Immanuel Wallerstein ve Marksizm*

297 views
134 mins read
297 views
134 mins read

Geçmişi tarihsel olarak kurmak “onu gerçekten olmuş olduğu gibi” tanımak değil, tehlike anında birden parlayıveren anıyı ele geçirmektir. Tarihsel maddeciliğin meselesi, tehlike anında öznenin karşısında beklenmedik bir şekilde beliriveren geçmiş imgesini alıkoymaktır. Geleneğin hem kendi varlığı, hem de onu devralanlar tehlikededir. Her ikisi de aynı tehdit altındadır: Hâkim sınıfın aleti durumuna düşmek. Geleneği, onu hükmü altına almak üzere olan konformizmin elinden çekip almak, her dönemde yeni baştan girişilmesi gereken bir çabadır…

Walter Benjamin – Tarih Kavramı Üzerine

Güllistan Yarkın**

SUNY Binghamton Üniversitesi Sosyoloji Bölümü, doktora öğrencisi.

Giriş

Yukarıda kendisinden alıntı yaptığım Walter Benjamin, “tarihselci” ve “tarihsel maddeci” olarak iki tür tarihçi tanımlamıştır. Benjamin’e göre, tarihselcilik kuramsal donanımdan yoksundur. Aynı zamanda evrensel tarihe varır ve galiple duygudaşlık içindedir. Oysa maddeci tarih, geçmişin ve şimdinin baskı altında olduğu önkabulüyle hareket eder. Maddeci tarih, baskı altındaki şimdinin gerçekliğiyle mücadele sürecinin başarıyla sonuçlanabileceğini düşünür ve böylelikle “kurucu” bir niteliğe kavuşur. Kısaca, Benjamin’e göre “galiple duygudaşlık” içinde olan tarihselcinin aksine tarihsel maddecinin gerçekleştirdiği temel görev, “tarihin havını tersine taramaktır”. Çünkü tarih; “bir inşa faaliyetinin nesnesidir. Yapı, homojen ve boş bir zamanda değil, ‘şimdinin zamanı’nın doldurduğu bir zamanda yükselir”(1)(Benjamin, 2001: 42–48). Tarihin havını tersine tarayan tarihsel maddecinin nihai amacı, tarihselci gibi salt bir tarih yazımı yapmak ya da, bugünün ve yakın zamanın eşitsizlik ve ayrımcılık üzerine temellenen tarihsel gerçekliğini meşrulaştırarak, akışın devamlılığını sağlamak değildir. Aksine, pratik bağlamda gerçekliğe değmek, geçmişin bugünle ilişkisini kurarak şimdiyi ve geleceği dönüştürmeyi amaçlayarak, gerçekliğin dönüştürücü öznesi olmayı başarmaktır. Bir tarihçinin, tarih yazımı sürecinde bugüne ve geleceğe ilişkin “kurucu” bir rol atfetmesi ve kendini “özne”leştirme çabası; yüzyıllar boyunca iktidarların kontrolü altında yazılmış tarih yazını içinde, tarihçinin konumunu ayırt etmeyi sağlayan bir yol göstericidir.

1990’lı yıllardan itibaren kitaplarının Türkçeye çevrilmesiyle birlikte Türkiye- li okurun tanıştığı tarihçi Immanuel Wallerstein; Marksist perspektife aşina olan köşe yazarlarından, sendikacılara, araştırmacılardan, siyasi çevrelere kadar uza- nan çeşitli perspektiflerden birçok kişiyi etkiledi ve önemli düzeyde popülerliğe ulaştı. Wallerstein’in tarih yazımına Benjamin’in perspektifinden bakıldığında, tarih yazma sürecinde eleştirel bir perspektiften hareket ettiği, galiple duygudaşlık durumundan uzaklaştığı açığa çıkar. Wallerstein, kapitalist gerçekliği ele almaya ve “sistem-karşıtı” olarak tanımladığı, kapitalizme muhalif toplumsal hareketlere tarih yazımında önemli bir yer ve anlam atfetmiştir. Diğer yandan, her ne kadar muhalif bir tavrı sahiplenmiş olsa da; gerçekliği yine eleştirel bir yerden okuyan ve gerçekliği deşifre etme, gerçekliği dönüştürme sürecinin öznesi olmayı amaç- layan maddeci tarih yazınını sahiplenen Marksistlerden yoğun eleştiri almıştır. Hatta kendisi de bugün sınırları ve kapsamı hayli geniş olan Marksizm içinde “Ortodoks” olarak tanımladığı kanada sert eleştiriler yöneltmiştir. Söz konusu eleştirileri; kapitalizmin tarihsel kökenlerine dair tartışmalarda, kapitalizm analizlerinde ve kapitalizme alternatif bir sistemin kuruluş sürecinde merkezi önem atfedilen, değişmesi öngörülen yapılar, mekanizmalar ve olgularda açık hale gelir. Tarih yazımında odaklandığı alanlar ve olgular; “sistem-karşıtı” olarak tanımladığı muhalif toplumsal hareketlere atfettiği değer ve rol, Wallerstein’i Marksist analizden ve praksisten uzaklaştırır. Kapitalizmi artık değer, sermaye-ücret ilişkileri ve üretim ilişkilerinden hareketle değil de ağırlıklı olarak ticaret, kâr, eşitsiz değişim kategorilerinden ve pazar ilişkilerinden hareketle ele alışı, farklılaşmanın temel nedenlerindendir. Bu makale ağırlıklı olarak, Wallerstein’in Marksist dü- şünceye yakınlaştığı ve uzaklaştığı noktaları, tarih yazımı ile kapitalizme karşıt olarak önerdiği alternatif soysal yapı arasındaki ilişkiyi açığa çıkarmayı hedef- lemektedir. Makalenin, hâlihazırda farklı Marksist kanattan birçok tartışmaya konu olmuş Marksist praksis tartışmalarını ve Marksist kuramı açıklamak gibi bir iddiası olmadığını belirtmek gerekir.

Wallerstein’in Marksizm ve Karl Marx Hakkında Düşünceleri

Immanuel Wallerstein2, 1970’li yıllarda dünya-sistemleri analizini bir “perspek- tif” olarak geliştirmiştir. Dünya-sistemleri analizinin bir “teori” değil, bir “pers- pektif” olduğunun altını çizmiştir.3 Ona göre dünya-sistemleri analizi; sosyolojinin ya da sosyal bilimin herhangi bir kolu, dünya sosyolojisi ya da politik sosyoloji değil; sosyal bilim içinde genel kabul gören öncüllere ve perspektiflere yönelik bir “eleştiri”dir (Wallerstein, 1997a: 1). Dünya-sistemini “tek bir işbölümü ve çok çeşitli kültür sistemleri tarafından karakterize edilen bir birim” olarak tanımlar. Ayrıca yapı ve tarihsellik arasındaki ilişkiye büyük önem atfetmesine rağmen, “sis- tem” kategorisiyle tarihsel olarak tanımladığı bütün yapıların ve olayların doğuşu, gelişimi ve sonu hakkında şöyle bir genellemede bulunur:

…tarihsel olan her şey sistemiktir ve sistemik olan her şey ise tarihseldir. Bü- tün karmaşık olguların kendi kuralları, kendi kısıtları, kendi eğilimleri veya vektörleri, yani yapıları ve her gerçek yapının, meydana gelişinden, yaşam tari- hinden ve çevresinden kaynaklanan tikel özellikleri, dolayısıyla işleyiş tarzı açı- sından merkezi olan bir tarihi vardır… Bir tarihsel sistemin, toplamları sistemi bir arada tutan, bütünleşmiş ekonomik, politik ve kültürel süreçler ağını temsil etmesi gerektiğini varsayıyorum. Bu, eğer herhangi bir tikel sürecin parametreleri değişirse, diğer süreçlerin bir şekilde ayarlanmaları gerektiğini varsayar

(Wallerstein, 1997: 320).

Bu ifade aynı zamanda “tarihsel sistem” kavramının Wallerstein için neyi ifade ettiğini de özetler. “Sistem”, belli bir zaman ve mekân boyutunda devam eden, ya- şayabilen ve sürekli dönüşüm içinde olan bir bütünselliğin ifadesidir. Bütünselliğin yaşayabilmesinin sınırları vardır ve sınırlar yapıların tarihselliğine dair bir vurgu- dur. Her sistem yaşayabilme sınırını aştığında sona erecektir.

Wallerstein, kapitalizm analizinde “toplum” terimi yerine “tarihsel sistem” te- rimini kullanarak, toplumun, devletle olan bağlantısını ortadan kaldırdığını ifade eder (Wallerstein, 1997:344). Buna göre, “toplum” ve “devlet” analizinin merkezini oluşturmaz. Önemli olan ulus devletler içinde tanımlanan toplumlar değil, bölgeler, coğrafyalar, mekânlar, “dünya” ve sistemlerdir. Analiz birimine atfettiği büyük önem, Ortodoks olarak tanımladığı Marksizm’e dönük eleştirilerinde net hale gelir. Kapi- talizmi anlama sürecinde, “sadece” ulus devleti analiz birimi yapan soyutlamanın sosyalist hareketi tökezlettiğini düşünmektedir. Ortodoks Marksistlere dönük eleşti- risini ağırlıklı olarak politik örgütlenmelere ve amaçlara dönük olarak yapmıştır.

Marksizm’i “Marx’ın akıl yürütmelerinden esinlenmiş bir kuramlar, çözümleme- ler ve siyasi faaliyetler reçeteleri dizisi” olarak, Marx sonrası Marksizm’i ve özellikle Marx’ın ölüm yılı ile yani 1883 yılı ile 1950 yılı arasındaki dönemdeki Marksizm’i ise “Ortodoks Marksizm” olarak tanımlamıştır. Ortodoks Marksizm, ağırlıklı olarak par- tilerin Marksizm’idir ve “Kautsky artı Lenin artı Stalin”i ifade etmektedir (Wallerstein, 1997:251). Ortodoks Marksizm’in önemli yapı taşlarından biri olarak tanımladığı Bol- şevik Parti’yi ve Alman Sosyal Demokrat Partisi’ni nihai olarak komünist dünyayı ya- ratmayı hedefleyen ve bu amaçla devlet iktidarını “elde etmeye kilitlenmiş” (öncü veya kitle başlığı taşıması fark etmez) partiler olarak tanımlamıştır. “Sınıf çatışmalarının asli olduğunu ve diğer tüm çatışmaların yan olgular olduğunu” iddia eden ve dolayısıyla; “milliyetçi, etnik, feminist ve diğer tüm benzeri hareketlere düşman olan” Marksist “parti”yi eleştiri topuna tutmuştur (Wallerstein, 1998a: 207–211).4

Wallerstein’e göre, “sadece” devlet iktidarını elde etmeye kilitlenmiş sosyalist hareket, sosyalist bir dünya kurma hayalini gerçekleştirememiştir ve gerçekleştire- meyecektir. Devlet iktidarı, kapitalizmin yarattığı iktidar biçimlerinden sadece bir tanesidir. Yok edilmesi gereken kültürel, toplumsal ve ekonomik iktidar biçimleri de kapitalizm içinde varlığını korumaktadır (Wallerstein, 1997:238–239). Ortodoks Marksizm’in içine düştüğü en temel hata, kentli proletarya sınıfını öncelikli kılmak ve kapitalizmin ortaya çıkardığı diğer çatışmaların taraflarını “öteki”leştirmektir:

Kentli sanayi proletaryasının anahtar rolüne yapılan vurgu, Marksistlerin du- rup dinlemeden ulusların, köylülerin, azınlıkların, kadınların ve bütün çevre bölgelerin rolünü (bizzat varlıklarını) açıklamaları ya da (eleştirilerden kurtul- mak için) açıklar gibi yapmaları anlamına gelmiştir. Marksizm ve ulusal sorun, Marksizm ve köylü sorunu, Marksizm ve kadın sorunu üzerine ne kadar çok mürekkep ve kan akıtıldı! Dünyanın onda dokuzu –objektif olarak belki bir süre için ilerici, ancak sosyolojik, analitik, politik olarak ortadan kalkmaya mahkûm –“sorunlar”, “anomalikler”, “kalıntılar” haline dönüştü. Ve sanki bun- lar yeteri kadar garip değilmiş gibi Marksistler, birçok açıdan dünya devriminin alanı olduğu varsayılan yerin -yani merkezin merkezinin- bütün alanların en dayanıklısına dönüşmesinin rahatsız edici etkisiyle yüzleşmek zorunda kaldılar. Devrimler olmadı, yoksullaşma olmadı ve tabiî ki devletlerin sönmesi gerçekleşmedi.

