle ekolojik konularla sağ-kanat politikaları arasında içsel ve kaçınılmaz bir ilişki olduğunu göstermez; Almanya’da burada takip ettiğimiz tepkisel geleneğin yanısıra, herhangi başka bir yerde olduğu gibi, eşdeğer önemde sol-özgürlükçü ekoloji daima mevcut olmuştu(66). Fakat yönelimler ayırt edilebilir: “İnsanoğlunun doğa üzerinde giderek artan ustalığından kaynaklanan problemlerle ilgili düşünceler ideolojilerin aşırılıklarını kucaklayan büyük insan grupları tarafından paylaşılırken, en sabit ‘pro-doğal düzen’ cevabı radikal sağda politik vücut buldu(67). Bu yalnızca tutucuları veya doğrudan faşist çeşitlemeleri ile varsayımsal apolitik çevreci manifestoları birleştiren bağdı.
Tarihsel kayıtlar “toplumu doğaya göre değiştirmek isteyenler ne sol ne sağ fakat ekolojik olarak düşünen kimselerdir”(68) asılsız iddiasının kesinlikle yanlış olduğunu gösterir. Sağdan veya soldan harekete geçirilebilir olan çevreci konular, eğer politik olarak birleştirici olmak zorunda iseler şüphesiz açık bir toplumsal bağlam gerektirirler. “Ekoloji” tek başına bir politika oluşturmaz; yorumlanmak zorundadır, politik anlam kazanmak için bazı toplum teorilerinin içinden geçmek zorundadırlar.
Yukarıda belirtildiği gibi, bu hata çoğu zaman “doğaya göre toplumu reforme” etmek için bir çağrı şeklini alır; bu ise ‘doğal düzen’in veya ‘doğal kanun’un ve insan gereksinimlerinin ve eylemlerinin onun onayına sunulmasının bazı türlerini formüle etmektir. Bir sonuç olarak, insanların çevreleriyle ilişkilerini kuran ve şekillendiren toplumsal süreçlerin ve yapıların rolü gözardı edilir. Bu gibi bilerek yapılan ihmaller, tüm doğaya ilişkin düşüncelerin kendilerinin toplumsal olarak üretidiği yolları belirsizleştirir ve ‘doğal olarak konumlandırılmış’ statüleri ile onları açıkça destekleyerek güç yapılarını sorgulamadan bırakır. Bu nedenle ekomistisizmin toplumsal-ekolojik arayışın şeffaf görüşünün yerine geçmesi, kompleks toplumsal-doğal diyalektiğin saflaştırılmış Birlik’e çökertilmesi sonucu, katastropik politik sonuçlara sahiptir. İdeolojik olarak doldurulmuş ‘doğal düzen’ uzlaşma alanı bırakmaz; iddiaları mutlaktır.
Tüm bu nedenlerden dolayı birçok çağdaş Yeşil tarafından geliştirilmiş “Biz ne sağız ne sol, öncüyüz” sloganı tarihsel olarak naif ve politik olarak ölümcüldür. Özgürlükçü bir ekolojik politikayı yaratacak gerekli proje keskin bir farkındalık, klasik ekofaşizmin ve onun günümüzdeki çevre tartışmalarındaki fikri devamlılığının meşrulaştırılmasının anlaşılmasını gerektirir. ‘Ekolojik’ köken tek başına, eleştirel toplumsal çerçevenin dışında, tehlikeli bir şekilde kararsızdır. Faşist ekolojinin seceresi uygun koşullar altında böyle bir kökenin kolaylıkla barbarlığa dönüşebileceğinin göstergesidir.
Çev.: Ahmet Atıl Aşıcı ~ Sezgin Ata
Dipnotlar
1. Ernst Lehmann, Biologischer Wille. Wege und Ziele biologischer Arbeit im neuen Reich, München, 1934, pp. 10-11. Lehmann was a professor of botany who characterized National Socialism as “politically applied biology.”
2. Anna Bramwell, author of the only book-length study on the subject, is exemplary in this respect. See her Blood and Soil: Walther Darré and Hitler’s ‘Green Party’, Bourne End, 1985, and Ecology in the 20th Century: A History, New Haven, 1989.
3. See Raymond H. Dominick, The Environmental Movement in Germany: Prophets and Pioneers, 1871-1971, Bloomington, 1992, especially part three, “The Völkisch Temptation.”
