Göçmen mücadelesi üzerine -4-

133 views
16 mins read
133 views
16 mins read

A. Halûk Ünal

Altı yıllık göçmenlik yaşantım, çok zengin bir deneyim ve gözlem süreci haline geldi, diyebilirim.

Geçtiğimiz iki yıl içinde bu gözlemlerimi dile getirdiğim üç temel yazı yazdım. Linklerini yazılış sırasıyla buraya bırakıyorum.

Bildiğiniz gibi en iyi düşünme biçimi yazmaktır.

Yazılardan da göreceğiniz üzere göçmen mücadelesinde belirli çıkarımlar, hipotezler geliştirmek için bir ortak aklın oluşmasını teşvik etmeye çalışıyorum.

Şimdi kısaca bu süreçte gözlemlerle ulaştığım bazı kanaatlerimi özetlemeye çalışayım.

Son otuz yıldır Anadolu kökenli göçmenlerin neredeyse tamamı hayatlarını “Türkiye devriminin” bir uzantısı olarak konumlandırıyor.

Bunun sonucu son otuz yıldır, göçmenlikten kaynaklanan ciddi sorunlarını politik seçimlerinin bir bedeli (fedakârlık) olarak kabul edip, bu eksende bir mücadele ihtiyacı tanımlamıyorlar.

Bunu, ilk yirmi yıl için anlamak mümkün. Ancak son on yılın gelişmeleri tam tersini anlatıyor. PangeaKolektif ’in ‘Kavram Atölyesinde’ son okuduğumuz kitap ise, günümüzü yeniden “GÖÇLER ÇAĞI, Stephen Castles- Mark J. Miller” olarak tanımlıyor.

Yalnızca bu kitabı bile okumak, göçmen denilen sosyal kategorinin geometrik olarak artan ve artacak olan küresel bir fenomen olduğunu kanıtlıyor. (Küresel olarak yaklaşık 200 milyon)

Her organizasyon, örgütlenme somut, nesnel bir ihtiyaçtan doğarsa kalıcı ve verimli olur. Burada saymayacağım bildiğimiz yüzlerce çeşit organizasyonlar içinde tek sübjektif “ihtiyaçtan” doğan örgütlenme biçimi “devrimci örgüt ve partiler.” Diğer sendika, STK, meslek örgütü vb. kuruluşlar, bizzat toplumun ilgili kesiminin tanımlayabildiği ihtiyaç ve taleplerin mücadelesini verir. Oysa malum, ‘sosyalist devrim’ milyarlarca insanın tanımlayabildiği “ihtiyaçlar” içinde değildir. Bu “ihtiyaç” “işçi sınıfı ve emekçi kitleler” için dışarıdan tanımlanmıştır. Ve bu ihtiyacın o kitlelerce de içselleştirilmesi için bir çalışma tarzı, dil vs. geliştirilmeye çalışılır.

Sanırım, yalnızca bu tarz örgütleri bilen, bunun kültürü ile yetişmiş “öncü politik göçmenlerimiz” son derece yeni ve kendine has göçmen sorunlarına nasıl bir örgütlenme önereceklerini ya bulamamışlar ya da böyle bir ihtiyacı her göçmenin ülkeyi terk edişinin bedeli (kefaret, fedakârlık) olarak kabul edip, kişisel mesele kategorisine yerleştirmişler.

Özellikle son beş yıl içinde bir göçmen selinin parçası olan bizlerin; tutunacak, göçmenlerce uzatılan hiçbir ‘kurumsal’ dal bulamayışımızın nedeni budur sanıyorum. (Kurucularından olduğum PangeaKolektif tam da böyle bir ihtiyacı tespit etmiş 14 kişi tarafından 2 yıl önce kuruldu ve mütevazı yolculuğuna başladı.)

Yine gözlemlerime göre, göçmen sorunları, göçmenin ezilme ve ayrımcılığa uğrama gerçekliği, çoklu bir hayati ihtiyaçlar zemini yaratıyor.