(Wallerstein, 1997: 228)

68 hareketinin kişisel tarihinde önemli bir yeri olduğunu ifade eden5 Wallers- tein, Marksistlerin uzun süre milliyetçi, ırksal, dinsel, etnik ve toplumsal cinsiyete dair mücadelelerin önemini görmezden geldiklerini ve hatta küçümsediklerini dile getirir. Bunun nedeni ise işçi hareketinin bölüneceğine dair korkularıdır. Marksist çözümlemeler bu konuları açıklamakta yetersiz kalmıştır. Bu korkuyu aşmaya dö- nük önerisi ise Marx’tan hareketle söylediği fakat devamını analizinde derinlemesi- ne açımlamadığı şu ifadesinde gizlidir:

Bizzat Marx, Brumaire’de küçük çiftçilerin mücadelesinin, sonunda bir işçi sınıfı mücadelesi biçimi olduğunu göstermeye çalışmıştır. Sınıf mücadelelerinin kaçınılmaz ve tek olduğu tezi, diğer mücadele biçimlerinin patlak vermesiyle hiçbir surette yanlışlanmaz; çünkü söz konusu diğer mücadelelerin sınıf müca- delelerinin maskelenmiş biçimi olduğunu savunmak daima mümkündür (Wal- lerstein, 1998a: 215).

Cinsiyetçilik ve ırkçılığı “jeokültür” kategorisi altında analiz etmiştir. Ona göre, sistem kavramının en belirleyici özelliklerinden biri “devamlılığın sağlanması” gerek- sinimidir. Kapitalizmin devamlılığının sağlanması gereksinimi, “sistematik kültürel baskıların” oluşmasıyla sonuçlanmıştır. Bunlar; “cinsiyetçilik” ve “ırkçıklık”tır. Cinsi- yetçilik ve ırkçılık ile iş gücü disiplin altına alınırken, “rasyonellik”, “evrensellik” veya “bilim” ile orta tabakalar disiplin altına alınır. Söz konusu disiplin altına alma süreci, kapitalist dünya-ekonomisinin sınırsız sermaye birikiminin meşruiyetini sağlayarak, kapitalizmin sürekliliğini mümkün kılmaktadır (Wallerstein, 1998: 146–147). Orto- doks Marksistlerin ihmal ettiğini iddia ettiği cinsiyetçilik ve ırkçılığı sistem tarafın- dan yaratılmış sistemi meşrulaştırıcı kültürel süreçler olarak ele almıştır.

Wallerstein’e göre on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren iki farklı “sistem karşıtı hareket” ortaya çıkmıştır. Bunlar sosyalist partiler ve sendikalar tarafından kurulan “sosyal hareketler” ve ulus devlet yaratmak amacıyla kurulan “ulusal hare- ketlerdir.” On dokuzuncu yüzyılın sonlarında “devlet yönelimli” hareket dominant hale gelmiştir. Buna göre sosyal ve ulusal hareketler iki aşamalı stratejiyi izlemişlerdir. Söz konusu strateji önce devleti ele geçirmeyi sonra da dünyayı dönüştürmeyi ifade eder. Kendilerini sosyal demokrat olarak tanımlayan hareketler merkez ülkelerde ortaya çıkarken, ulusal kurtuluş hareketleri ve komünist partiler yarı-çevre ve çevre

ülkelerde ortaya çıkmıştır. Çin, Vietnam ve Küba’daki devlet iktidarını ele geçiren ko- münist hareketler aynı zamanda ulusal kurtuluş hareketleri gibi hareket etmişlerdir. Wallerstein’e göre bu hareketlerin hiç birisi devlet iktidarını ele geçirmek dışındaki amaçlarını yerine getirememiş ve hepsi devlet iktidarını ele geçirişlerinin ardından kapitalist dünya-sistemine entegre olmuştur (Wallerstein, 2002: 29–32).

Ona göre bu hareketlerin başarısızlığının nedeni dünya-sistemidir. Bütün hare- ketler tüm mücadeleleri boyunca güçlerini azaltan dünya-sisteminin bazı sınırlama- larıyla karşılaşmıştır. Devrimci partiler iktidara geldikten sonra, dünya-sisteminin sınırlamaları nedeniyle devlet aygıtının kendilerine sınırlı politik güç sağladığını keş- fetmişlerdir (Wallerstein, 1986: 160–161). Bu düşünceye göre dünya-sisteminin bi- rinci sınırlaması hareketlerin ele geçirdiği söz konusu devletlerin iç işlerine müdahale eden dış kuvvetlerin fiili güçleridir. Söz konusu müdahalelerin bir kısmı uluslararası hukuk kanunlarına aykırıdır. İkinci sınırlama uluslararası mülkiyet hakları ile ilgi- lidir. Üçüncü sınırlama ise diğer ülkelerin destekleyici eylemleri ile ilgilidir (Arrig- hi, Hopkins ve Wallerstein, 1986:58–59). Bu sınırlamalar nedeniyle her parti devlet egemenliğinin sınırlarıyla yüzleşmiştir ve her devlet bu sınırlamalara farklı biçimde tepki göstermiştir. “Savaş Komünizmi”ni ve NEP dönemini dünya-sisteminin yarat- tığı gerçekliklerle mücadele sürecindeki ana tepkiler olarak ele alır. Bunların yanı sıra, devlet iktidarlarının ele geçirilmesinden sonra devrim bilincinin ve işçi sınıfının politikleşme sürecinin gerilediğini iddia eder (Wallerstein, 1986: 160–161).

Ayrıca Wallerstein’e göre kapitalist bir dünya-sisteminde sosyalist sistemler yoktur (Wallerstein, 2000: 102). “Tek ülkede sosyalizm” düşüncesine karşı çıkarak, kapitalist sistemin hâkim olduğu bir dünyada sosyalist bölgelerin varlığının imkânsız olduğunu dile getirir. Bu bağlamda, Sovyetler Birliği’ni sosyalist bir yapı olarak değil, kapitalist bir dünya-sisteminde yarı-çevre bir konum olarak tanımlar. SSCB, ABD’nin dünya üzerindeki hegemonyasını daha da güçlendirmesine neden olmuş ve ABD için bir ideolojik kalkan hizmeti görmüştür. İdeoloji olarak tanımladığı Wilsonculuk ve Leninizm birbirlerinin kılık değiştirmiş halleri olarak tanımlar. Bunun nedenini ise ABD ve SSCB’nin çevre ülkelerle aynı biçimde ilişki kurması ve sanayileşmeye aynı düzeyde olumlu önem atfetmeleri olarak belirtmiştir. Wallerstein’e göre Leninizm; örgütlü işçi sınıfı tarafından, hükümetlerin devrimle yıkılmasına yönelik bir program olmaktan ziyade ulusal kalkınmaya yönelik bir programa dönüşmüştür. Leninizm, sosyalizmin hedefini tek ülke içinde “sanayileşmeyi yakalamak” olarak tanımlayarak ve dünya üzerinde güç arayışına girerek radikallikten uzaklaşmıştır (Wallerstein, 1998a: 22–90). Bu eleştirisiyle Wallerstein, Amerikan hegemonyası kontrolündeki kapitalist yayılma ile SSCB’nin yayılma sürecine aynı değeri yükleyerek bu iki ülkenin ekonomik ve politik amaçlarını birbirine eşitler. Ayrıca, ulus-devleti tek başına analiz birimi yapan “teorik” süreç ile ulus-devleti birincil politik hareket alanı olarak belirleyen “pratik” süreci aynılaştırır. Bu algılayışın en önemli nedenlerinden biri Santiago Valles’in dünya-sistemleri analizine yönelik eleştirisinde açık hale gelir. Santiago-Valles’e göre dünya-sistemleri analizi “analiz birimi” ile “çalışma nesnesini”

birbirine eşitlemektedir. Bu nedenle dünya-sistemleri analizinde ırk, cinsiyet, sınıf vb. konular çalışmaların merkezini oluşturamamaktadır. Bu düşünceye göre, çalış- ma nesnesi dünya sistemi olmadığı halde analiz birimi dünya sistemi olarak kalabilir (Santiago-Valles, 2005: 66). Daha açık biçimde söylenirse her hangi bir ulus-devletin çalışma nesnesi veya politik hareket noktası olarak belirlenmesi, onun dünya bağla- mında ele alınmasının önünde bir engel değildir.

Marx’ın analizine bakıldığında, hem kapitalizmi kavrama sürecinde hem de ko- münizme dair düşüncelerinde, proletaryanın ortaya çıkışının temel koşullarından biri olarak ele aldığı “dünya pazarını” analizinin önemli bir parçası yaptığı ve dola- yısıyla analiz ölçeğini dünya olarak belirlediği görülür.

Bizim için komünizm, oluşturulması gereken bir durum veya gerçeğin ken- dini uydurmak zorunda olduğu bir ideal değildir. Biz, komünizmi bugünkü koşulları ortadan kaldıracak gerçek bir hareket olarak tanımlıyoruz. Bu hareke- tin koşulları şu anda var olan öncüllerin ürünüdür. Üstelik, mülkiyetsiz işçiler yığını…rekabetin olduğu bir dünya pazarının gerektirir. Bu nedenle proletarya, onun etkinliği, komünizm gibi sadece dünya çapında ve tarihsel olarak var ola- bilir. Bireylerin “dünya-tarihsel olarak” varoluşu yani bireylerin varlığı, direkt biçimde dünya tarihiyle bağlantılıdır (Marx ve Engels, 1978: 162).

Ayrıca, Marx ve Engels Komünist Manifesto’da bütün dünya işçilerine seslen- mişler ve “bütün ülkelerin işçilerinin” birlikte dönüştürecekleri veya kazanacakları komünist bir dünya öngörmüşlerdir. “Bütün ülkelerin işçileri” kategorisini kulla- narak dünya üzerindeki ulus-devlet iktidarlarının önemine dikkat çekerek, komü- nistlerin en önemli hedefini ise siyasal iktidarı ele geçirmek olarak tanımlamışlardır (Marx ve Engels, 1999).

Sungur Savran, Komünist Manifesto’dan hareketle Marx ve Engels’in proletaryanın dünyayı dönüştürme sürecinde birinci basamak olarak ulus-devleti belirlediklerini ifade etmiştir. Marx ve Engels’e göre devrim, ulusal ölçekte başlar ve uluslararası ölçekte devam eder. Bu süreçte siyasal iktidarın ele geçirilmesi anahtar stratejidir.

Birincisi, eğer proletarya “her şeyden önce siyasal iktidarı ele geçirmek” gerektiği için ulusal düzeyde devrim yapmak zorunda ise, bu, burjuvazinin iktidarının da ulus-devlette cisimleşmiş olduğu anlamına gelir. Tersinden söylersek, burjuvazi iktidarını “biçim olarak”, yani siyasi olarak, ulus-devlet aracılığıyla sürdürmekte olduğu içindir ki işçi sınıfı önce ulusal düzeyde iktidarı ele geçirmek zorundadır. Ama mücadele ancak biçimsel olarak ulusaldır, öz olarak değil. Demek ki, ölçek sorunu açısından biçim ile öz arasında bir fark mevcuttur. Biçimin siyasi iktidarla ilgili olduğunu gördük. Öz ise ekonomidir. Marx ile Engels, proletaryanın kurtuluşu sürecinde gerekli ölçek açısından biçim ile öz, politika ile ekonomi, devrim ile sınıfsız toplum arasında kesin bir ayırım yapmaktadırlar. İlki (biçim, politika, devrim) ulusal ölçekte başlar; ikincisi (öz, ekonomi, sosyalizmin kuruluşu) ise ancak uluslararası ölçekte tamamlanabilir .

(Savran, 2006: 220)

Savran, Marksizm’de ölçek konusunu ele aldığı makalesinde “dünya devrimi” kavramının 20. yüzyıl boyunca Troçkist bir kategori olarak kabul edildiğini, fakat bu kavramın ortaya çıkışının çok daha eskiye dayandığını ve kavramın Lenin’in politik stratejisinin temel dayanak noktası olduğunu dile getirir. İzleyen süreçte dünya devrimi kavramının unutulmasını sağlayan “tek ülkede sosyalizm” progra- mı ise 1924 yılında Stalin tarafından öne sürülmüş ve 1928 yılında Komintern’in doktrini haline gelmiştir. Lenin, “tek ülkede sosyalizm” düşüncesinden tamamen uzak biçimde Marx ve Engels’in “dünya” perspektifini takip ederek, SSCB’yi dün- ya devriminin ilk adımı olarak, uluslararası devrimi ise SSCB’nin varlığını devam ettirmesinin temel koşulu olarak belirlemiştir (Savran, 2006: 225–228). Lenin, bu düşüncesinden hareketle SSCB’nin iktidarının devamlılığının sağlanmasını ve di- ğer ülkelerin benzer süreçleri yaşamasına dönük desteğin nedeninin dünya dev- riminin gerçekleştirilmesi amacı olduğunu ileri sürmüştür. “Bu bilince rağmen, sovyet sistemini her koşul altında ve bedeli ne olursa olsun muhafaza etmek için elimizden geleni yaptık, çünkü biliyorduk ki sadece kendimiz için değil, uluslara- rası devrim için çalışıyorduk” (Aktaran Savran, 2006: 228).