4. For example, Dominick, The Environmental Movement in Germany, , p. 22; and Jost Hermand, Grüne Utopien in Deutschland: Zur Geschichte des ökologischen Bewußtseins, Frankfurt, 1991, pp. 44-45.
5. Quoted in Rudolf Krügel, Der Begriff des Volksgeistes in Ernst Moritz Arndts Geschichtsanschauung, Langensalza, 1914, p. 18.
6. Wilhelm Heinrich Riehl, Feld und Wald, Stuttgart, 1857, p. 52.
7. Klaus Bergmann, Agrarromantik und Großstadtfeindschaft, Meisenheim, 1970, p. 38. There is no satisfactory English counterpart to “Großstadtfeindschaft,” a term which signifies hostility to the cosmopolitanism, internationalism, and cultural tolerance of cities as such. This ‘anti-urbanism’ is the precise opposite of the careful critique of urbanization worked out by Murray Bookchin in Urbanization Without Cities, Montréal, 1992, and The Limits of the City, Montréal, 1986.
8. George Mosse, The Crisis of German Ideology: Intellectual Origins of the Third Reich, New York, 1964, p. 29.
9. Lucy Dawidowicz, The War Against the Jews 1933-1945, New York, 1975, pp. 61-62.
10. Daniel Gasman, The Scientific Origins of National Socialism: Social Darwinism in Ernst Haeckel and the German Monist League, New York, 1971, p. xvii.
11. ibid., p. 30. Gasman’s thesis about the politics of Monism is hardly uncontroversial; the book’s central argument, however, is sound.
12. Quoted in Gasman, The Scientific Origins of National Socialism, p. 34.
13. ibid., p. 33.
14. See the foreword to the 1982 reprint of his 1923 book Die Entdeckung der Heimat, published by the far-right MUT Verlag.
15. Mosse, The Crisis of German Ideology, p. 101.
16. Walter Laqueur, Young Germany: A History of the German Youth Movement, New York, 1962, p.41.
17. ibid., p. 6. For a concise portrait of the youth movement which draws similiar conclusions, see John De Graaf, “The Wandervogel,” CoEvolution Quarterly, Fall 1977, pp. 14-21.
18. Reprinted in Ludwig Klages, Sämtliche Werke, Band 3, Bonn, 1974, pp. 614-630. No English translation is available.
19. Ulrich Linse, Ökopax und Anarchie. Eine Geschichte der ökologischen Bewegungen in Deutschland, München, 1986, p. 60.
20. Mosse, The Crisis of German Ideology, p. 211, and Laqueur, Young Germany, p. 34.
21. See Fritz Stern, The Politics of Cultural Despair, Berkeley, 1963.
22. Michael Zimmerman, Heidegger’s Confrontation with Modernity: Technology, Politics and Art, Indianapolis, 1990, pp. 242-243.
23. See Michael Zimmerman, “Rethinking the Heidegger — Deep Ecology Relationship”, Environmental Ethics vol. 15, no. 3 (Fall 1993), pp. 195-224.
24. Reproduced in Joachim Wolschke-Bulmahn, Auf der Suche nach Arkadien, München, 1990, p. 147.
25. Robert Pois, National Socialism and the Religion of Nature, London, 1985, p. 40.
26. ibid., pp. 42-43. The internal quote is taken from George Mosse, Nazi Culture, New York, 1965, p. 87.
27. Hitler, in Henry Picker, Hitlers Tischgespräche im Führerhauptquartier 1941-1942, Stuttgart, 1963, p. 151.
28. Adolf Hitler, Mein Kampf, München, 1935, p. 314.
29. Quoted in Gert Gröning and Joachim Wolschke-Bulmahn, “Politics, planning and the protection of nature: political abuse of early ecological ideas in Germany, 1933-1945”, Planning Perspectives 2 (1987), p. 129.
30. Änne Bäumer, NS-Biologie, Stuttgart, 1990, p. 198.
31. Alfred Rosenberg, Der Mythus des 20. Jahrhunderts, München, 1938, p. 550. Rosenberg was, in the early years at least, the chief ideologist of the Nazi movement.
32. Picker, Hitlers Tischgespräche, pp. 139-140.
33. Quoted in Heinz Haushofer, Ideengeschichte der Agrarwirtschaft und Agrarpolitik im deutschen Sprachgebiet, Band II, München, 1958, p. 266.
34. See Dominick, The Environmental Movement in Germany, p. 107.
35. ibid., p. 113.