Bu zeminde bizzat bir göçmen olarak gördüğüm, hissettiğim ihtiyaçları tasnif etmeye çalışayım.

İçeriden tanımlanabilen ihtiyaçlar

İlk olarak, bizlerin durumunu beyazların karşısındaki siyahlara benzetebilirim. En azından kendimi hep böyle hissettim ve geçmişteki – ideolojik değil- sosyal varoluşum sonucu (beyaz Türk) ne Kürtlerle ne siyahlarla (dikkatinizi dağıtmamak için şimdilik erkekliğin parçası oluşumu izninizle paranteze alıyorum) empati kurmamın neredeyse imkânsız olduğunu burada anladım. Ama artık ezilenlerin psiko-sosyal ve psiko-kültürel durumuyla empati kurabilecek deneyimler yaşadığımın farkındayım.

Kadınların ve çocukların durumu ise, siyah ya da kolay empati kurmak bakımından Kürt kadınlarına benzetilebilir.

Böylesi bir sorunu farkındalık düzeyine çıkartma çabası güdenlere, yaptıkları çalışmayı ‘psiko-kültürel’ bir alan tanımı çevresinde ele almalarını öneriyorum. 

‘Psiko-kültürel’ kavramı benim bir iğretilemem, şimdilik. Nedenini anlatabilmek için nasıl akıl yürüttüğümü paylaşmam gerekir, sanırım.

Kamplarda yüzlerce, kamp sonrası ise onlarca göçmenin (elbette kendimin) sorunlarının kaynağında psikolojik açmazlar ve kültürel açmazlar gördüm. Kendi ana dilimin yaşamı tarif ettiği bir toplumda sorunlarımın bir kısmını yalnızca psikoloji kavramıyla inceleyebilirdim. Ama burada kültürel biçimleniş ve kimlik psikolojik çatışmalarla iç içe geçiyor, kanaatindeyim. Bu mukayese ve analiz çabasında en çok Bakur’dan (Türkiye Kürdistanı) gelen arkadaşlardan umutluyum. Bir dili zorunlu olarak öğrenip, o dilin içine kendi köklerinden getirdiğin kimliği taşımak, konusunda benim geçmişte sahip olmadığım duygu ve deneyimlere sahipler.

Eğer hal böyleyse, önceki yazılarımda da değindiğim gibi, kendimizi yepyeni bir dilin içinde bulmak başlı başına bir travma.

Dahası da var, bir dili zorunlu olarak öğrenme süreci ikinci bir travma. Sanırım bunu en iyi Kürt arkadaşlarım biliyorlar. Burada fiziksel şiddet yok ama, tıpkı Türkçeyi öğrenmezsen başına gelecekler seni bekliyor.

Ne kuralları anlayabiliyorsun, hakkıyla ne de hangi kurallara nasıl itiraz edebileceğini biliyorsun.

Ve bütün isyanlarının karşısında “ülkene gönderilme korkusu” duruyor. Bu duygu kamplarda bütün göçmenlere gayri insani kamp kuralları için “Pavlov’un köpeği” olmayı dikte ediyor, örneğin. Ya da çoğu göçmen kökenli olan kamp bürokrasilerinin kraldan fazla kralcı eziyetlerine, umarsızlık ve duyarsızlıklarına katlanma zorunluluğu getiriyor.

Buna da “göçmen sinizmi” iğretilemesini kullanmak istiyorum, şimdilik. Bu, travma sonrası bozukluğu gibi bir sendrom bence. Üzerine akademik araştırmalar yapılabilir.

Klasik psikoloji okullarının baktığı yerden bu sorunların uzmanlarca bile anlaşılmasının çok zor olacağını sanıyorum. Kısa vadeli planlarım içinde böyle bir tartışmayı uzmanlarla yapma hedefim var.

Kısacası, psikolojinin klasik alanı ile, kültür/kimlik alanındaki çelişkilerin birlikte ele alınacağı bir bakış geliştirilmesi ve bunun göçmenlere aktarılmasının çok yararlı olacağını düşünüyor, özcesi, göçmen mücadelesinin bir alanının psiko-kültürel mücadele olarak tanımlanması gerektiğine inanıyorum.