Lenin’in, politik ve tarihsel bağlamda birinci sıradaki hareket alanı SSCB olmuş olsa da analiz birimi veya teorik ve pratik bağlamda belirlediği ölçek, ulus devlet değil dünyadır. Wallerstein; Lenin’i, Wilson’a eşitleyen düşüncesiyle, Lenin’in diğer politik ideallerini görmezden gelerek, sadece “ulusal kalkınma” amacı güden “ya- yılmacı” bir doktrine indirgemiştir. Lenin, siyasal iktidarı elde etmeyi hedefleyen politik stratejiyi uygulayarak devletlerin sönmesini ve “dünya devrimini” gerçek- leştirmeyi hedeflemiştir. “Devlet ve Devrim” adlı kitabında siyasal iktidarın elde edilmesinin ardından, devletin “söneceği” bir ideali kabul ettiğini açıklıkla ortaya sermiş ve proletaryanın devlete ihtiyacı olduğu düşüncesini savunanları “sosyal şo- venist” ve “oportünist” olarak adlandırmıştır.

Proletaryanın devlete ihtiyacı vardır — bu, Marx’ın düşüncesinin böyle olduğuna bizi inandırmaya çalışan bütün oportünistler, sosyal şovenistler ve Kautskyistler ta- rafından yinelenir. Ancak onlar, Marx’a göre, proletaryanın kurulur kurulmaz sön- meye başlayan ve bu biçimde kurulmuş bir devlete, sadece sönen bir devlete ihtiyaç duyduğunu eklemeyi “unuttular”. İkinci olarak işçilerin “bir devlete, yani, egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya”ya ihtiyacı vardır .

(Lenin, 1971: 22)

Wallerstein, Ortodoks olarak tanımladığı “Marksizm”e yukarıda ifade edildiği üzere doğrudan eleştiriler yöneltse de Marx’a yönelik “sert” eleştiriler getirmemektedir. Marx hakkında yazarken hem “övgü”yle teorisine olan hayranlığını dile getirmekte, hem de onu bir konuda “ihtiyatlılıkla” eleştirmektedir. Wallerstein’in Marx’a yaklaşımındaki ihtiyatlılığı Marx’ın kendi tarihsel gerçekliği içinde değerlendirilmesi gerektiğine dair yaptığı vurguda açığa çıkar.

..hiçbir düşünür, ne kadar derin bir kavrayışa sahip olursa olsun, hiçbir zaman şeyleri 100 yıl sonra da doğru olacak biçimde ortaya koyamaz. 100 yılın evrimi, daha önceki teorik soyutlamaların değiştirilmesi gerektiği anlamına gelen ek ampirik veriler yaratır…. Marx Komünist Manifesto’yu 1948’de, 1848’de yazdığından ve Kapital’i 1959’da, 1859’da yazdığından daha farklı yazmış olacaktı. Bizim de aynı şeyi yapmamız gerekmektedir.

(Wallerstein, 1997: 216)

Bu ifadede görüleceği üzere, tarihsel değişime vurgu yapmaktadır. Bu vurguyla bir- likte, Marx’ın temel eserlerinden hareketle, son 150 yılın ve hatta son 400 yılın gerçekli- ğini açıkladığını düşündüğü Marx’a ait altı tez tanımlar (Wallerstein, 1997: 229).

Bunlar:

  1. Toplumsal yapıyı diyalektik biçimde algılamak gerektiğine dair düşüncesi,
  2. Sermaye birikiminin sistemin temel mekanizması olması,
  3. Artı-değerin varlığı,
  4. Kapitalizmin yaşamın toplumsal örgütlenmesini kutuplaştırması,
  5. Sosyalizmin devletin sönümlenmesini içermesi,
  6. Kapitalizmden sosyalizme geçişin evrimci biçimde değil devrimci biçimde gerçekleşeceğine dair tezlerdir (Wallerstein, 1997: 229).

Marx’a, tamamen doğru olduğunu düşündüğü söz konusu altı tezi yaratması bağlamında hayranlık duyarken, yedinci olarak belirlediği tezinde Marx’ın hatalı olduğunu düşünür. Marx’ın “kuşkuya yer bırakmayacak kadar hatalı” olarak tanımladığı yedinci tezini: Kapitalizmin önceki toplumlara göre bir ilerlemeyi temsil ettiği ve sınıfsız toplumun ortaya çıkmasıyla sona ereceği düşüncesi olarak belirtir (Wallerste- in, 1997: 237). Bu düşüncenin 19. yüzyılın Avrupa modernitesi içinde ortaya çıkan “ilerleme düşüncesi”ne dayanan “örgütleyici mit”den kaynaklandığını ileri sürer. Örgütleyici mit; “verili bir toplumsal sistemin yapılarının, çevrimsel kalıplarının ve olaylarının içinde yorumlanabileceği bir çerçeve sağlamayı hedefleyen, bir masal, bir meta tarihtir.” Aynı zamanda ona göre örgütleyici mitin yanlışlığı ispat edilemez ve doğruluğu kanıtlanamaz. Tarihsel toplumsal çalışmalar, örgütleyici mitler etrafında inşaa edilir. 19. yüzyılda da Marksistler, dönemin “örgütleyici mit”i olan ilerleme düşüncesini sorgulama yoluna gitmemişlerdir (Wallerstein, 1997: 75).

Wallerstein, Karl Marx’ın da 19. yüzyılda yaşayan bir teorisyen olarak bahsi geçen örgütleyici mitden etkilendiğini düşünür. Ona göre, 19. yüzyılın düşünsel zemininde meşrulaşan ilerleme düşüncesi ve ilerleme kavramına atfedilen anlam, aynı zamanda Karl Marx’ın hem toplumsal tarihi okuma sürecini hem de tarihsel anlamda sonradan gelene, geleceğe dair yaptığı öngörüleri etkilemiştir. Bu düşünceye paralel olarak, Karl Marx’ın yedinci olarak adlandırdığı tezine şu şekilde karşı çıkar:

“Bununla birlikte Marksistler, tarihin, ilerlemenin daha üst aşamasına doğru kaçınılmaz diyalektiği yoluyla, burjuvazinin aristokrasiyi devirdiği gibi, proletaryanın da burjuvaziyi devireceğini eklediler. Bir kez daha egemen liberal düşüncenin muhafazakâr eleştirileri gibi, Marksistler de örgütleyici mitin betimleyici öğelerini sorgulamadılar”

(Wallerstein, 1997: 178).

Gelecekte olacak olayların geçmişte yaşananlara büyük bir paralellik içinde ger- çekleşeceğini iddia eden bu görüşe olan itirazı, yöntemsel bağlamda toplumsal gerçekliğin anlaşılmasına dair belirlediği temel referans noktalarından kaynaklanır. Wallerstein’e göre gelecekte toplumsal yapıda gerçekleşecek olayları belirlememiz ve kesin yargılarda bulunmamız imkânsızdır. Bu tip “bilimsel” olma iddiası taşı- yan yargıları “Newtoncu”, “determinist” ya da “doğrusal” olarak değerlendirerek eleştirir (Wallerstein, 1997: 346–349). Marksist partileri de dâhil ederek, ilerleme düşüncesini sahiplenen bütün Marksist literatürü, Ortodoks olarak tanımlar. Bu bağlamda Wallerstein’e göre Ortodoks Marksizm’in hatalı düşünceleri şunlardır:

  1. Kapitalizm feodalizme göre kaçınılmaz bir ilerlemedir.
  2. Fabrika sistemi kapitalist üretim sürecinin en mükemmel örneğidir.
  3. Toplumsal süreçler doğrusaldır.
  4. Ekonomik temel, daha az temel olan politik ve kültürel üstyapıyı kontroletmektedir (Wallerstein, 2006: 20).

Determinist geleneğin içine yerleştirdiği Karl Marx’ı ve Ortodoks Marksizm’i eleştiren Wallerstein, bir yandan Newtoncu tarih anlayışını eleştirirken diğer yandan da gene bir doğa bilimci olan Ilya Prigogine’den etkilenerek kullandığı; sınırları, vektörleri olan ve ölmeye mahkûm olan “tarihsel sistem” kategorisiyle geleceğe dair öngörüde bulunur. Wallerstein’e göre bütün sistemler çelişkileri içinde barındırırlar. Çelişkiler belirli bir yoğunluk düzeyine geldiğinde sistemler krize girecek ve krizin yoğunlaşmasıyla beraber sistem de sona erecektir (Wallerstein, 1998: 145– 146) Marx gibi Wallerstein de kapitalizmin ölmeye mahkûm olduğunu ve bir gün yok olacağını iddia eder. Böylelikle bu öngörüsüyle geleceğe dair kesin yargılarda bulunmanın mümkün olmadığını belirten eleştirisiyle çelişkiye düşer.

Kapitalist Dünya-Sistemi ve Kapitalist Üretim Biçimi

Wallerstein, kapitalizmin ilk olarak on altıncı yüzyılda Avrupa’da “pazar ticaretinin” eksiksiz gelişmesi sonucunda ortaya çıktığını ifade eder. Ona göre on altıncı yüzyılda oluşan kapitalizmin belirleyici özelliği, “satış sonucu azami kârı gerçekleştirmek amacıyla bir pazara yönelik üretim”dir. Kapitalizmde üretimin genişleme sınırı, daha çok üretimin kârlı olduğu noktaya kadardır ve on altıncı ve onsekizinci yüzyıllar arasında, Avrupa’da (Polonya’dan batı ve güney yörelerinden yayılarak); tek bir iş bölümüne dayanan dünya pazarına satış (kâr) amacıyla üretim yapılmıştır. Söz konusu üretimin niteliği, sınaî olmaktan ziyade tarımsal üretimdir (Wallerstein, 1983a: 77–86). Wallerstein geniş çerçeveli kapitalizm analizini ve

tarihini 1970’ler ve 1980’lerde yayımladığı Modern Dünya-Sistemi adlı üç ciltlik çalışmasında ortaya sermiştir. Wallerstein’in daha sonraki çalışmaları ağırlıklı ola- rak makale toplamalarından oluşmaktadır.

Marx’ın analizinden hareketle kapitalizmin temel dinamiğini sınırsız sermaye birikimi olarak tanımlar. Ona göre sınırsız sermaye birikimi, kapitalizmin belir- leyici özelliği olan “yayılma” amacını yaratır ve kapitalizmde bu amaç “her şeyin metalaştırılmasıyla” gerçekleştirilir (Wallerstein, 1983: 14–16). Marx’ın yaptığı gibi ağırlıklı olarak Avrupa’daki üretim ilişkilerinin dönüşümü üzerine önemli bir anlam atfetmemektedir. Ona göre, kapitalist üretim tarzının varoluşunun, ortaya çıkışının birincil amacı, bir yapı olan pazarda kâr elde etmektir.

Bu noktada Robert Brenner’ın Wallerstein’e yönelttiği eleştiriler önem kazanır. Brenner, 1977 yılında New Left Review’da Wallerstein’in 1974 yılında yayımladığı Modern Dünya-Sistemi adlı çalışmasının birinci cildine dönük bir eleştiri yayımlamıştır. Bu makalede Brenner, Marx’tan hareketle, kapitalizmin hâkim ve ayırt edici özelliğinin emek verimliliğinin artışı üzerine temellenen göreli artık değerin sistematik olarak gelişmesi olduğunu ifade eder. Ona göre, Wallerstein kapitalizmi ele alırken bu gerçeklikle ne “yüzleşmiş” ne de bu gerçekliği “açıklamıştır”. Brenner, “mübadele yoluyla kâr için üretim” sürecinin kapitalizmin belirleyici özelliklerinden biri olduğu iddiasını haklı bulur. Fakat bu özellik, ona göre tek başına bir sistemi “kapitalizm” olarak adlandırmak için yeterli değildir. Brenner’a göre “mübadele yoluyla kâr için üretim” ancak, üretim sosyal ilişkileri ifade ettiğinde, emek meta olduğunda, ücretli özgür emek sistemi geçerli olduğunda, emek serf ya da köle olmadığında birikimin ve üretici güçlerin gelişmesi yönünde sistematik etkiye sahip olacaktır (Brenner, 1977: 31–32).

