A. Halûk Ünal
Sıkça tanık olup, işittiğimiz bu yaklaşım, kongre sonrasında çok daha sistematik ve açık bir biçimde dile getirilir oldu : önce sistemin “onarım ve tamiri.”
Sol muhalefetteyken “iktidar olmaktan” hep söz etmiştir.
Ancak “yönetime ortak olmak” hedefi ise oldukça yeni.
Demirtaş böyle yazıyor, HDP yönetimi böyle konuşuyor.
Sonuç olarak birbiriyle etkileşimli kavramlar, yeni bir yönelimin, taktik diyemeyeceğimiz kadar strateji kokan bir hedefin habercisi gibi.
Sekter, ahlakçı, uzlaşmaz, romantik siyaset yapmıyorsanız, mücadelenin müzakereye, müzakerenin yeni kazanımlara ve yeni mevzilere ulaştırdığını bilirsiniz.
Mücadele ediyorsanız, rakiplerinizle ittifak, muarızlarınızla, hasımlarınızla, hatta düşmanlarınızla müzakere edebilirsiniz.
Savaş varsa, savaşanlar arasında illa barış masası da kurulacaktır.
Dahası yönetime ortak olacağınız istisnai haller bile oluşabilir.
Peki, içinden geçtiğimiz süreçte, masada yer almak, yönetime ortak olmak, tamirat ve tadilat gibi kavramlar, ne anlama geliyor; nasıl bir stratejik arka planı ima ediyor?
TAMİR EDİLECEK “ŞEY”
Bugün dünya solu olsun, Anadolu solu olsun, kullandığımız siyasal sözlük miktarı, verimli iletişim açısından sıkıntı yaratabiliyor. Yanlış anlaşılmamak için yazıda bazı dipnotlar kullanacak olmamı, bazı bilinenleri yinelememi, şimdiden hoş görmenizi rica ederim.
Önce, bir iki kavramsal referans noktası belirlemek, anlaşılır olmak bakımından, önemli.
Türkiye Cumhuriyeti, hepimizin “Birleşmiş Milletler” diye andığı; gerçekte Birleşmiş Devletler Örgütü olarak adlandırmamız gereken, kapitalist emperyalist sistemin bileşenlerinden biri.
1923’ten bu yana ödediğimiz bedeller ve yüzleştiğimiz kötülük türleri açısından tecrübeyle de sabit; T.C. söz konusu devletler içinde, genetik olarak, ırkçılığın, sömürgeciliğin, erkek egemenliğinin, tekçiliğin, şiddetin ve merkeziyetçiliğin en güçlü olduğu “sermaye/burjuva diktatörlüklerinden” biri.
Kapitalist devletler kuruluşlarından itibaren, sınıflar mücadelesinin gerek iç, gerek dış dinamikleri nedeniyle farklı biçimler almak zorunda kalırlar. Bu biçim değişikliklerinin tamamı birer restorasyondur.
Restorasyonun yönü içeriği ise “sınıfların birbirleriyle mücadeleler alanındaki” vektörlerin bir bileşkesi olarak vücut bulur.
Topluma sunulan serbestliklerin genişlemesi yönündeki süreçlerde ya da serbestliklerin daralması ve hatta tümüyle ortadan kaldırılıp, toplumun açık bir diktatörlükle yönetilmeye başlaması süreçlerinde, sivil asker bürokrasinin öncülüğünde gerçekleşen değişimlerin tamamı restorasyondur.
Hepsinde devletin kapitalist/burjuva (devlet tipi) karakteri korunur; devletin toplumla ve egemen sınıfların birbirleriyle ilişkileri bakımından biçimi değişir.
Söz konusu biçim değişikliklerinin bazısı, esas olarak içerideki sınıf mücadelesinin bir sonucu, bir kısmı küresel sınıf mücadelesinin bir sonucu olarak gerçekleşebilir.
Her ihtimale karşı burada yalnızca ezen ve ezilenler arası mücadeleyi değil; bütün sınıf ve tabakaların, ezenlerin ve ezilenlerin hem kendi içlerinde hem de birbirleriyle mücadelelerinden söz ettiğimi belirtmekte yarar var.
İçinden geçtiğimiz türden “mükemmel fırtına” dönemlerinde sınıf mücadelesi böylesine çok boyutlu ve katmanlı bir içerik kazanır. Bir yandan müzakere imkansızlaşır, siyaset gordion düğümüne dönerken, değişimin zorunlu yolu da “zorun rolü” ile özdeşleşir.
Örneğin, 1960, 71, 80, 28 Şubat, 15 Temmuz darbelerin tamamı böylesi tıkanıklıkların aşılması anlamına gelmiştir.