36. Bergmann, Agrarromantik und Großstadtfeindschaft, p. 334. Ernst Nolte makes a similar argument in Three Faces of Fascism, New York, 1966, pp. 407-408, though the point gets lost somewhat in the translation. See also Norbert Frei, National Socialist Rule in Germany, Oxford, 1993, p. 56: “The change in direction towards the ‘soil’ had not been an electoral tactic. It was one of the basic ideological elements of National Socialism . . . ”
37. R. Walther Darré, Um Blut und Boden: Reden und Aufsätze, München, 1939, p. 28. The quote is from a 1930 speech entitled “Blood and Soil as the Foundations of Life of the Nordic Race.”
38. Bramwell, Ecology in the 20th Century, p. 203. See also Frei, National Socialist Rule in Germany, p. 57, which stresses that Darré’s total control over agricultural policy constituted a uniquely powerful position within the Nazi system.
39. Bergmann, Agrarromantik und Großstadtfeindschaft, p. 312.
40. ibid., p. 308.
41. See Haushofer, Ideengeschichte der Agrarwirtschaft, pp. 269-271, and Bramwell, Ecology in the 20th Century, pp. 200-206, for the formative influence of Steinerite ideas on Darré.
42. Haushofer, Ideengeschichte der Agrarwirtschaft, p. 271.
43. Anna Bramwell, “Darré. Was This Man ‘Father of the Greens’?” History Today, September 1984, vol. 34, pp. 7-13. This repugnant article is one long series of distortions designed to paint Darré as an anti-Hitler hero — an effort as preposterous as it is loathsome.
44. Roger Manvell and Heinrich Fraenkel, Hess: A Biography, London, 1971, p. 34.
45. Franz Neumann, Behemoth. The Structure and Practice of National Socialism 1933-1944, New York, 1944, p. 378.
46. Albert Speer, Inside the Third Reich, New York, 1970, p. 263.
47. ibid., p. 261.
48. Bramwell, Ecology in the 20th Century, p. 197.
49. Karl-Heinz Ludwig, Technik und Ingenieure im Dritten Reich, Düsseldorf, 1974, p. 337.
50. Quoted in Rolf Peter Sieferle, Fortschrittsfeinde? Opposition gegen Technik und Industrie von der Romantik bis zur Gegenwart, München, 1984, p. 220. Todt was just as convinced a Nazi as Darré or Hess; on the extent (and pettiness) of his allegiance to antisemitic policies, see Alan Beyerchen, Scientists Under Hitler, New Haven, 1977, pages 66-68 and 289.
51. Bramwell, Blood and Soil, p. 173.
52. Alwin Seifert, Im Zeitalter des Lebendigen, Dresden, 1941, p. 13. The book’s title is grotesquely inapt considering the date of publication; it means “in the age of the living.”
53. Alwin Seifert, Ein Leben für die Landschaft, Düsseldorf, 1962, p. 100.
54. Bramwell, Ecology in the 20th Century, p. 198. Bramwell cites Darré’s papers as the source of the internal quote.
55. Seifert, Ein Leben für die Landschaft, p. 90.
56. William Shirer, Berlin Diary, New York, 1941, p. 19. Shirer also calls Hess Hitler’s “protégé” (588) and “the only man in the world he fully trusts” (587), and substantiates Darré’s and Todt’s standing as well (590).
57. Quoted in Manvell and Fraenkel, Hess, p. 80. In a further remarkable confirmation of the ‘green’ faction’s stature, Hitler once declared that Todt and Hess were “the only two human beings among all those around me to whom I have been truly and inwardly attached” (Hess, p. 132).
58. See Haushofer, Ideengeschichte der Agrarwirtschaft, p. 270, and Bramwell, Ecology in the 20th Century, p. 201.
59. ibid., pp. 197-200. Most of Todt’s work also ran through Hess’s office.
60. Raymond Dominick, “The Nazis and the Nature Conservationists”, The Historian vol. XLIX no. 4 (August 1987), p. 534.
61. ibid., p. 536.
62. Hermand, Grüne Utopien in Deutschland, p. 114.
63. Dominick, “The Nazis and the Nature Conservationists”, p. 529.
64. Gröning and Wolschke-Bulmahn, “Politics, planning and the protection of nature”, p. 137.
65. ibid., p. 138.
66. Linse’s Ökopax und Anarchie, among others, offers a detailed consideration of the history of eco-anarchism in Germany.
67. Pois, National Socialism and the Religion of Nature, p. 27.
68. Bramwell, Ecology in the 20th Century, p. 48.