Ellen Meiksins Wood da Wallerstein’i eleştiren Marxistlerden biri olarak ticaret ve kapitalizm ayrımına dikkat çekmiştir. Wood, ticaretin tek başına kâr maksimizasyonunu ve rekabetçi bir üretim ihtiyacını doğurmadığını düşünür. Wood’a göre ticari kâr, farklı piyasalarda satış sonucu ortaya çıkabilir; fakat burada üretimi dönüştürücü sistematik bir zorlama yoktur. Tüccarlar, Avrupa feodalizminin ilişkileri içinde alım satım yaparak kâr sağlayabilmişlerdir. Dolayısıyla, kapitalizm ilk olarak Floransa gibi “muazzam ölçüde başarılı” ticari kent devletlerinde ortaya çıkmamıştır. Ağırlıklı olarak İngiltere üzerine yoğunlaşan Wood, piyasa ve üretim ilişkileri arasındaki bağımlılığın önemine dikkat çekerek, kapitalizmin ortaya çıkış sürecinin sürükleyicilerinin imalatçılar ya da tüccarlar olmadığını düşünür. Wood’a göre kırsal yapıdaki üretim ilişkilerinin farklılaşmasını temsil eden, kapitalist toprak rantıyla geçinen toprak sahipleri, kârla geçinen kapitalist kiracılar ve ücretle geçinen emekçiler kapitalizmin temel sürükleyicileridir. İngiltere’deki sanayi üretimine dayanan kapitalizminin kökleri, önceki tarihsel sürece işaret eden tarım

kapitalizminde aranmalıdır. Kısaca özetlenirse; Wood’a göre Wallerstein, kapitaliz- mi ticaretle açıklamaktadır ve bu yanlıştır. Kapitalizmi ortaya çıkaran; kapitalist hareket yasalarını üreten toplumsal mülkiyet ilişkilerinin değişimi ile üreticileri, artığa el koyanları ve onlar arasındaki ilişkileri piyasaya bağlayan değişikliktir (Wood, 2003: 85-90; 141-142).

Bu tartışmayı anlama sürecinde Marx’ın ilkel birikim kategorisi ön plana çıkar. Kapital’in birinci cildinde Marx, feodal toplumun ekonomik yapısındaki çözülme- nin kapitalist toplumu kuracak olan öğeleri serbest bıraktığını dile getirir. Marx’a göre kapitalist üretim biçimi üreticilerin üretim araçlarından ayrılma sürecini ifade eden ilkel birikim döneminin yaşanmasıyla ortaya çıkmıştır (Marx, 1977: 875). Marx, ilkel birikimin farklı anlarının farklı zaman ve mekânlarda ortaya çıktığını dile getirir. Bu anlar sırasıyla tarihsel olarak İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa ve İngiltere’de görülmüştür. Fakat bu farklı anların bütün yönleri sadece on ye- dinci yüzyılın sonunda İngiltere’de bir bütün haline gelmiştir (Marx, 1977: 917). Marx ilkel birikimin temel özelliğini serfliğin çözülüşü ve köylülerin arazilerine el koyulması olarak tanımlar. Klasik formunu İngiltere’de bulan söz konusu süreç mülksüzleştirilen, yerinden edilen köylü ve serflerin emek pazarında “özgür emek” haline gelmesiyle sonuçlanmıştır (Marx, 1977: 876). Bununla birlikte Marx, kapitalist üretimin tarihini on altıncı yüzyıl Akdeniz’ine kadar geri çekmektedir. “Kapitalist üretimin dağınık izlerine on dördüncü ve on beşinci yüzyıllar kadar gerilerde, Akdeniz’in bazı belli kentlerinde rastlamamıza rağmen, kapitalist çağ on altıncı yüzyıldan itibaren başlar”(Marx, 1977: 876). Ayrıca Marx, serfliğin en erken İtalya’da çözülmüş olmasına rağmen bu sürecin İngiltere’de olduğu gibi “klasik biçim”e erişmediğini, proleterleşme sürecinin İngiltere’deki hali alamadığını ifade eder. Bunun nedenini ise on beşinci yüzyılda dünya pazarında meydana gelen krize bağlar. Bu kriz nedeniyle İtalya’da şehirlerdeki işçiler kırsal bölgelere geri dönmüştür (Marx, 1977: 876).

Marx, kapitalist üretim biçiminde mutlak amacın artık değer üretimi ve kâr elde etmek olduğunu ifade eder (Marx, 1977: 769). Kâr ve artık değerin elde edilmesiyle sermaye birikimi gerçekleştirilir. Marx, sermaye birikimini salt iktisadi bir süreç olarak tanımlanmamıştır. Paul Zarembka, Marx’ın sermaye birikimi kavramını kullanırken yeterince açık olmadığını ifade etmekle beraber, Marx’ın düşüncesinde sermaye birikiminin eşitsiz sınıf ilişkilerini içeren “toplumsal bir süreç” olduğunun altını çizmiştir. Marx’ın ifadesiyle; “sermaye bir nesne değildir, nesnelerin aracı- lığıyla kişiler arasında oluşturulan bir ilişkidir” (aktaran Zarembka, 2006: 249). Marx’a göre kapitalist sermaye birikiminin gerçekleşebilmesi, pazarda satılan metaların oluşmasını, dolayısıyla kapitalist toplumsal üretim ve mülkiyet ilişkilerinin varlığını gerektirir. Kapitalist sermaye birikimi; üretim araçları, üretimin maddi

koşulları kapitalistlerin mülkiyetinde olduğu ve değer yaratma sürecinin en önemli unsuru işçilerin hiçbir üretim aracı mülkiyetine sahip olmadığı koşullarda oluşur. Kapitalist üretim sürecinde işçilerin emek gücü hammaddeye yeni bir nitelik kata- rak ona yeni bir değer verir ve emek gücünün mala kattığı yeni değer, değişim değe- ri haline gelerek onun kapitalist tarafından pazarda yeni bir fiyatla satılmasını, do- layısıyla kârın oluşmasını sağlar. Değeri yaratan işçilere emek güçleri karşılığında, üretim araçları mülkiyetini elinde bulunduran kapitalistlerin ödediği para ücrettir. İşçilere her ne kadar emek güçleri karşılığı ücret ödense de ödenen ücret bir çalışma gününün bütününde harcanan emeği kapsamamaktadır. Bunun nedeni kapitalist üretim ilişkilerinin geçerli olduğu toplumda kapitalistin kâr elde etmesinin ve ser- maye birikiminin gerçekleştirilmesinin üretimin temel amacı olmasıdır. Metaların kullanım değeri için değil, değişim değeri için üretilmesidir. İşçilerin emek güçleri- nin karşılığının tam olarak ödenmemesi, dolayısıyla yarattıkları değere kapitalistler tarafından el konulması söz konusudur. Marx’ın analizinde bu süreç, kapitalistle işçi arasında gerçekleşen eşitsiz toplumsal ilişkiyi ifade eder. Emek gücünün ya- rattığı değerin kapitalist tarafından karşılığı ödenmeyen ve el konulan kısmı artık değerdir (Marx, 1977, Marx, 1992: 95–109). Marx’a göre kapitalist toplumun en önemli çelişkisi söz konusu eşitsiz üretim ilişkilerinde açığa çıkar.

Marx için kapitalist üretimin İngiltere’de aldığı “klasik biçim” özgür işçilerin hiçbir üretim araçları mülkiyetine sahip olmamalarını ve ücretli emeğin ve ücret ilişkilerinin gelişmesini ifade eder. Marx için ücretli emek, ücret ilişkileri kapita- list toplumu tanımlayan en önemli karakteristiklerden biridir (Marx, 1977: 933). Kısaca Marx, klasik halini İngiltere’de alan üretim biçimini “kapitalist” olarak ta- nımlarken, Wallerstein on altıncı yüzyılda oluşan dünya pazarını kapitalist olarak tanımlamıştır. Wallerstein, kapitalizmi tanımlayıcı temel kategorilerini kâr, pazar ve sınırsız sermaye birikimi olarak belirlerken; Marx artık-değer, ücret, üretim araç- larının mülkiyeti, değişim değeri ve sermaye birikimini kapitalist üretim ilişkilerini tanımlayan kategoriler olarak belirlemiştir. Marx temel yapıtlarında on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılda Batı Avrupa’da ve özellikle İngiltere’de ortaya çıkan kapi- talist toplumsal dönüşümü ve sermayenin toplam döngüsünün nasıl gerçekleştiğini incelemiştir. Wallerstein ise kapitalizmi analiz ettiği temel yapıtlarında eşitsiz sos- yal ilişkileri, üretim ve mülkiyet ilişkilerinin dönüşümünü incelememiş, kapitaliz- mi “dünya-sistemi” tanımı altında analiz ederek sistemin en önemli özelliğini ise sistemi oluşturan parçalar arasındaki iş bölümü olarak belirlemiş ve dünya pazarı aracılığıyla bölgeler arasındaki eşitsiz değer akışına odaklanmıştır.

Wallerstein’in analizinde parçalar; çevre, yarı-çevre ve merkez olarak adlandır- dığı bölgelerden oluşurken, bölgelerin ilişkiye geçtiği alan ise dünya pazarıdır. Ona göre bölgeler birbirleriyle meta zincirleri ve bütünleşmiş üretim süreçleri yoluyla

ilişkiye geçerler.7 Meta zincirlerinin “coğrafik yönleri” dünya-sistemi içinde ku- tuplaşma yaratarak, merkezlerin ve çevrelerin oluşmasına neden olur. Çünkü meta zincirleri, kapitalist dünya-sistemi içindeki eşitsiz işbölümünün ifadesidir. Eşitsiz iş bölümü, hiyerarşinin doğuşunu beraberinde getirir ve söz konusu hiyerarşi için- de merkezler üst tabakada, çevreler ise alt tabakada bulunur. Bunun nedeni meta zincirlerinin coğrafik olarak, kapitalist dünya-ekonomisinin çevrelerinden merkez- lerine doğru gitme eğiliminde olmasıdır. Burada çevre ve merkez ilişkisi, dünyada üretilen toplam kâr ya da artığın bölgeler arasındaki eşitsiz dağılımını ifade eder. Wallerstein’e göre söz konusu eşitsiz ilişki içinde kârın ya da artığın dağılımında yitiren bölge “çevre”, kazanan bölge ise “merkez”dir. Bu eşitsiz ilişki kapitalizmin işlevsel ve coğrafi bakımlardan yaygın ve hiyerarşik toplumsal işbölümünü ifade eder. Hiyerarşi; reel gelir, yaşam düzeyleri ve sermaye birikiminin yerleri açısından kutuplaşmaya neden olur (Wallerstein, 1983: 31–32 ).8

Modern Dünya-Sistemi’nin birinci cildinde Wallerstein; kapitalizmin sürekli yayılma eğilimini, emek kontrol sistemlerini, güçlü-zayıf devlet yapılarını kapita- lizmin temel karakteristikleri olarak tanımlamıştır (Wallerstein, 1974: 38). Çevre bölgelerde zayıf devlet yapıları oluşurken merkez bölgelerde güçlü devlet yapıları oluşmuştur (Wallerstein, 1979: 291–292). Wallerstein’e göre, kapitalist dünya ekonomisinde devletin temel rolü; “pazar içinde bazılarının avantajını ötekilere karşı arttırmaktır”. Bu, aynı zamanda pazar serbestliğinin azaltılmasını ifade eder. Devlet; geliri birilerinden alarak başkalarına aktarabilir, pazara olan emek ve mal girişlerini kısıtlayabilir ve devletin faaliyetlerine müdahale etmek isteyenlerin örgütlenmesini engelleyebilir. Merkez ülkeler eşitsiz mübadeleden avantaj sağlamak için, zaman içinde para ve malların dünya üzerinde emekten çok daha serbest biçimde hareket etmesinin koşullarını yaratmıştır. Wallerstein’e göre merkez ve çevre ayrışmasının temel nedenlerinden biri merkezdeki devlet yapısının “güçlü” olma

sı, çevredeki devlet yapısının ise “zayıf” olmasıdır. (Wallerstein, 1979: 291–292). Merkez bölgelerdeki sermaye yoğunlaşması göreli olarak güçlü devlet yapılarının merkez bölgelerde oluşmasına neden olmuştur. Çevre bölgelerdeki devletlerden güçlü olmaları nedeniyle merkez devletler çevrenin ekonomik, politik ve kültürel alanlarına müdahale edebilmişlerdir. Burada bir devletin “güçlü” olması devletin zalimliğini ifade etmez. Örneğin diktatörlükler, devletlerin güçsüzlüğünün ifadesi- dir. Bir devletin güçlü olması, alınan yasal kararların gerçeklikte uygulayabildiğini gösterir (Wallerstein, 2006: 52–55).