Siyasi tarihimizin en son darbesi olan 15 – 20 Temmuz (matruşka darbesi) sonrasında da devlette egemen sınıf fraksiyonlarından bir kesimi, devletin biçimini “açık bir savaş diktatörlüğü” olarak yeniden düzenlediler.
Kapitalist (modern) devlet dediğimizde aklımıza ilk gelen kurumlar; ordu, yargı, polis, maliye/hazine, danıştay, sayıştay, yargıtay, anayasa mahkemesi ve MGK tamamıyla iktidar bloku tarafından ele geçirilmiş, sarayın organlarına dönüşmüş durumda.
Kemalist Cumhuriyet, İslamcı/Türkçü ittifak tarafından içeriden yıkıldı demek abartılı olmaz.
Üstelik söz konusu diktatörlük dinamiğinin böylesine güç kazanmasının temel nedenlerinden birisi de “mükemmel fırtına”nın iktisadi boyutu.
Asgari ücretin açlık sınırının altında olduğu, geriye kalan büyük bir çoğunluğun da şimdilik yoksulluk sınırında yaşadığı, üretimin bittiği, hayvan yeminin bile ithal edilmek zorunda olduğu 400 milyar dolar borca batmış, eksi büyüme noktasında debelenen bir ekonominin derin krizinden söz ediyoruz.
Yani, “tamir edilecek olan şey” bu?
Aslında bu “şey”in tamirle düzelecek hali kalmamış olmasına rağmen, eleştirimin romantik ve gelenekçi bir çıkış gibi anlaşılmaması için, partiye hakim olan aklın izlemek istediği “demokrasi ittifakı” politikasını bir an için “doğru” kabul ederek tartışayım.
TADİLAT, TAMİRAT DİNAMİKLERİ
Burjuva siyaseti içinde iki “tamir ekseni” zaten mevcut; birincisi faşizme doğru tamir, restore ediyor; ikincisi ise liberal parlamenter sisteme doğru tamir, restore etmek istiyor.
Aralarında fark gibi görünen temel konu, halkın rızasının esas olarak çelik yumrukla mı, havuçla mı elde edileceği.
Bizlerin kendi siyasi hattımıza “üçüncü yol” adı vermemizin nedeni de bu sistem içi ikilemin taraflarından biri olmayışımız.
Çünkü, her iki seçenek de sermayenin nasıl düze çıkacağının hesabında; halkın değil!
HDP de buluşan bütün mahallelerin bunlardan farkı, önceliği sermayeye değil, halka vermemiz.
Peki en genel ifadeyle solun topluma yapacağı teklifin içeriği nedir?
Bütün bu meseleler “sosyalist bir devrimden sonra halledilir, şu anda sosyalist devrim de görünmüyor, o nedenle bizim siyasetimiz hep yetmez ama evettir” diyenlerden değilseniz; tersine, “toplumsal devrim veya demokratik ulus, demokratik modernitenin – hangi sözlüğü kullanıyorsanız- bu günden yarına inşa edilmesi gerekir” diyorsanız; her iki kapitalist restorasyoncu eksen karşısında farkınızı, iktisadi, siyasi, kültürel PROGRAM düzeyinde ortaya koymanız gerekmez mi?
Bu durumda kapitalizm zemininde olmamız nedeniyle bizim stratejimiz de bir restorasyon politikası mı olacaktır?
Kapitalizm zemininde yüsde 99’un hiç bir geleceği olmayacağını bilen ve görenler için solun stratejisi restorasyon olmaz, olamaz.
Bunun, kavgaya, dövüşe meraklı olmamızla, romantizmle ilgisi yok.
Kapitalizm zemininde, özellikle de kapitalizmin geçirdiği dönüşümler sonucunda, yirmibirinci yüzyılda mülksüzlerin, emekçilerin, işsizlerin ağır bir kölelik düzeninden başka bir seçenekleri olmadığının binlerce kanıtını görüyor olmamızla ilgisi var.
Sermaye, krizini atlatmak için emek maliyetlerini düşürmekten başka bir şansa sahip değil, emek maliyetlerini düşürmek de diktatoryal yöntemler olmaksızın mümkün değil.
Bizim de demokrasi mücadelesiyle anti kapitalist mücadeleyi birleştirmekten başka bir çaremiz yok.
ÜÇÜNCÜ YOL
Eğer her şeyi baştan sona yanlış anlamadıysak; HDK/HDP projesiyle hepimizin ortaklaştığı “üçüncü yol, radikal demokrasi” çağrısını, alternatif bir kurucu irade olarak, anayasadan, eğitime, sağlığa, ulaşıma, radikal demokratik bir programı ortaya koyacak yeni bir ortak akıl inşaası olarak benimsedik.