İkinci olarak, göçmen mücadelesinin bir yönünün sendikal bir içerikte ele alınması gerektiği kanaatine sahibim.

Bizler, iltica ettiğimiz ülkenin renklileri olmakla kalmıyor, dil engeli nedeniyle en vasıfsız insanlarına dönüşüyoruz. Yani artık emekçiler topluluğunun en alt ve geleceği belirsiz tabakasıyız.

Burada daha iyi anlaşılmak için dil engeli meselesine ilişkin düşüncelerimi kısaca da olsa paylaşmakta yarar var.

Dil engelini hem yerel otoriteler hem de göçmenlerin kahir ekseriyeti “teknik bir engel” olarak görüyor.

Oysa dil, kimliğimizdir. Neden?

Burada kimlik kavramını insani, kültürel, ahlaki, teknik vasıflarımızın tamamı olarak kullanıyorum. Çünkü vasıf denildiğinde yalnızca “üretim sürecinde işverene kar sağlayan özellikler” olarak anlamak hem çok yanlıştır hem de benim dünya görüşüme uymaz.

Ana toprağımızda bir kimliğimiz, toplumda sevenlerimizce onaylanan vasıflarımız, üretim sürecinde yer aldığımız yeteneklerimiz vardı. Yani, “bir şey” dik.

Buraya geldiğimiz andan itibaren “hiçbir şeyiz.”

Peki ülkede edindiğimiz insani, kültürel vasıflarımızı başka bir dilin içinde ifade edebilecek öğrenim için gereken zaman ve kalite sunuluyor mu? Hayır! Çünkü çok pahalı! Kendimizden söz ederken modern köle dememizin tipik kanıtlarından biri. Ve bir başka travma kaynağı aynı zamanda.

Nasıl mı? Velev ki niyetleri böyle değil ama – devlet akılcılığı- adına bize “siz bizim acilen kaba kol işlerimizi yapın; çok az maliyet çıkartın, buna yetecek dili öğrenin; biz de sizi arabası, sosyal güvenliği, asgari insani beslenmesi olan bir hiçbir şeye dönüştürelim; zaman içinde memleketten ev alabilen hiçbir şey bile olabilirsiniz;” demiş olmuyorlar mı?

Peki, Cenevre Sözleşmesinin ruhu böyle mi söylüyor? Son okuduğumda böyle değildi.

Buraya bir son nota ihtiyaç var. Bütün bunlara rağmen, parlamenter, bürokrat, doktor gibi nitelikli işlerde çalışan “başarmış” örneklerimiz var. Ve bunların görünür olmasına çok gayret ediyor devlet. Bunların hiçbirini göçmen mücadelesi içinde görmüyoruz. Tanıdıklarımın bir kısmı birer “Tom Amca” olmuş.

Son olarak geliyoruz bu sorunların/alanların göçmen mücadelesi ile dönüştürülmesi ihtiyacına.

Bu noktada da bütün gözlemlerim ‘bütünsel bir göçmen rejimi” ile yüz yüze olduğumuzu düşündürüyor.

Aslında bir açıdan şanslıyız, bu ülkenin demokrasi ve sosyal devlet geleneği ile bu göçmen rejimi arasında ciddi bir açı söz konusu.

Bu da mücadelenin politik alanını oluşturuyor.

Burada da göçmenlerin yalnızca ortaya çıkan akut sorunlar karşısında hareketlendiğini görüyoruz. Bütünsel bir politikamız yok. Son yıllarda parlamentolardaki “temsilcilerimizin” ne yaptıklarını da çok merak ediyorum.

Bütünsel bir politikanın ortaya çıkması göçmen rejiminin anatomisinin/haritasının tanımlanması ile özdeş. Rejimi tanımlamadan, kapsamlı ve bütünlüklü bir reform programı, katıldığımız toplumun zenginliğine dönüşecek bir entegrasyon modeli tanımlanamaz.