Merkez, çevre ve yarı-çevre kategorileri ile ilgili önemli bir eleştiriyi James Pet- ras dile getirmiştir. Petras, dışsal ilişkilere yoğunlaşmanın sermayenin gelişiminin farklı anlarını, sermayenin farklı biçimlerini ve sermaye ile emek arasında açığa çıkan sınıf ilişkilerini ve çatışmalarını saptamayı zorlaştıracağını düşünür. Petras’a göre, “eşitsiz değişim yoluyla merkez çevreyi sömürür” gibi iddialar “aşırı soyut”tur. Wallerstein; çevre, yarı-çevre ve merkez kategorizasyonu yaparken bu ülkelerin sınıf ve üretici güçlerin örgütlenmelerini görmezden gelmektedir. Ona göre, bir ülkenin dünya ekonomisine eklemlenmesi, o ülkenin üretici güçlerinin gelişimine bağlıdır ve toplumları birbirinden farklılaştıran ve dünya-sistemine girişini sağlayan da gene sınıf ilişkileri, üretim örgütlenmesi ile devletin sınıfsal karakteridir. Bir ülkenin dünya ekonomisi içindeki hiyerarşideki konumu sınıfsal yapı dışarıda tutularak ele alınamaz. Petras’a göre dünya kapitalizmi en iyi biçimde; “hegemonik sınıf ilişkile- ri”, “emperyalist devlet” ve “her toplumsal oluşum içinde ortaya çıkmış olan çatışan sınıf ilişkileri”nin incelenmesiyle analiz edilebilinir (Petras, 1982: 150–153).

Wallerstein’e göre ise merkezdeki güçlü devlet yapıları çevredeki devlet yapıları- nın göreli olarak zayıf kalmasına yol açar. Devlet yapılarındaki farklılıklar merkezin çevreye eşitsiz değişimi zorlamasını mümkün kılar ve bunun içine farklı emek kontrol sistemleri de dâhildir. Wallerstein, farklı emek kontrol sistemlerini kapitalizm içindeki üretim ilişkilerinin farklı bir yönü olarak değerlendirir. Emek kontrol sistemlerini farklı devlet yapılarıyla ve pazar içindeki bölgeler arasındaki eşitsiz ilişkilerle ilişkilendirir. Ona göre kölelik, “feodalizm” ve serbest çalışma, kapitalizm içinde aynı dönem içinde var olabilen farklı emek kontrol biçimleridir (Wallerstein, 1974: 87).9 Örneğin on altıncı ve on yedinci yüzyılları ele aldığı Modern Dünya- Sistemi’nin birinci cildinde farklı emek kontrol sistemlerinin; köleliğin, ücretli emeğin, serbest çalışmanın ve feodalizmin aynı anda kapitalist dünya-sistemde bir- likte var olduğunu ifade eder. Farklı emek kontrol biçimlerini bölgeler arasındaki kapitalist iş bölümünün diğer bir yönü olarak değerlendirir. Ona göre farklı emek kontrol biçimleri pazar tarafından belirlenen bölgeler arasındaki eşitsiz işbölümünün bir yansımasıdır ve devletin gücünü etkiler.

Neden farklı emek örgütlenme biçimleri-kölelik, “feodalizm”, ücretli emek, serbest çalışma- aynı zamanda dünya ekonomisinde? Çünkü her bir emek kontrol biçimi belirli bir üretim biçimine en iyi biçimde uyar. Ve neden bu biçimler dünya ekonomisinin farklı bölgelerinde yoğunlaşmıştır- çevrede kölelik ve “feodalizm”, merkezde ücretli emek ve serbest çalışma, yarı-çevrede gördüğümüz üzere ortakçılık? Çünkü bu emek kontrol biçimleri politik sistemi (özellikle devlet aygıtlarının gücünü) ve yerli burjuvazinin gelişme olanaklarını oldukça etkiler. Dünya ekonomisi gerçekte üç ayrı bölgenin varlığı ve üç bölgenin farklı emek kontrol biçimlerine sahip olduğu varsayımı üzerine temellenir. Eğer böyle olmasaydı, kapitalist sistemin var olmasını mümkün kılan bu tür bir artık aktarımını elde etmek mümkün olmazdı ).

(Wallerstein, 1974: 87)

Anibal Quijano ile birlikte yazdığı makalesinde Doğu Avrupa ve İspanyol Amerika’sının Avrupa dünya-ekonomisine dâhil edilmesiyle birlikte farklı emek kontrol biçimlerinin doğduğunu ifade eder (Quijano ve Wallerstein, 1992: 550). Ona göre on altıncı ve on yedinci yüzyıllarda kölelik ve feodalizm çevrede, ücretli emek ve serbest çalışma merkezde, ortakçılık ise yarı çevre bölgelerde yoğunlaşmıştır. Özgür emek merkez bölgelerde kalifiye işler için kullanılırken, zorunlu emek ise çevre bölgelerde az kalifiye işler için kullanılmıştır. (Wallerstein, 1974: 127). Çevrenin merkeze katkısı sadece mallar ve doğal kaynaklarla sınırlı değildir, aynı zamanda zorunlu emek ve köle emeğinin ürettiği değer de merkez tarafından çev- reden çekilir (Wallerstein, 1983b, 581). Dünyada farklı bölgelerdeki farklı ürünler için kullanılan farklı emek kontrol biçimleri merkezdeki kapitalist birikimin temel nedenlerinden biridir (Wallerstein, 1974: 38). Bu farklı emek kontrol biçimleri merkezdeki emeğin özgürleşmesine katkıda bulunmuştur. Ücretsiz emek, çevre bölgelere atanırken ücretli emek Batı Avrupalıların bir “ayrıcalığı” olmuştur (Qui- jano ve Wallerstein, 1992: 550–551). Buradaki iddiadan açık olarak çıkacağı üzere Wallerstein, özgür emeğin bütün sistemdeki üretim ilişkilerinin temel özelliği olmadığını düşünür. Zorunlu emek ve ücretli emeğin birlikte kapitalizmin özünü oluşturduğunu ve ücretli emeğin ise çevredeki zorunlu emeğin varlığı sayesinde bir ayrıcalık halini aldığını iddia eder. Wallerstein’e göre kapitalist dünya-sistemde ücretli emeğin tek emek formu olması imkânsızdır. “Emek her yerde özgür olduğunda sosyalizme sahip olacağız” (Wallerstein, 1974: 127). Özetle, ücretli emeğin ortaya çıkışı değil, dünya ekonomisi içinde kâr amaçlı üretime dönük farklı emek biçimlerinin ortaya çıkışı kapitalizmin varoluş nedenlerinden biridir. Bu noktada Marx’ın analizinden tamamen uzaklaşır. Marx’a göre kapitalist üretim biçimi özel kılan artık-değer ve ücretli emeğin ortaya çıkmasıdır.

Robert Brenner, Wallerstein’in merkez ve çevre arasındaki eşitsiz artık akışıyla ve merkezde güçlü devlet, çevrede güçsüz devlet oluşumu ile ilgili görüşlerinin ve hatta onun tüm teorik çerçevesinin determinist olduğunu düşünür. Brenner’a göre Wallerstein’in güçlü devlet, güçsüz devlet analizindeki hareket noktaları çelişkilidir. (Brenner, 1977: 61–64).

“Wallerstein bunu iki yoldan ele alamaz: devletin karakterini belirleyen sömürünün sınıf yapısı olarak emek kontrol sistemi ve dünya ekonomisinde verili bir bölge içinde en uygun “üretici” tekniğin yansıtıcısı olarak emek kontrol sistemi. Buna kalkışması, bir bölgenin devlet yapısının o bölgenin dünya iş bölümündeki yeri tarafından belirlendiği iddiasıyla bariz biçimde çelişki içindedir.

(Brenner, 1977: 64)

Wallerstein’den farklı olarak Marx, Amerika’daki köle emeğini Avrupa’daki ka- pitalist üretim biçiminin dışında bir emek formu olarak ele almıştır. Örneğin Dale Tomich’e göre Marx, Amerika’daki köleler ve plantasyon sahipleri arasındaki sosyal ilişkileri ayrıntılı biçimde incelememiş ve ağırlıklı olarak Avrupa’daki ücretli emek ile sermaye arasındaki ilişkilere odaklanmıştır. Amerika’daki köleliği dünya pazarının yaratılması sürecinde dünya pazarındaki meta dolaşımına, meta üretimine anahtar bir katkı olarak değerlendirmiştir. Marx, on altıncı yüzyıldan itibaren oluşmaya baş- layan dünya pazarını sermayenin doğuşu ve sermaye ücret ilişkileri için tarihsel bir öncül ve koşul olarak değerlendirmiş, dünya pazarını ise kapitalist üretimle ilişkili olarak incelemiştir (Tomich, 2004: 23–26). Tomich’in de belirttiği üzere Marx’ın analizinde Amerika’daki köle emeği dünya ticaretinin bir parçasıdır.

Makine, kredi, vb. kadar, doğrudan kölelik de, burjuva endüstrinin eksenidir. Kölelik olmadan pamuk olmaz; pamuk olmadan modern sanayi olmaz. Sömürgelere değerlerini kazandıran köleliktir, dünya ticaretini yaratan kolonilerdir ve büyük ölçekli sanayinin ön koşulu ise dünya ticaretidir. Bu yüzden kölelik, çok büyük öneme sahip ekonomik bir kategoridir .

(Marx, 1992, p.82)

Felsefenin Sefaleti’nde dünya ticaretini kolonilerin yarattığını dile getiren Marx, Komünist Manifesto’da modern sanayinin dünya pazarının kurulmasında itici güç olduğunu dile getirmiştir. “Modern sanayi Amerika’nın keşfinin önünü açtığı dün- ya pazarını kurdu” (Marx ve Engels, 1999: 67). Bir önceki alıntıyla ilişkilendirildiğinde Marx’ın dünya ticareti ile Avrupa’daki kapitalist üretim ilişkileri arasındaki bağlantıyı karşılıklı ilişkisellik çerçevesinde ele aldığı ortaya çıkar. Kısaca Marx, Avrupa’daki kapitalist dönüşümü tikel bir süreç olarak ele almamakta onu dünya pazarıyla ilişkilendirmektedir.

Marx Grundrisse’de üretim, değişim-dolaşım, dağıtım ve tüketim süreçlerinin ayrı biçimde ele alınmaması gerektiğini, bu süreçlerin sürekli olarak ilişki içinde olduğunu ifade eder. Ona göre üretim, dağıtım, değişim ve tüketim birlikte bir toplamı, bir bütünlüğün farklı yanlarını oluştururlar ve ilişki içinde birbirlerini dönüştürürler (Marx, 1993: 99). Marx, her ne kadar söz konusu toplamın ilişkiselliğine vurgu yapsa da aynı zamanda gene Grundrisse’de üretim sürecinin bu süreçler arasında “bir kalkış noktası” olduğunu ifade eder. “Böylece üretim kalkış noktası olarak belirir, tüketim sonuç olarak, dağıtım ve değişim ise aradakiler olarak… .”(Marx, 1993: 89). Grundrisse’de üretimin tüketimle, üretimin dağıtımla, üretimin dolaşımla olan ilişkisini inceleyen Marx’a göre üretim bu süreçler içinde baskın

olandır (Marx, 1993: 99). Her ne kadar üretim sürecine analizinde merkezi bir rol atfetse de ona diğer süreçleri belirleyici bir rol atfetmemiştir. Alain De Janvry’nin de dile getirdiği üzere Marx’ın analizinde, üretim güçleri ve sosyal ilişkiler, objektif ve subjektif güçler, üretim ve dolaşım süreci, iç ve dış faktörler, sürekli olarak di- yalektik biçimde ilişki içindedir. Dolayısıyla sosyal sistemlerin dönüşümü, yeniden üretimi ve devamlılığı söz konusu bu diyalektik süreçlere paralel olarak mümkün hale gelir (De Janvry, 1990: 21–23).

Wallerstein’in analizinde ise üretim, dolaşım, dağıtım ve tüketim arasındaki veya diğer süreçleri de içeren böylesi bir diyalektik ilişkiye dair bir vurgu yoktur. Marx’ın üretim sürecine verdiği merkezi öneme Wallerstein’in analizinde rastlan- maz. Wallerstein on altıncı yüzyıldaki pazar ticaretini veya dünya pazarını kapita- lizmin tanımlayıcı özelliği olarak belirlemiş ve dünya pazarını ülkeler arasındaki iş bölümünün temel belirleyeni olarak tanımlamıştır. Üretimden ziyade dolaşım sürecini ön plana çıkararak dolaşım alanını analizinin temel kalkış noktası olarak belirlemiştir.