Radikal reform programları, kapitalizmi köklü bir değişime uğratabilecek gücünüzün henüz olmadığı; kısmi anti kapitalist değişimleri sağlayabilmek için ortaya konulur.
Halkın ihtiyaçlarına çok anlaşılır, inandırıcı model ve yöntemlerle çözümler sunmak, çok geniş kitlelerin dikkatini, ilgisini veya güvenini kazanacak alternatif çözümler önermek, hem partiyi hem pazarlık gücünüzü büyütecek tek güvenilir muhalefet çizgisidir.
Halkın tam da ihtiyaçlarına denk düşen, kolayca ikna olacağı, ancak kapitalistlerin kabul edemeyeceği her talep, radikal reform değeri taşır.
Bölüşüm ilişkilerinde halkın azami yararını temsil eden; katılım süreçlerinde temsili demokrasiye karşı, doğrudan demokrasinin, öz yönetimin inşası anlamına gelecek bütün talepler, anti kapitalist yönde zorlamalar, yani radikal reform talepleridir.
“Radikal Demokrasi” kavramını da bu anlamı taşıdığı için kullanıyoruz.
Geleneksel sosyalizmin yaşadığı ağır yenilginin temel nedenlerinden olan; öncelikle askeri bir güç yaratarak devleti yıkma/ele geçirme, bütün temel dönüşümleri, bu fetihin sonrasına erteleme yöntemi yerine, radikal reformlarla, toplumsal bir güce dönüşüp, devleti kuşatma stratejisini tercih etmek, HDP’nin temel stratejisi.
Kurucu irade kavramını kullanmamızın nedeni de bu stratejimiz.
Parlemento içi ve dışı bütün mücadele alanlarında yüzde 99’un öz iradesinin, öz yönetim yeteneklerinin gelişmesini, çoğulcu, cinsiyet özgürlükçü, ekolojist bir demokrasinin parlamentoda değil, önce köylerde, mahallelerde, fabrikalarda kurulacak meclislerde gelişmesini hedefliyoruz.
Çünkü 21. yüzyıl sosyalizminin merkezinde meclis/komün olduğuna inanıyoruz.
Meclislerin, komünlerin ve bütün kurumlarımızın kurucu ilkeleri olarak çoğulculuğu, cinsiyet özgürlükçülüğünü, ekolojiyi ve adem-i merkeziyetçiliği benimsiyoruz.
Örneğin, çocuklarımız için, en nitelikli, en insani, en modern eğitim sistemini tasarlayabilecek olanların, eğitim sektörünün emekçileri, veliler ve öğrencilerin ortak aklı olacağına; sermayenin temsilcilerinin hiç bir zaman insan merkezli bir sağlık sistemini sağlık emekçilerinden ve hastalardan daha iyi tasarlayamayacağına inanıyoruz.
Sonuç olarak, bir sol partinin pratiğinde vaatlerinin esas olarak iki tür kanıtı olmalıdır.
Birincisi, topluma vaat ettiği değerleri kendi parti pratiğinde uyguluyor olması.
Örneğin topluma öz yönetim vaadinde bulunup, parti içinde en merkezileşmiş ilişkileri yürütürseniz, size kimse inanmaz.
Bir diğer kanıt da “yeni yaşamın” mimari tasarımı olan PROGRAM metninizdir?
Sivil ve kitlesel siyaset ekseninde, ülkenin yüzde 99’una sefaletin nasıl azalacağı, adaletin ve eşitliğin nasıl sağlanacağına ilişkin üçüncü yolu, üçüncü programı halklara – Ayşe teyzenin anlayacağı yalınlıkta- anlatıyor olmanız gerekir?
MÜZAKERE MÜCADELE DİYALEKTİĞİ
Öcalan’ın, ziyaretine giden kardeşine mealen “güç olmak, masanın üçüncü ayağı olmak lazım” dediğini öğrendik.
Parti kuruldu kurulalı ortaya konulan önermelerin, alınan kararların arkasındaki tartışma ve gerekçeler bizlerin meçhulü (devletin malumu) olduğu için yine tahmin yürütmek zorundayız.
Denklem nasıl kuruluyor?
Güç olursak mı masanın üçüncü ayağı oluruz; masanın üçüncü ayağı olursak mı güç oluruz?
Biraz “yumurta, tavuk” denklemi gibi görünse de, eğer ki bütün büyük siyasal güçler, başlangıçta bir avuç insan olarak yola çıkmışsa, bizim denklemimiz “gücü yaratan doğru program, doğru siyasettir” biçiminde kurulmalı, bence.