Kapitalizme Alternatif Sistem Önerileri

Kapitalist üretim ilişkilerinin eşitsiz doğasını açıklarken, üretim ilişkilerine ve üc- retli emeğe merkezi bir önem atfeden Marx, gelecekte gerçekleşeceğini ön gördüğü gerçek demokrasinin yaşanacağı yeni sistemde bu ilişkilerin tamamen yok olması ge- rektiğini belirtir. Yeni sistemi komünizm olarak tanımlar. Komünizmde kapitalistin sermaye birikimini gerçekleştirmek amacıyla artık değere el koymasına imkân veren kapitalist mülkiyet ilişkilerinin, dolayısıyla eşitsiz üretim ilişkilerinin tamamen orta- dan kalkması gerekmektedir. Marx’a göre gerçek toplumsal demokrasi sadece değer yaratıcı ve dönüştürücü gücü elinde bulunduran proletarya tarafından gerçekleştirile- bilir. Manifesto’yu Engels’le birlikte yazdıkları dönemde bütün sınıflar arasında bur- juvaziye karşı tek devrimci sınıfı “proletarya” olarak belirlemiştir.

“Bugün burjuvazi ile karşı karşıya gelen bütün sınıflar içerisinde yalnızca proletarya gerçekten devrimci bir sınıftır. Öteki sınıflar modern sanayi karşısında erirler ve en sonunda yok olurlar; proletarya ise onun özel ve esas ürünüdür.”

(Marx ve Engels, 1999: 75)

Kapitalist mülkiyet ve üretim ilişkilerinin ortadan kalkışı, artık değerin ortadan kalkışını ve doğrudan kârın ortaya çıkışını engelleyerek sermaye birikiminin gerçek- leşmesini ortadan kaldıracaktır. Bu sürecin çerçevesini çizen Karl Marx’ın düşün- cesinde, proletaryanın devlet iktidarını elde etmesi “devrim”i ifade etmez. Devrim, devlet iktidarının son bulduğu anda tamamlanacak olan bir sürecin ifadesidir. Sınıfsız bir dünyanın kuruluşu sürecinde proletarya önderliğinde önce kapitalist değer yargılarının belli düzeyde hüküm sürdüğü bir geçiş döneminin ardından, devletin ve tüm kapitalist toplumsal ilişkilerin sona erişini ifade eden komünizmin gerçekleş- mesiyle devrim süreci tamamlanmış olacaktır (Marx, 1999; Marx ve Engels, 1999). Analizinde üretim ilişkilerini merkezileştiren Marx, yeni bir sisteme geçiş sürecinde de gene üretim ilişkilerinin dönüşümünü birincil sıraya koymuş ve kapitalist üretim

biçiminde değer yaratıcı olarak belirlediği proletaryaya (ücretli emek) kapitalizmin yıkılması sürecinde “özne” rolünü vermiştir. Marx proletaryayı burjuvaziye karşı tek devrimci özne kılarak ücretli olmayan emeği devrim sürecinin dışında tutmuştur.

Öte yandan Wallerstein ise, kapitalizmi bugüne kadar ortaya çıkmış “en kötü sis- tem” olarak tanımlamıştır. Ona göre, kapitalizmde üst tabaka ile alt tabaka arasındaki fark hiçbir sistemde olmadığı kadar büyüktür. Kutuplaşma hiçbir sistemde olmadığı kadar derin yaşanmaktadır. En kötü sistem olan kapitalizme alternatif sistemler hak- kında değerlendirmeler yapmak gerekmektedir. Bu noktada bu düşüncesine paralel olarak, “ütopistik” kavramını yaratmıştır. Ütopistik; “tarihsel alternatiflerin ciddi bir değerlendirmesi, olası alternatif tarihsel sistemlerin gerçek rasyonalitesine ilişkin ola- rak kararlarımızın uygulanmasıdır” (Wallerstein, 1999: 12).

Wallerstein’e göre, yüzyıllardır hüküm süren kapitalizm demokratik ve eşitlik- çi değildir. Kapitalizmin demokratik ve eşitlikçi olmamasının temel nedeni, sınırsız sermaye birikimi üzerine temellenmesi ve sınırsız sermaye birikim amacının sistemde her şeyden öncelikli kılınmasıdır. Bu nedenle demokratik ve eşitlikçi bir sistem ta- savvur etmemiz gerekir. Ona göre, kapitalizme alternatif olacak bir sistem yaratmak için, varoluş nedeni kâr elde etmek olmayan adem-i merkeziyetçi birimler kurulma- lıdır. Sonsuz sermaye birikimine verilen önceliğin sona ermesiyle eşitsizliğin en güçlü nedeni ortadan kalkacak ve kutuplaşmalar son bulacaktır. Yeni sistemde kâr amacı gütmeyen işletmelerin birbirleriyle kurdukları ilişkilerde uyum sağlanabilmesi için tekellerin yönettiği bir pazar değil, “gerçek” bir pazar var olmalıdır. Ayrıca, yeni bi- rimlerde “işçilerin çıkarları yine yöneticilerin çıkarından farklılaşabilir. Sendikalar ya da işçilerin kolektif çıkarlarını temsil eden buna benzer kurumlarla belirli bir pazarlık tarzı asli bir unsur olmaya devam edecek”tir (Wallerstein, 1999: 12–82).

Yukarıdaki anlatımdan net olarak açığa çıkacağı üzere Wallerstein, Marx’tan hareketle kapitalizmin itici mekanizması olarak tanımladığı sermaye birikimine merkezi bir önem atfeder. Buna rağmen, yeni sistem önerisinde sermaye birikiminin yaratıcısı olan artık-değerin, ücretli emeğin ve toplumsal mülkiyet ilişkilerinin ortadan kalkmasına ilişkin herhangi bir vurguda bulunmamıştır. Böyle bir vurguda bulunmamasının en önemli nedeni; sermaye birikiminin ortaya çıkış nedenini sadece ticarete bağlamış olması, eşitsiz üretim ilişkilerinin kârın ortaya çıkış sürecindeki stratejik önemini geri plana atmış olmasıdır. Eşitsiz üretim ilişkilerini arka plana atması, kapitalizme alternatif yeni bir sistem önerisinde sistemi dönüştürecek ya da dönüşümünü yönlendirecek “özne”nin belirsizleşmesiyle sonuçlanmıştır.

Önceki kısımlarda vurgulandığı üzere Wallerstein’e göre bütün sistemler doğarlar, yaşarlar ve ölürler. Bütün sistemler çelişkileri içinde barındırırlar ve bütün sistemler için ölüm kaçınılmazdır. Çelişkiler belirli bir yoğunluk düzeyine geldi- ğinde sistemler krize girecek ve krizin yoğunlaşmasıyla beraber sistem de sona erecektir (Wallerstein, 1998: 145–146) Sistem, krizden sonra kendini başka bir şeye “dönüştürecektir” (Wallerstein, 1999: 91). Kapitalizmi de bir dünya-sistem olarak tanımlar. Dolayısıyla bir sistem olan kapitalizmin kendi içsel çelişkileri yoğunlaştığında ve aşılması önlenmez bir krize girdiğinde bitişi kaçınılmaz olacak, kapitalizm de diğer sistemler gibi bir gün sona erecektir. Wallerstein sistemin ölüm sürecinde insanların rolünün sınırlı olduğunu düşünür:

Çelişkiler sakınılmaz olduklarında, bundan şu sonuç çıkar: her tarihsel sistem eninde sonunda kendi yaşayabilme kabiliyetini zaafa uğratır. Bu yüzden tarihsel sistemlerin kaçınılmaz ölümünden söz edebiliyoruz. Ancak, bireysel yaşam çevrimleri bakımından, bu süreç yavaş bir süreçtir ve grupların bu kaçınılmaz ölümün seyrini herhangi bir çeşit gönüllü “ileri doğru atılma” ile hızlandırabilmeleri ancak sınırlı bir ölçüde mümkündür. Bu, tarihsel bir sistem içinde örgütlü muhalefetin hiçbir işlevinin olmadığını söylemek değildir. Aksine, bizzat örgütlü muhalefetin sistemin ürünü olduğunu, onun içinden çıktığını ve dolayısıyla sistemin yapılarının aynı asırlık gelişiminin parçası olduğunu söylemektir.

(Wallerstein, 1998: 145)

Sistem karşıtı hareketleri ikiye ayırır. Bunlar:

  1. Devlet iktidarını ve sonrasında gelen toplumsal dönüşümü hedefleyen “eskihareketler” (“Batı’da sosyal demokratlar, Doğu’da komünistler ve Güney’de ulusal kurtuluş hareketleri”).
  2. “Eski hareketler”in kazanımlarını “kibirli, zayıf, yozlaşmış ve hâkim güçlerle uzlaşmacı” olarak eleştirerek devlet iktidarı hedefini reddeden, 1960’larda doğan ve ağırlıklı olarak ırkçılığa ve cinsiyetçiliğe önceki döneme kıyasla büyük önem atfeden “yeni hareketler”dir (Wallerstein, 1991: 45, Wallerste- in, 2006, Arrighi, Hopkins ve Wallerstein, 1986).

Wallerstein, sistem karşıtı hareketin bir bunalım içinde olduğunu ileri sürerek, sosyalist hareketlerin ve sosyalist iktidarların başarılarının tartışmalı olduğunu ifade eder. Ona göre 68 hareketinin doğurduğu yeni hareketler ise sosyalistlerin stratejileri yerine güvenilir bir alternatif strateji yaratamamıştır. Bu noktada, hem eski hem de yeniyi ifade eden hareketlere düşen; bir araya gelerek birbirlerinin üzerinde hegemonya yaratacak koşulları engelleyen bir koalisyon yaratmak ve “yeni dünya düzeninin yaratılmasının kurumlar düzeyinde ne anlama geldiği konusunda somut bir düzeyde düşünmek” ve “ara strateji”yi yeninden düşünmektir. Hareketler, devlet iktidarının taşıdığı önemi görmezden gelmeden devlet dışındaki iktidar alanlarının varlığını kabul etmelidir (Wallerstein, 1991: 45–46). 1990 yılında Arrighi, Amin ve Frank’la birlikte yayımladığı kitapta bu biçimde “eski” ve “yeni” hareketlerin birlikte “ara strateji”yi düşünmeleri gerektiğini ifade eden Wallerstein, doksanların sonuna geldiğinde “Ütopistik ya da Yirmi Birinci Yüzyılın Tarihsel Seçimleri” başlıklı kitabında bu hareketlere düşen görevi ele almamıştır. Söz konusu kitapta kâr amacı gütmeyen kurumlar ve tekelci olmayan pazarın kurulması gerektiği vurgusuyla, kendisi için “devlet dışındaki iktidar” alanlarının politik strateji sürecinde neye tekabül ettiğini açık hale getirmiştir.

Wallerstein’in kapitalizmin kriz süreci hakkında yazdıkları, kapitalist sistemin nasıl yıkılacağına dair düşüncesini gösterir. Krizi, “yeni sisteme geçiş” süreci olarak

tanımlar. Bu noktada sistem karşıtı hareketin ya da “özgür irade” olarak tanımla- dığı “bireysel ve grup etkisi”nin sınırlı fakat önemli olduğunu vurgular (Wallers- tein, 1999: 91). Önceki kısımda ele alındığı üzere, hem Marx’ın “kapitalizmden sosyalizme geçişin evrimci biçimde değil devrimci biçimde gerçekleşeceği” tezini tam olarak haklı bulduğunu, hem de sistemlerin kendi kendilerini dönüştürdüğü- nü ifade eder. Bu dönüşüm sürecinde “kriz” anına büyük önem atfederek, “geçiş” anında sistem karşıtı hareketin ya da “özgür irade”nin rolünün önemli olduğunu ifade etse de hareketin “devrimci” yönünün “nasıl” gerçekleşeceği sorusuna vurgu yapmamıştır.

Leninist parti örgütlenmesini eleştiren ve aynı zamanda 68 hareketinin de buna alternatif bir strateji geliştiremediğini düşünen ve “ütopistik” kavramın yaratan Wallerstein, sistem karşıtı hareketin “praksis”inin, “örgütlenme biçimi”nin , “ör- gütsel yapısı”nın ya da “eylem planı”nın ne olması gerektiği ve kapitalizm karşıtı hareketin hangi araçları kullanarak, hangi stratejiyi geliştirerek “geçiş süreci”ni dö- nüştüreceği konusunda ortaya net bir öneri koymamıştır.10 Kapitalizmin tarihsel köklerini araştırma sürecinde üretim ilişkilerinden ziyade ağırlıklı olarak ticari iliş- kilere, dolaşım alanına yoğunlaşması; artık değer yaratarak kapitalist sermaye biri- kim sürecini mümkün kılan çalışan sınıfları dönüştürücü bir “özne” kılmamasının temel nedeni olarak değerlendirilebilinir. Tüm analizinin ardından alternatif bir sistem olarak “varoluş nedeni kâr elde etmek olmayan adem-i merkeziyetçi birimle- rin kurulması”nı önererek üretim ve mülkiyet ilişkilerinin eşitsiz doğasını tamamen arka plana atmış sistemin dönüştürücü öznelerini belirsizleştirmiştir.

Dünya-Sisteminden Tek Ülke Olarak Kopuşun Olanakları

Wallerstein’in kapitalizmin dönüşümü sürecinde odaklandığı diğer bir alan merkez, çevre ve yarı-çevre arasındaki ilişkidir. Bu bölgeler arasındaki ilişkiselliğe büyük önem atfeder. Ona göre aynı iş bölümü içindeki farklı bölgeler (konumlar) olan merkezle, çevre birbirlerinden koparılamazlar. Merkezin varlığının nedeni çevreyken çevrenin var olma nedeni ise merkezle açıklanabilir (Fitch, 2002: 135). Merkez ve çevrenin kapitalizm içindeki koparılamaz ilişkisine dair yaptığı vurgu, Wallerstein’in analizinin bağımlılık ekolünden farklılaştığı noktayı açığa çıkarır. Bağımlılık ekolü içinde yer alan Samir Amin ve Fernando Henrique Cardoso, çevrenin merkezden kopuşunun mümkün olduğunu iddia etmiştir. Onlara göre, bir çevre ülkenin “azgelişmişlik”ten kurtulabilmesi, kapitalist gelişmeyi başarabilmesi ve sonrasında sosyalizme ulaşabilmesi için o ülkenin öncelikle yabancı hâkimiyetinden ya da “emperyalizm”den kurtulması gerekir. Bu kurtuluşun gerçekleştirilmesi kapitalizm içinde mümkündür. Ayrıca, bağımlılık ekolü içinde değerlendirilen bir diğer düşünür Andre Gunder Frank da emperyalizmin ya da

yabancı hâkimiyetinin “azgelişmişlik”in temel nedeni olduğunu ifade etmiştir (An- gotti, 1981:124). Wallerstein, bu görüşlerin aksine çevrenin merkezden kopuşunun olabilirliğini tartışma konusu dahi yapmamış ve analiz ölçeği olarak tanımladığı “sistem” çerçevesinde ele aldığı kapitalizmde, parçaların birbirinden kopuşunun, dolayısıyla çevrenin merkezden kopuşunun imkânsız olduğunu öne sürmüştür. Çevrenin merkezden koparak sosyalist bir ülke yaratılacağı düşüncesinde, tek ül- kede sosyalizm-komünizm düşüncesini eleştirmiştir.

Ayrıca, merkez-çevre analizinde önemli oranda etkilendiği Frank’ın aksine merkez çevre ilişkisini “azgelişmişlik”in temel nedeni olarak değerlendirmemek- tedir. “Gelişmişlik”, “azgelişmişlik” kategorilerinin; modernleşmeci ve ilerlemeci anlayışı, dolayısıyla kapitalizmi meşrulaştırdığını belirterek bu kavramları kullan- mayı reddeder (Wallerstein, 1997: 151, 369). Haldun Gülalp, Wallerstein ve bağımlılık ekolü arasındaki bu farkın politik sonuçlarına yönelik dikkat çekici bir yorum getirir. Gülalp’e göre Wallerstein, çevrenin merkezden kopuşunun mümkün olmadığı tespitini getirerek “pesimizm”e hizmet etmekte ve sosyalist praksisi imkânsızlaştırmaktadır. Böylelikle ulusallık yerine uluslararasılığı birinci plana koyarak, ulusal birimlerin kapitalizmden kopuşunun imkânsız olduğunu savunarak, ulus devletler içindeki sosyalizm ve bağımsızlık için harcadıkları tüm çabayı sonuçsuz olmaya mahkûm ederek; devrimlerin sosyalizm getireceği düşüncesini reddetmektedir (Gülalp, 1998: 956).

Bunun yanı sıra Gülalp, başka bir yazısında ise çevrenin merkezden kopuşunun mümkün olduğunu iddia eden ve son dönem ulusalcı hareketlere teorik temel hazırlayan bağımlılık ekolüne (Wallerstein’in analizini birleştirerek) keskin bir eleştiri getirmiştir. Gülalp, Wallerstein’in analizinde Frank’ın analizinde olduğu gibi ülkeler arasındaki artık aktarımının merkezi noktada olduğunu ifade etmiş ve bu tip bir analizin Neo-Marksizm’in temel bir özelliği olduğunu belirterek, analizi “bir tür milliyetçi üçüncü-dünyacı ideoloji” olarak nitelendirmiştir. Gülalp’e göre Wallerstein’in analizi, sınıf çelişkilerini görememiştir. Ayrıca, merkez, çevre ve yarı- çevre kategorileri bir ülkedeki çelişkili çıkarları içeren sınıfsal yapıyı arka plan atarak, ülke içindeki sınıfsal yapıyı homojenleştirmiştir. Wallerstein’in kavramsallaştırmasında, bir toplumsal sistemi tanımlayan kıstas, metaların dolaşımıdır. Gülalp’e göre Wallerstein, bir ülkenin dünya ekonomisindeki işbölümü içindeki konumunu, ülkenin ağırlıklı olarak hangi ürünü üreteceğini ve emek kontrol yön- temlerini, nesnel koşullarla ya da “doğa koşulları” ile açıklamakta ve bütün bu açıklama içinde sınıf mücadelesine hiçbir yer vermemektedir (Gülalp, 1986: 41–44).

Gülalp’in bu eleştirsi James Petras’ın Wallerstein’in sistem kategorisine dönük eleştirisine yakınlaşmaktadır. Petras, öncelikli olarak analiz birimi olan kapitalist dünya ekonomisini “belirlenimci” olmakla eleştirir. (11) Petras’a göre, Wallerstein’in tanımladığı kapitalist dünya-ekonomisi ve onu oluşturan parçalar arasında ilişkide olayların ortaya çıkışını belirleyen dünya-sisteminin bütünüdür. Dünya-sistemi

içindeki olayların oluşumu ve aktörlerin hareketleri onların çıkarları veya talepleri nedeniyle değil de dünya-sisteminin onlara nasıl hareket edeceklerini dikte etmesi sonucunda ortaya çıkmaktadır. Petras, her ne kadar kapitalist dünya pazarının bir ülke içindeki sınıf oluşumunu etkilediğini kabul etse de Wallerstein’in bu noktada tek yönlü bir analiz yaptığını düşünür ve onu eleştirir (Petras, 1982: 148–152). Petras’a göre, Wallerstein analizinde bütünselliğe büyük önem atfederken, ülkeler içindeki değişkenleri homojenleştirir ve ülkeler içindeki yapıların ülkelerin dünya- sistemi içindeki hareketlerini etkilediğini görmezden gelir ya da açıklayamaz.

Dünya-sistemini parça bütün ilişkiselliğinde değerlendiren Wallerstein, aynı ilişkiyi dünya üzerindeki mekânlara; merkez, çevre ve yarı-çevre olarak dağıtmıştır. Bu katego- rizasyon, Brenner, Petras ve Gülalp tarafından ifade edildiği gibi, mekânlar üzerindeki eşitsiz sınıf ilişkilerini ve üretim ilişkilerini homojenleştirerek analiz dışı bırakır. Fakat sermayenin yayılma eğiliminin ve bu bölgelerin birbiriyle kurduğu güce dayalı eşitsiz ilişkilerin; dünya üzerinde üretim süreci sonucu ortaya çıkan değerin mekânsal anlam- da eşitsiz paylaşılmasının temel nedeni olduğunu dillendirmesi ve bu süreçte kapitalist sermaye birikiminin devamlılığının sağlanmasında en önemli aktörlerden olan devlet- lerin birbiriyle kurdukları ilişkilerin asla ortadan kalkamayacağı ve bölgelerin birbirin- den “tek başına” kopamayacağını dile getirişi açısından dikkate değerdir.

Sonuç

Giriş kısmında da belirtildiği üzere Wallerstein, tarih yazımı sürecinde galiple duygudaşlık içinde olmadan bugünkü gerçekliğe ve geçmişe eleştirel bir perspektiften yaklaşmıştır. Başlıca eserlerinde kapitalist gerçekliğe dönük eleştirilerini, analiz biri- mi olarak belirlediği dünya-sisteminde mekânlar arasındaki işbölümünden kaynaklandığını ifade ettiği eşitsiz değer akışına yöneltmiştir. On altıncı yüzyıldan itibaren gelişen dünya pazarını kapitalist olarak tanımlamıştır. Marx ise başlıca eserlerinde klasik formunu ilk defa on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda İngiltere’de alan “kapitalist üretim süreci”nin analizi üzerine odaklanmış, toplumsal üretim ilişkileri- ni analizinin kalkış noktası yapmış ve bu ilişkileri dünya pazarıyla ilişkilendirmiştir. Öte yandan Wallerstein, övgüyle bahsettiği Marx’ın “sermaye birikimi” kategorisini analizinin temel dayanak noktalarından biri olarak belirlemiştir. Fakat sermaye biri- kiminde artık değerden ziyade ağırlıklı olarak kâr kategorisini ön plana çıkarmış, kâr ile artık değer arasındaki ilişkiyi incelememiş ve kapitalizmin kökenini ağırlıklı olarak pazar ilişkilerine dayandırmıştır. Marx ise ücretli emek ve artık değerin kapitalist sosyal ilişkileri belirleyen yegâne özelliklerden biri olduğunu ileri sürmüştür. Dolayısıyla Marx, kapitalizmden komünizme geçen süreçte üretim ilişkilerine odaklanarak proletaryayı yegâne devrimci sınıf olarak tanımlamış, diğer sosyal grupları ve emek formlarını devrimci sürece dâhil etmemiştir. Wallerstein ise, kapitalizmin ortaya çıkış sürecinde ücretli emeğe merkezi bir önem atfetmeden sadece dünya pazarına dönük üretimi “kapitalist” olarak adlandırmış; ücretli emek, kölelik gibi emek formlarının toplumsal yönünü incelememiştir. Ortodoks olarak tanımladığı Marksizm’in devlet iktidarını fetişleştirdiğini, diğer toplumsal hareketleri ihmal ettiklerini ifade etmiş ve Marksist’lerin ücretli emeğe atfettiği önemi eleştirmiştir.

Wallerstein’in kapitalizmi bu biçimde kavrayışı ve tarih okuması bugünkü gerçekliği dönüştürmeye dair olan düşüncelerini biçimlendirmiştir. Analiziyle ilişkili olarak, kapitalizmden sonra demokratik yeni bir sistem kurulması sürecinde öncelikli olarak sermaye birikim amacının ve tekelci pazar ilişkilerinin ortadan kalkması gerektiğini ve kâr amacı taşımayan kurumların kurulmasını önermiştir. Bu süreçte hiçbir sınıfa veya toplumsal gruba “özne” rolü vermemiştir. Dolayısıyla Wallerstein, eşitsiz üretim ilişkilerini ve toplumsal mülkiyet ilişkilerini kapitalizm analizinin ve tarih yazımının kalkış noktası yapmayarak, Marksist yazından ve tarihsel materyalist gelenekten uzaklaşmıştır. ■


* Sevgili hocam Fuat Ercan’a, değerli hakeme ve Praksis Yayın Kurulu üyelerine bu yazının önceki versiyonlarına yönelik değerli eleştiri ve önerilerinden dolayı çok teşekkür ederim.