Zaten Öcalan ve yoldaşlarının yaptığı ve yazdığı tarih de bunun sayısız kanıtıyla dolu değil mi?
Müzakere dediğiniz, her kesin kendi azamisini masaya koyduğu, sonra herkesin azamisinden tavizler vererek gelişen bir yol izler.
Müzakerede masada oturanların gücünü belirleyen de sahadaki güçtür.
Ama bu matematik bir mesele değildir.
Örneğin 8 Mart vesilesiyle parlamentodaki kadın milletvekillerinin ortak basın toplantısını ve AKP li kadınların konuşmalarını dinleyin, bu konuşmalardaki feminist makyajın, matematik açıdan onlarla kıyaslanmayacak durumdaki “feminist hareketin” etkisi sonucu olduğu çok açık değil mi?
AKP’li milletvekillerinin bile yelkenlerini bu rüzgara çevirmesini sağlayan, Kadın Kurtuluş Hareketi’nin gerçekçi politikaları, ortaya koydukları talepler, sivil, barışçı ama son derece cesur, yaratıcı ve kararlı kitlesel eylem çizgileri, değil mi?
Ne demek istediğim anlaşıldı kanaatindeyim.
PROGRAM
Önce de yazdığım gibi yüzbinlerce bağımsız kadın ve erkek solcu, sol örgütlerin de çoktan hatta önden yaşaması gereken, önemli zihniyet değişimleri yaşadık.
Hiç bir konuda tekkeci, ahlakçı bakmıyoruz.
Velev ki, günümüzün doğru taktiği önce “tamirat ve tadilat” olsun?
Peki bu tamirat tadilat müzakerelerini yapacak olanlarla, onları yetkilendiren milyonlar arasındaki kontrat, yani program nerede?
HDP gibi bir partinin kuruluşunda belki ilkelerde anlaşarak yola çıkabilirsiniz; ama beşinci yılınızda “faşizme karşı demokrasi bloku” kurmak istiyorsanız ve hala milyonlarca HDP’liyi bir araya getiren ana kontrat, ortak program bilinmiyorsa; müzakereleri burjuva programlarına şerh koyarak mı yürüteceksiniz?
Bu ve benzer programatik metinler hala ortaya çıkmadıysa, bu parti ne için kuruldu?
Burjuva partilerinin aralarındaki model tartışmalarına yalnızca itiraz etmek için (istemezük) bu kadar büyük bir emeğe, çabaya gerek var mı?
Bu noktada elbette sermaye partilerinin işi daha kolay.
Sermaye aklının daha gelişkin olduğu ülkelerden kopya çekseler bile ellerinde bir alternatif olur.
Ama anti kapitalist bir zeminde duranlar için iş çok daha zor.
Velev ki aynı masaya da oturduk.
Örneğin, yargı sisteminin gerçekten bağımsız olacağı modelimiz nedir; bir bilen var mı?
Sözcülerimiz, mevcut eğitim sistemini kar ve kul odaklı kurgulayanların karşısına, ücretsiz ve özgür insan odaklı hangi modeli koyacak?
Masada bizi temsil edecek arkadaşlarımız hangi referans modele göre, ya da kutup yıldızına göre pazarlık edeceklerini biliyor muyuz? Ya da bir bilen var mı?
Sağlık sisteminin “tamiratında” müzakerelerde kutup yıldızımız olacak referans modelimiz nedir; bilen var mı?
Örneğin bu güne kadar sağlık örgütlerindeki yoldaşlarımız, işçi sınıfının en eğitimli kesimlerinin başında gelen sağlıkçılar, partinin sağlık alanındaki aklı olarak, bir model tartıştılar mı? Parti böyle bir çalışmayı teşvik etmedi mi, edemedi mi?
Ya da eğitim sen vb. kuruluşlardaki parti kitlesi, bu alandaki aklımız olarak bir taslak oluşturamadı mı?
Sonuç olarak, güç olmanın yolu, bütün gücümüzü, enerjimizi ve dikkatimizi matematik açıdan hangi masaya oturacağımıza değil, kolumuzun altında hangi alternatiflerle oturacağımıza vermekten geçiyor, aklımızdan çıkarmayalım.
HDP gibi, 60 yıllık büyük emeklerin, fedakarlıkların mirasını devralmış bir parti, topluma anti kapitalist yönde, radikal reformları – Ayşe teyzenin anlayacağı dilde- anlatamazsa; katılacağı her müzakere sadece hasımlarımıza, rakiplerimize kan vermek olacaktır.
Ya kurucu irade olursunuz ya da kurulan irade, karar sizin.
*İlk olarak Artı Gerçek’te ” Onarım ve Tamir” başlığıyla yayınlanmıştır. (13.03.2020)