** SUNY Binghamton Üniversitesi Sosyoloji Bölümü, doktora öğrencisi.

  1. Marksist yazında önemli bir yer kaplayan tarihsel materyalizm hakkında birçok tartışma, günümüzde hâlâ varlığını korumaktadır. Bu makalede, tarihsel maddeci ve tarihsel materyalizm kavramları, ağırlıklı olarak bir “dünya görüşü” nü açığa çıkarması bağlamında kullanılmaktadır.
  2. Wallerstein’in teorik yolculuğunu tarihsel bağlamda ele alan bir çalışma için bkz. Ragin, C. ve Chirot, D. (1999).
  3. Wallerstein, dünya-sistemleri analizinin “kapitalist dünya-ekonomisi hakkında bir görüşe sahip olduğunu” ifade etmektedir. Buna göre; söz konusu analizin öğelerinden bazıları, başka perspektiflerden ödünç alınmıştır. Fakat analizin diğer öğeleri yenidir (Wallerstein, 1997: 370–371). Analizini geliştirirken, temel olarak üç perspektiften etkilenmiş ve bu perspektiflerden birçok temel kavram ve kategoriyi kendi analizinde kullanmıştır. Söz konusu üç perspektif Annales Okulu, Karl Marx ve Bağımlılık Okulu’dur. Ayrıca Karl Polanyi, Raoul Prebisch, Nikolai Kontratiev ve Joseph Schumpeter de Wallerstein’in analizini geliştirirken yararlandığı teorisyenler arasındadır. Wallerstein, “dünya-sistemi” kavramının Braudel’in Akdeniz kitabından uyarlandığını ve ECLA’nın(Latin Amerika Ekonomik Komisyonu) merkez-çevre analizi ile birleştirdiğini ifade etmiştir.
  4. Wallerstein, Ortodoks Marksizm konusunda hem geçmişte hem de hâlihazırda geniş tartışmalar yürüten ve eleştiri getiren Marksistleri analizinin dışında tutmuştur.
  5. Bkz. Wallerstein (1999a).
  6. Wallerstein, Prigogine’nin üzerinde bıraktığı etki hakkında şöyle söylemiştir; “Uzun vadede Braudel’den etkilendim. Ve bir noktada, özellikle karmaşıklık ve çatallanma kavramları açısından Prigogine’den etkilendim. Prigogine’nin konuş- masını ilk duyduğumda -ki o zaman onun kim olduğunu bile bilmiyordum- kendime ‘Aman tanrım, bu fikirler benim hissettiğim ama nasıl ifade edeceğimi bilemediğim şeyleri anlatıyor,’ dedim. Hemen bir paralellik hissettim ve bütün bunları çalışmaya başladım. Şimdi bunları çok fazla kullandığımı düşünüyorum. Yani bugünkü dünya sisteminin ve onun altında yatan bilgi yapılarının çöküşüyle ilgileniyorum”(Wallerstein ile röportaj).
  7. Wallerstein, bağımlılık ekolüne referansla merkez ve çevre kategorilerini kullanır. Bağımlılık ekolü’nden farklı olarak, merkez ve çevre kategorilerinin yanı sıra yarı-çevre (semi-periphery) kategorisini kullanır. Andre Gunder Frank’in metropol-uydu kuramında oluşan boşluğu doldurma iddiasında olan yarı-çevre kategorisi aslında daha öncesinde, Frank tarafından benzer biçimde kullanılmıştır. Buna göre; belirleyici özelliği “beyazlar” tarafından işgal edilmemiş ve sömürülmemiş olan kısmen gelişmiş ülkeler vardır. Fakat Frank, bu konu üzerinde yoğun bir incelemede bulunma- mıştır (Cirhinlioğlu, 1999: 165). Yarı-çevre kategorisini Wallerstein ileri sürmüştür (Ercan, 2001: 142). Wallerstein üçün- cü bir katmanın önemine olan vurguyu Karl Marx’tan hareketle yapar. Marx’ın da üçüncü katman olarak tanımladığı “orta sınıf”ın politik önemine yaptığı vurgunun altını çizmiştir. Marx’a göre orta sınıf, işçi sınıfına tüm ağırlığını yük- lerken, üst sınıfın toplumsal gücünü ve güvenliğini yükseltmektedir (Wallerstein, 2000: 322). Yarı-çevre, yani merkez ve çevre dışındaki üçüncü bir konum, kapitalizmin sürtünmesiz işlemesi için gereklidir. Çünkü her dünya-sistemi üç katmanlı bir yapı içerir ve üç katmanlı yapının olmadığı durumda dünya-sistemi çökecektir. Wallerstein’in analizinde merkez devletleri üst tabakayı, çevre devletleri alt tabakayı, yarı-çevre devletleri ise orta tabakayı ifade etmektedir. Söz konusu üç katmanlı yapı modern dünya-ekonomisinin birçok kurumunda varlığını korur. Üretim sürecinin temel örgütsel yapısı içinde, merkez kapitalist ülkeler içinde statü ve gelir dağılımının üçlü yapısında ve politik ittifakların sağ, sol ve merkez olarak ortaya çıkan üçlü yapısında karşımıza çıkar (Wallerstein, 1979: 223–224).
  8. Kârın ve artığın paylaşımındaki eşitsizliğin yanı sıra, “merkez” ve “çevre” aynı zamanda yapısal eşitsizliği ve farklılığı da ifade eder. Buna göre merkezde yüksek kâr, yüksek teknoloji, yüksek ücret ve çeşitli üretim tarzları söz konusuyken, çevrede ise tam tersi olarak düşük kâr, düşük teknoloji, düşük ücret ve az çeşitli üretim söz konusudur (Wallerstein, 1979: 97).
  9. William G. Martin Wallerstein’in “emek kontrol biçimleri” kategorisini artık kullanmadığını ifade etmiştir (Martin, 1994: 157). Fakat Wallerstein bu kategorinin yerini dolduran yeni bir kategori de yaratmamıştır. Her ne kadar bugün bu kategoriyi kullanmıyor olsa da on altıncı yüzyıldan itibaren dünya pazarındaki dönüşümleri incelediği anahtar yapıtı olan Modern Dünya-Sistemi adlı çalışmasında “emek kontrol biçimleri” merkezi bir rol oynar.
  10. Wallerstein’e göre şu an içinde bulunduğumuz tarihsel dönemde, kapitalist dünya-sistemi yeni bir sisteme geçiş aşamasındadır. Bu konuda geniş açılım için bkz. Wallerstein ve Hopkins (2000a).
  11. Alain Lipietz de dünya-sistemi perspektifinde sistemin “her şeyi açıklayan bir araç” haline geldiğini ve böylece “bilimsel sorgulamanın önünde bir engel” haline geldiğini ifade ederek eleştirmiştir. (Özdemir,2006: 216)

Kaynakça

Angotti, T. (1981) “The Political Implications of Dependency Theory”, Latin American Perspectives, 8, 3-4.

Arrighi, G., Hopkins, T. ve Wallerstein, I. (1986) Antisystemic Movements, New York: Verso.

Benjamin, W. (2001) Son Bakışta Aşk, Nurdan Gürbilek (der.), İstanbul: Metis.

Brenner, Robert (1977) “The Origins of Capitalist Development: a Critique of Neo-Smithian Marxism”, New Left Rewiev, 104.

Cirhinlioğlu, Z. (1999) Azgelişmişliğin Toplumsal Boyutu, Ankara: İmge.
De Janvry, A. (1990) The Agrarian Question and Reformism in Latin America,

Johns Hopkins University Press.

Ercan, F. (2001) Modernizm Kapitalizm ve Azgelişmişlik, İstanbul: Bağlam.

Fitch, R. (2002) “Wallerstein’in Gezegeni”, Cosmo Politik, 2.

Baltimore and London: The

Gulbenkian Komisyonu (1998) Sosyal Bilimleri Açın, çev: Ş. Tekeli, İstanbul: Metis.

Gülalp, H. (1986) “Bağımlılık ve Dünya-Sistemleri Teorileri: Frank ile Wallerstein’in Eleştirisi”, 11. Tez, 3.

Gülalp, H. (1998) “The Eurocentrism of Dependency Theory and The Question of “Authenticity”: A View From Turkey”, Third World Quarterly, 19, 5.

Lenin, V.I. (1971) State And Revolution, New York: International Publishers.
Martin, W. G. (1994) “The World-Systems Perspective in Perspective: Assessing the Attempt to Move Be-

yond Nineteenth Century Eurocentric Conceptions.” Review, 17(2): 145-185.

Marx, K. (1977) Capital, Volume 1, New York: Vintage Books A Division Of Random House.

Marx, K. ve Engels F. (1978) The Marx-Engels Reader, Tucker, R.C., New York: W.W.Norton & Company.

Marx, K. (1992) The Poverty of Philosophy, New York: International Publishers.

Marx, K. (1993) Grundrisse, London: Penguin Books.

Marx, K. (1999) Gotha Programı’nın Eleştirisi, çev: İ. Yarkın, M. A. İnci, İstanbul: İnter.

Marx, K. ve Engels F. (1999) The Communist Manifesto, New York: Bedfords/St.Martin’s.

Oktik, N., Kökalan, F. (2001-2002). “Immanuel Wallerstein; Tarihsel Kapitalizmin Analizi ve Dünya-sistemi”, Doğu Batı, 17.

Özdemir, A. M. (2006) “Uluslararası Ekonomi Politiğe Marksist Yaklaşımlar”, Toplum ve Bilim, 105.
Petras, James (1982) “Dependency and World System Theory: A Critique and New Directions”, Depen-

dency and Marxism Toward a Resolution of the Debate, Latin American Perspectives, 8, (3-4).
Quijano, A. ve Wallerstein, I. (1992) “Americanity as A Concept, or The Americas in The Modern World-

System”, International Social Science Journal, 44 (134): 549–557.

Ragin, C. ve Chirot, D. (1999) “Immanuel Wallerstein’ın Dünya-Sistemi: Tarih Olarak Siyaset ve Sosyoloji”, çev: A. Fethi, Tarihsel Sosyoloji Bloch’tan Wallerstein’e Görüşler ve Yöntemler içinde, Theda Skocpol (der.), İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

Santiago-Valles, K. (2005) “Racially Subordinate Labour Within Global Contexts: Robinson and Hopkins Re-Examined,” Race and Class,.47 (2): 54-70.

Savran, S. (2006) “Marksizm’in Öteki Ölçek Tartışması: “Tek Ülkede Sosyalizm”mi? Dünya Devrimi mi?”, Prak- sis, 15.

Tomich, D. W. (2004) Through the Prism of Slavery, UK: Rowman & Littlefield Publishers.
Wallerstein, I. (1974). The Modern World-System-Capitalist Agriculture and the Origins of the European World-

Economy in the Sixteenth Century, New York: Academic Press.

Wallerstein, I. (1979) The Capitalist World-Economy, Cambridge: Cambridge University Press.

Wallerstein, I. (1983) Historical Capitalism, London: Verso Press.

Wallerstein, I. (1983a) “Kapitalist Dünya-sisteminin Yükselişi ve Geleceği. Karşılaştırmalı Bir Analiz İçin Temel Kavramlar”, çev: Y. Öner, Dünya Ekonomisi Bunalım ve Siyasal Yapılar içinde, İstanbul: Belge.

Wallerstein, I. (1983b) “European Economic Development- A Comment on O’Brien” Economic History Re- view, 36(4): 580-583.

Wallerstein, I. (1986) Africa and the Modern World, New Jersey: Africa World Press.

Wallerstein, I. vd. (1991) Büyük Kargaşa Yeni Toplumsal Hareketlerin Krizi, İstanbul: Alan.

Wallerstein, I. ve Balibar E. (1995) Irk, Ulus, Sınıf Belirsiz Kimlikler, çev: N. Ökten, İstanbul: Metis.

Wallerstein, I. (1997) Sosyal Bilimleri Düşünmemek, Çev: T. Doğan, İstanbul: Avesta.

Wallerstein, I. (1997a) “The Rise And Future Demise of World-System Analysis”, http://www.binghamton. edu/fbc/iwwsa-r&.htm.

Wallerstein, I. (1998) Jeopolitik ve Jeokültür, çev: M. Özel, İstanbul: İz.
Wallerstein, I. (1998a) Liberalizmden Sonra, çev: E. Öz, İstanbul: Metis.
Wallerstein, I. (1999) Ütopistik Ya da Yirmibirinci Yüzyılın Tarihsel Seçimleri, çev: T. Doğan, İstanbul: Metis. Wallerstein, I. (2000) The Essential Wallerstein, New York: The New Press.
Wallerstein, I. ve Hopkins, T. H. (2000a), Geçiş Çağı Dünya-Sisteminin Yörüngesi, İstanbul: Avesta. Wallerstein, I. (2002) “New Revolts Against the System”, New Left Review, 18.
Wallerstein, I. (2006). World–Systems Analysis, Durham and London: Duke University Press.
Wallerstein ile röportaj, (2004) http://www.teori.org/index.php?option=com_content&task=view&id=80&Itemid=46
Wood, E. M. (2003) Kapitalizmin Kökeni, çev: A. C. Aşkın, Ankara: Epos.

Zarembka, P. (2006) “Sermaye Birikimi ve Kriz”, çev: Ş. Alpagut, Kapitalizme Reddiye Marksist Bir Giriş içinde, Alfredo Saad-Filho (der.), İstanbul: Yordam.